Geçen hafta mafyanın anayurdu Sicilya Adası’na yaptığım gezinin ilk bölümünde, başkent Palermo’nun labirent sokaklarını, yoksul görüntüleri, lüks caddeleri, pazar yerlerini, adanın batı ucundaki Marsala’yı, üzüm bağlarını, bundan 300 yıl önce aynı yolculuğu yapan Goethe’nin de yardımıyla anlatmıştım. Bu hafta size bu yolculuğun devamını aktaracağım.
Palermo’daki üçüncü günümde yağmurlu bir sabaha uyandım. Terasa çıktığımda karanlık bir aydınlık karşıladı beni. Koyun karşı kıyısındaki dağların üstüne bulut oturmuştu. Çisil çisil bir yağmur yağıyordu. Bir tanesi hariç tüm kuşlar susmuştu. O da cıvıl cıvıl bir şeyler söylüyordu. Belli ki aşık bir kuştu, kur yapıyordu.
Sicilya’ya beraber geldiğim gruptan (Fem, Aksel, Sibel, Sedef, Ülker) kimse uyanmamıştı henüz. Giyinip odadan çıktım. Koridor boyu duvarlara büyük, siyah-beyaz fotoğraflar asılmıştı. Daha önce bu otelde kalan ünlülerin fotoğraflarıydı bunlar. Bir tanesinin altında ‘F.M. İl Re del Siam’ yazılıydı. Çekik gözlü Siam kralı, kahvaltı ettiğimiz salonun önündeki terasta bir masaya oturmuştu. Masada iki kahve fincanı vardı. Bir tanesi fotoğraf çekenindi. Kraliçe miydi acaba? Veya bir başka kadın mı? Kral çok düşünceliydi. Bunca yolu aşıp neden Sicilya’ya gelmişti?.. Bir başka fotoğrafta, İngiltere Kralı VII. Edward, yanında şık hanımlar ve şık beylerle otelin kapısının önünde poz vermişti. Bir başkasında ise inci kolyeli güzel -ve asil- bir kadın, benim odamın terasında oturmuş, dalgın dalgın fotoğrafçıya bakıyordu. Yüzyılın başında, benim kaldığım odada kalmış olan bu kadın kimdi?..
KUTSAL PELEGRİNO
Biz kahvaltıyı bitirinceye kadar bulutlar insafa gelmiş, yağmurlarını yüklenip, Palermo’nun üstünden çekilip gitmişlerdi. Bir acele arabamıza binip, otelin hemen arkasından yükselen Pelegrino Dağı’na tırmanmaya başladık. Ormanların arasından döne döne yükselen bir yoldu. Yamaçları kırmızı meyveli kaktüsler süslemişti. Tırmandıkça kent kendini gizleyemez oldu. Her şey her yer tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serildi. Bütün dünyada olduğu gibi, Palermo da kibrit kutusu benzeri çirkin binaların işgaline uğramıştı. Labirent sokaklarda yürürken, bu çirkinliğin farkına varmamıştım.
Yükseklerden bakınca kent bir istiridye kabuğuna benziyordu. Onun için de buraya ‘Altın Kabuk’ deniyordu. Pelegrino Dağı, Palermoların gözünde kutsal bir dağdı. Çünkü kentin koruyucusu Azize Rosalia, bu dağdaki bir mağaraya çekilip, dünya nimetlerinden elini ayağını çekmişti. Goethe de bu dağın hayranlarından biri olmuştu. Ünlü yazar, seyahatnamesinde dağa şu övgüleri düzmüştü: ‘Monte Pellegrino, yüksekliğinden ziyade geniş, yayvan bir kaya kitlesi. Şeklinin güzelliğini tasvir edecek kelime bulamıyorum...’
Dağdan inip, adanın en batı ucundaki Marsala’ya doğru ilerlemeye başladık. Grubun şoförlüğünü üstlenen Aksel, önce kıyı kıyı gitti. O giderken ben küçük balıkçı köylerini hayal ettim. Girit’te gördüğüm köyleri. Bir tanesinde durup, salaş bir balıkçı lokantasında öğle yemeğinin tadını çıkartabileceğimizi anlattım. Çok hoşlarına gitti ama olmadı. Çünkü hedefe zamanında varabilmek için kıyı yolundan ayrılıp, tek şeritli otoyola çıkmak zorunda kaldık.
Yolun iki kıyısından yükselen tepeler, üzüm bağlarıyla kaplanmıştı. Şarabın uzmanı Sibel, bu bağlardan Sicilya’nın ünlü Nero d’avalo üzümü elde edildiğini, bu üzümden yapılan şarapların, anakarada yapılanlardan daha lezzetli olduğunu anlattı. Bağları seyrede seyrede yolu bitirip, Marsala’ya vardık. Burası adanın en eski yerleşim birimlerinden birisiydi. Adı ‘Marsa’Ali- Ali’nin Limanı’ndan geliyordu. Tatlı ve güçlü gövdeli şarabı, bütün dünyada nam salmıştı. Hatta bu şarabı ünlü Porto şarabıyla kıyaslayanlar bile çoğunluktaydı. Dar sokaklar, kiliseler, Duomo derken acıkıp, lokanta telaşına düştük. Sorduk, soruşturduk, denize nazır Palace Hotel’in restoranının en lezzetli balıkları sunduğunu öğrendik.
ELVEDA PALERMO
Gruptakiler uzmanlık alanlarına göre iş bölümü yaptılar: Şarapları Sibel, yemekleri Ülker’le Sedef seçti. Aksel, lobideki piyanoda Akdeniz ezgileri çaldı. Ben de Fem’le birlikte fotoğraf çektim. Uzun uzun yedik içtik, her lezzeti alkışladık, her kelimeye güldük. Yaşamın tadını çıkardık. Öğle ikindiye devrilirken dönüş yoluna çıktık. Bu kez acelemiz olmadığı için kıyıyı izledik. Tuzlaları, değirmenleri, kimsesiz yazlıkları, balıkçı köylerinin kışlık halini seyrede seyrede Palermo’ya geri döndük.
Kentteki son günümüzdü. Bir koşu Kukla Müzesi’ne oradan Via Maqueda ile Via Roma caddelerinin arasında, yerel yiyeceklerin satıldığı Vigliera Meydanı’na gittik. Tezgahlarda öylesine lezzetli peynirler, deniz ve şarküteri ürünleri satılıyordu ki, birkaç kez almaya niyetlendim ama dönüşe daha iki gün olduğu için cesaret edemedim. Daha sonra D. Perani Meydanı’ndaki bit pazarına uzandık. Eski eşyalar, eski elbiseler, eski kitaplar... Sicilya’nın küf kokan satılık geçmişinin arasında dolaştık durduk. Ayaklarımız isyan bayrağını çekinceye kadar sokakları arşınladık.
Koşuşturmalı bir gün olmuştu... Otele dönüp, bir zamanlar kralların ve kraliçelerin oturduğu terasta, Palermo’nun şerefine kadeh kaldırdık. Akşam yemeği için, lezzetli bir Sicilya pizzasını hak ettiğimize inanıyordum. Gruptan itiraz eden olmadı. Geç saatlerde, mahalle arasındaki bir pizzacıda, mutfaktan gelen ekşi hamur, pişmiş domates, erimiş peynir, patlıcan, ançuez kokuları arasında, şarabımızı yudumlayarak beklerken kimseden ses soluk çıkmıyordu. Herkes sanki son enerjisini pizzaya saklamıştı.
Ertesi gün erkenden, adını bir deniz kızından alan ‘Grand Hotel Villa İgiea’ya veda edip, Sicilya’nın en doğusundaki Catania kentine doğru hareket ettik. Pırıl pırıl güneşli, baharı anımsatan bir gündü.
Günü kazanma telaşına düştüğümüz için, Aksel otoyolda hız sınırını zorlamaya başladı. Hız çevreyi gözlememe engel olmuyordu. Dere tepe yemyeşildi. Sebze bahçeleri, özellikle küçük kafalı -Karaburun benzeri- enginar tarlaları yamaçlara bir halı gibi serilmişti.
HEYBETLİ ETNA
Yolun ve Ada’nın ortalarına doğru bu yeşillikler arasından, bembeyaz, heybetli bir dağ fışkırdı. Zirveleri beyaz dumana bürünmüş güzel bir dağdı bu. Aslında ben daha heybetlilerini görmüştüm: Ağrı, Süphan, Alpler, Everest... 3343 metre yüksekliğindeki Etna Dağı, belki de hálá dumanlar, küller, kızıl lavlar fırlattığı için bu kadar heybetli ve tehditkar görünüyordu. Sicilyalıların onu, mırıl mırıl uyuyan bir kediye benzettiklerini biliyordum. O, tüm adaya korku yerine huzur veriyordu.
Otoyoldan çıkıp, tepelerden birinde kurulmuş olan Agira Köyü’ne tırmandık. Bir arabanın zor sığdığı dar sokaklar zirvede son buluyordu. Buradan Etna daha heybetli görünüyordu. Heybetli dağı uzun uzun seyrettik, kare kare fotoğraf çektik sonra fazla oyalanmadan köyü terk ettik.
Catania’da bizi tampon tampona bir trafik karşıladı. Sağdan dalanlar, soldan kaçanlar, tersten gelenler, çaresizce elini kolunu sallayan polisler, ayyuka çıkan klakson sesleri. Yabancımız olmayan görüntülerdi bunlar. Otelin adının yazılı olduğu okları izlediğimiz halde, yine de bu kargaşada kaybolduk... Sora sora ancak bulabildik.
Catania, adanın doğu yakasında, Etna ile denizin arasına sıkışıp kalmış eski bir kentti. 1669 yılında Etna’nın püskürttüğü lavlarla harap olmuş, dağın öfkesi geçince aynı yere yeniden kurulmuştu. Goethe, bu felaketten yaklaşık yüz yıl sonra gittiği kenti şöyle anlatmıştı: ‘Müthiş lav akıntısı şehrin büyük bir kısmını tahrip etmişti. Yukarı sokaklarda bu lavların izleri hálá belli oluyordu. Sonradan donarak sertleşen bu ateş selini, herhangi bir kayayı işler gibi işlemişler ve bunların üstüne yapılması tasarlanan sokakların bir kısmı da tamamlanmış...’
Başkent Palermo’yu için için kıskanan ve İtalyan’dan çok Avrupalı olmaya özenen Catania, limon ve portakal cennetiydi. Bu iki meyve de kentin simgesi haline gelmişti. Onların iddiasına göre, burada yetişen portakalın ve mandalinanın lezzetini, dünyanın başka bir yerinde bulmak olanaksızdı. Bunun nedeni de Etna’nın püskürttüğü küllerdi. Onlarla karışan topraktan bereket ve lezzet fışkırıyordu.
Kısa geziler insanı çok yorar. Her yeri göreceğim telaşı ile insan sokak sokak koşturup durur. Biz de öyle yapıyorduk. Catania’ya yarım gün ayırmış, bu süreye bir çok şeyi -alışveriş dahil- sığdırmayı planlamıştık. Önce bir koşu Duomo Meydanı’na gittik. Meydanın ortasında bir çeşme, çeşmenin üstünde lav taşından yapılma küçük fil heykeli vardı.
Heykelin arkasındaki meydanda pazar kurulmuştu. Balıkçılar büyük balıkları dilimliyor, küçük balıkları yıkıyor, jumbo karidesleri ayıklıyor, deniz kestanelerinin, kehribar renkli içlerini kavanozlara topluyorlardı. Balıkçıların diğer yanındaki alanda ise kasaplar marifetlerini sergiliyordu.
Omuz omuza bir kalabalık vardı. Ben o omuzların üstünden durmadan fotoğraf çekiyordum. Sanki bunlar daha önce görmediğim manzaralardı!.. Sanki Kumkapı’daki, Galatasaray’daki, Bostancı’daki, Kadıköy’deki o rengarenk balık pazarlarına hiç gitmemiş gibiydim!..
EMEKLİ TETİKÇİLER
En çok ilgimi pazarın biraz ötesindeki parkta biriken yaşlılar çekti. İş bekleyen işsizlere benziyorlardı. Bazıları, ağaç gölgesine koydukları bir masada kumar oynuyor, bazıları bastonlarına dayanmış sessiz sedasız oturuyorlardı.
Ülker, ‘eski mafya tetikçileri galiba’ dedi. Benzetmeyi çok sevdim. Gerçekten de işsiz kalmış, yaşlı gangsterlere benziyorlardı. Sanki mafyayı bekliyorlardı.
Onları orada bırakıp tekrar meydanlar, kiliselere, saraylara, eski kalelere, indirim yapan mağazalara döndük. Bir de baktık ki gün akşam olmuş.
Son bölüm haftaya kaldı: Dünyanın en güzel köyü Taormina ve Sicilya’da yeme-içme.