Geçen hafta Kitap Fuarı’nı bahane edip Bursa’ya gittim. Bu kaçıncı gidişim ben de şaşırdım. Geçmişle şimdiki zamanın kucaklaştığı güzelim Bursa’yı anlatırken, bu kentin destanını yazan Ahmet Hamdi Tanpınar’dan yardım aldım.
‘Bursa’da bir eski cami avlusu
Küçük şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar bir çınar
Eliyor dört bir yana sakin bir günü...’
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman’ şiiri böyle başlar. Sonra aynı adı taşıyan metinde Bursa anlatılır. Bazı metinler vardır ki aşılamaz, daha iyisi yazılamaz. Son nokta gibidir bu yazılar. Ondan sonra cümle bitmeli ve kitap kapanmalıdır. Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’ adlı kitabındaki ‘Bursa’da Zaman’ da böylesine bir metindir. Kent üstüne yazılmış bir destandır adeta. Bursa, hiç kimse tarafından ve hiçbir zaman bundan daha güzel anlatılamaz...
Birkaç Bursa yolculuğumun ardından, birkaç yazı girişimim oldu. Yazıya başlamadan önce, ‘Bursa’da Zaman’ı okudum. Okuduktan sonra Bursa’yı yazmaktan vazgeçtim. Veya bir türlü yazamadım. Tanpınar’ın metni var olduğu sürece de yazamayacağımı biliyorum. Onu aşamadıktan sonra yazmanın ne anlamı var ki!..
Örneğin Bursa’yı anlatmaya niyetlenseydim, yazıya şu cümleyle başlayamazdım: ‘Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade, baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir...’
Veya birçok kez gittiğim, bir yerlere giderken içinden geçtiğim Bursa için, Tanpınar’ın yazdığı şu cümleyi kurabilir miydim? ‘Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum. Zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum...’
Geçen hafta Tüyap Kitap Fuarı’nı bahane edip, bir kez daha Bursa’ya gittim. İnegöl tarafından dört nala gelen lodos, Uludağ’ı bir hışım okşayıp, kenti altüst ediyordu. Islıklı bir öfkeyle asırlık çınarların dallarını eğiyor, bayrakları yırtarcasına dalgalandırıyor, şemsiyeleri ters yüz ediyor, şapkaları uçuruyor, kadınları etekliklerini tutmaya zorluyordu. Lodosun sürüklediği birkaç siyah bulutta, yüklendikleri yağmuru kova kova kentin üstüne döküyordu. Sokaklar dereye, caddeler nehre dönüşmüştü. Yağmur pazar günü ile birleşince ortalıktan el etek çekilmiş, ‘Bursa’da Zaman’ durmuştu adeta.
TANPINAR’IN KORKUSU
Demek zaman, Bursa’da hálá durabiliyordu!.. Onca fabrika dumanı, onca sanayi, onca kalabalık, duran zamanın içinde yarına doğru nasıl yürür giderdi? Tanpınar, duran zamanın önündeki engelleri yıkıp atmış sel gibi Bursa’nın dört bir yanını kasıp kavuracağından korkmuş ve şöyle demişti: ‘Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda önünüze çıkar. Kah bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir...’
Tanpınar doğru söylüyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda, pazar sabahı mahmuru kimsesiz sokaklarda giderken, tarih durmadan karşıma çıkıyordu; Arabamın buğulanmış camından Yeşil Türbe, karşısındaki tepede Emir Sultan Türbesi, Muradiye Medresesi, Nilüfer Hatun, Somuncu Baba Türbesi görünüp kayboluyordu. Camdan süzülen yağmur taneleri, buğunun ardındaki tüm görüntüleri çizip, bozuyordu. Geçmiş damla damla akıp gidiyordu.
Çok yıllar önce Tanpınar da, asırlık çınarların gölgelediği bu yolları arşınlayıp, tılsımlı görüntüler için şunları yazmıştı: ‘Bu adları bir kere öğrendiniz mi artık unutamazsınız. Tenha saatlerinize küçük ve munis rüyalar gibi sokulurlar, sizi kendileriyle ülfete, esrarlı mahfazlarını zorlamaya, gizledikleri sırları tanımaya ve tatmaya mecbur ederler. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardı...’
Buğulu camın arkasındaki görüntüler de böylesine lezzetliydi. Tatmasını bilenler için geçmişin bugüne emanet ettiği bir lezzet. Sadece, duran zamanı sarıp sarmalayan şimdiki zaman, bu eşsiz tadı bozuyordu. Bugünün çirkin binaları, geçmişin görkemini gölgeliyordu. Duran zamanın başlangıcında yapılmış evler, dar sokakların arasında tozlanmış birer süs taşı gibi, yorgun argın yok olacakları günü bekliyorlardı. Hepsi harap ve her şeye küskündü sanki. Ama yaşlı çınarlar hálá dimdik ayaktaydı. Yapraksız dallarını, geçmiş zaman güzellerinin üstüne uzatmış, şimdiki zamanın saldırılarından korumaya çalışıyorlardı sanki..
ERGUVAN BAYRAMI
Tanpınar Bursa’yı anlatırken, her satırda insanı başka bir özleme sürükler. Yağmurlu, serin bir günde Emir Sultan Türbesi’nin önünde, buğulanmış pencereden bakarken aklıma bu sefer de ‘Erguvan Bayramı’nı düşürüverdi. Bu türbede toplanan halk, her bahar bu çiçeğin bayramını kutlarmış. Tanpınar bu bayramı öyle güzel anlatmıştı ki, geçmişte Bursa’da yaşamadığıma hayıflandım, o yılların baharlarını özledim. Bir ay sonra Bursa’ya gelsem ve açan erguvanları görsem şunları yazabilir miydim acaba diye düşündüm? ‘Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır. O şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonizos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler... Erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir...’
Bursa ile yeşil bir zamanlar hiç ayrılmayan ikiliydi. Birbirini çok seven iki aşık yahut. Hep kucak kucağa, el ele, göz göze. Ya şimdi?.. Evler, fabrikalar, çeşitli işlevi yüklenmiş binalar o güzelim ovayı, Uludağ’ın eteklerini bir kanserli hücre, bir şark çıbanı gibi yiyip bitirmişti. O dünya güzeli zümrüt yeşili çirkin bir yara gibi lekelemişti. Tanpınar bu konuda çok şanslıydı. Duran zamanın yazarı, şimdiki zamanı iyi ki görmemişti. Görseydi Bursa’nın yeşiline şu övgüleri düzer miydi hiç!..: ‘Türkçe’de ş ve l harfleri daima en güzel terkipler yapar. Yeşil dediğimiz zaman adeta çimen tazeliğini, bir paket üzerinde ezilmiş bir renk gibi, günün ve saatin bir tarafında bir bahar müjdesiyle toplanmış buluruz. Bu kelimenin ilk cedlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki... Bursa’da yeşilin manası çok başkadır; O ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sükunun fani bir saate sinmiş manasıdır. Yeşil Türbe, Yeşil Cami der demez, ölüm muhayyilemizdeki çehresini değiştirir...’
DESTANIN SONU
Bursa sokaklarında gezdikçe insanın kafasına birçok soru üşüşür. Cevabını yarım yamalak bildiğimiz sorulardır bunlar. Duran zamandan kalma sorular!.. Örneğin Geyikli Baba kimdi, etrafına toplananlara ne öğretirdi?.. Konuralp, Bursa Ovası’nda her bahar açan nergislere bakarken ve her akşam uzak dağların üstünde batan güneşi seyrederken neler düşünürdü?.. Bursa’yı bir bahar güzelliği ile tek başına dolduran, genç Orhan’ın dudaklarına aşk gülümsemesi konduran Nilüfer Hatun kimdi?.. İstanbul’da gördüğü her şeye düşmanca gözlerle bakan Andre Gide’e, Yeşil Cami’yi sevdiren sır neydi?..
Eğer cesaret edip de bir Bursa yazısı yazsaydım, bu yazıyı bitirirken kenti ihanete uğramış saraylı bir kadına benzetebilir miydim? Sanmıyorum. Ama Tanpınar benzetmişti: ‘Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır...’
‘Bursa’da Zaman’ bir kent için yazılmış çok güzel bir destandı. Ne mutlu Bursa’ya.