Süslü Budapeşte

Geçen hafta Budapeşte’nin, Buda tarafındaki asırlık sokaklarda dolaşmış, kenti Balıkçı Burcu’ndan kuşbakışı seyretmiştim. Sonra acelesiz, telaşsız bir yürüyüşle Zincirli Köprü’den geçip, Peşte tarafındaki cadde ve sokaklarda kentin ruhuna sızmaya çalışmıştım.

Zincirli Köprü’den geçip hemen Peşte’nin tarih sinmiş sokaklarına sapmadım. Acelem yok, vaktim çoktu. Kent nasıl olsa bir ahtapot gibi beni sarıp sarmalayacak, içine alacaktı. Önce sağa dönüp, bir süre Tuna kıyısında yürüdüm. Yeşillikler arasındaki Gellert Tepesi’ni, Buda’nın sırtlarını süsleyen görkemli sarayı seyrettim. Sonra gerisin geri dönüp, en büyük caddelerden biri Jozsef Attilla’dan yürüyüp, dar bir sokağa saptım. Birkaç metre sonra kendimi Vörösmarty Meydanı’nda buldum. Buraya, uzaktan gördüğüm küçük dükkanlar ve ızgaralardan yükselen kokular yüzünden sapmıştım. Aslında bu rastlantısal sapış iyi de oldu. Çünkü ülkenin en ünlü pastanesi Gerbeaud’u bulmak için, zaten burayı arayacaktım. Meydanı gezmeden önce, asırlık pastaneye oturup bir yorgunluk kahvesi içtim. Buradaki görüntüleri ve muhteşem tatları daha sonra anlatacağım.

Sızlayan ayaklarımı biraz teselli ettikten sonra, meydanda hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaştım. Tabii ki ilgimi en çok yemek satan tezgahlar çekti. Sobaların üstündeki büyük kazanlarda Gulaş kaynıyor, dev tavalarda sebzeler sote ediliyor, ızgaralarda sosisler ve şişe geçirilmiş tavuklar, görüntüleri ve yaydıkları kokularla seyredenleri tahrik ediyordu. İradeleri zorlayan bir andı. Biraz sonra kendimi bir masada, yanında patates salatası bulunan büyükçe bir sosisin başında buldum.

BİR TATLININ PEŞİNDE

Hazım yürüyüşünü, birbirinden şık mağazaların süslediği Vaci Sokağı’nda yaptım. Bu sokakta kentin geçmişine ait pek iz yoktu. Her yerde bulunan cinsten bir alışveriş caddesiydi. Bir yan sokağa sapıp, mağazaların ışıltısından uzaklaştım. Bir süre sonra Petöfi Sandor caddesinde yürüdüğümü anlayınca şaşırdım. 23 yıl önce kaldığım sokak önümde uzanıp gidiyordu. Önce etrafta belleğimde kalan kırıntıları aradım. Birkaç bina dışında pek bir şey hatırlayamadım. Kaldığım pansiyonun kapısında duraklayıp, yaşlı karı kocayı anımsamaya çalıştım. Sonra caddenin başlangıcındaki Ferenciek Meydanı’na çıktım. Bir pastaneyi arıyordum. Az sonra elimle koymuş gibi buldum. Adını unutmuştum: Jegbüfe’ymiş. 23 yıl önce bir gün bu pastaneye gelmiş, bir tatlı yemek istemiştim. O zamanlar rejim henüz değişmemiş, servis sektörü bu kadar gelişmemişti. Herkes kendi işini kendi görüyordu. Tatlıyı alabilmek için pastanenin bir ucundaki kasaya gidip, tatlının adını söylemem, parayı ödemem ve fiş almam gerekiyordu. Sonra fiş tezgahtara veriliyor, istenilen yiyecek alınıyordu. O zamanlar ortalıkta dolaşan garson falan yoktu. Sıra bana gelince Macarca bilmediğim için kasada oturan adama tatlının ismini söyleyemiyor, bekleyenlerin tepkisinden çekindiğim için sıradan çıkıyordum.

Üç gün hep aynı uğraşı vermiş ama o tatlıyı ısmarlamayı bir türlü becerememiştim. İşte şimdi fırsatı yakalamıştım. Pastaneye girip, pencere kıyısındaki bir masaya oturdum. Ne yiyeceğimi soran garsonu kolundan tutup tezgaha götürdüm. 23 yıldan beri hasretini çektiğim tatlıyı gösterdim. Sonra da afiyetle yedim. Öğrendiğime göre, 23 yıl sonra kavuştuğum ‘Kremeş Milföyü’ meğerse dünyanın en lezzetli milföylerinden biriymiş. Meraklılarına duyururum.

BİNALAR VE HEYKELLER

Sonra tekrar kentin sokaklarına daldım. Gezdikçe bu kentin, birçok Avrupa kentinden daha şık olduğunu gördüm. Bu 19. yüzyıl şıklığıydı. Okşayıcı ama biraz da abartılı bir şıklık. Murat Belge bu abartıyı şöyle açıklamıştı: ‘Macarlar 18. yüzyıldan başlayan birçok bağımsızlık mücadelesi verip bunlarda başarısızlığa uğradıktan sonra, 19.yüzyılın sonunda, Almanlar’ın gerisinde, ikinci sınıf insanlar olmadıklarını, kurdukları kentle kendilerine kanıtlamaya çalışmışlar. Şehrin binalarındaki görkemin -ve bir miktar hilenin- gerisinde, biraz da çocuksu olan ya da bugün öyle görünen bu gayret yatıyor. Onun için bu kentte tarih özel bir biçimde önemli...’

Binalara bakınca burada bir zamanlar mimarların, demircilerin, taş ustalarının, heykeltıraşların, yapı ustalarının kıyasıya yarıştıkları belli oluyordu. Binaların ön yüzleri heykeller, ferforjeler, rölyefler ve resimlerle öylesine güzel süslenmişti ki, bir binadan diğerine geçişim epey zaman alıyordu. Macarlar sadece binaları değil, geçmişe ait her şeyi korumuşlardı. Bunun en büyük kanıtı, kentin her yanını süsleyen heykellerdi. Her yaşayana bir heykel düşüyor desem abartmış olur muydum acaba? Heykeller sadece meydanları değil, parkları, evlerin ön yüzlerini, sütunları, köprüleri de süslüyordu. Bunlar sadece politikacılara, askerlere, ulusal kahramanlara ait değildi. Adını bilmediğim yazarlar, şairler, müzisyenler, bilim adamları da heykel olup geçmişten bugüne kalmışlardı.

Heykellere, muhteşem binalara baka baka, Nador Caddesi’nden Parlamentoya doğru ilerledim. Önce Etnografya Müzesi’ne girdim. Bu bina Parlamento için açılan yarışmaya sunulan projelerden biriydi. Görkemli bir yapıydı. Rönesans, Barok ve Klasisizm öğelerinin birleştiği bina, 1945 yılına kadar Yüksek Mahkeme olarak kullanılmıştı. Oradan çıkıp tam karşısındaki parlamento binasına yürüdüm. Tuna kıyısındaki bu bina, Almanya ve İngiltere’den sonra Avrupa’nın üçüncü büyük parlamentosuydu. Yirmi küsur yılda (1884-1906) inşa edilen bu gösterişli binanın uzunluğu 300 metre, en yüksek noktası 96 metreydi. 18 bin metrekarelik bir alanı kaplayan binada tam 700 oda vardı. Dış cephesini 300 heykelin süslediği bu binaya tam 27 ayrı kapıdan giriliyordu ve süslemeler için 40 kilo altın kullanılmıştı.

Parlamentonun yanındaki küçük parkta bir banka oturup, biraz ilerimdeki Attilla Jozsef heykelini seyrettim. Macarların radikal şairi de benim gibi yorgun görünüyordu. Elinde şapkası ile basamaklara oturmuş, kim bilir hangi şiirinin hangi mısrasını aklına yazıyordu!.. Enerjimi yerli yerine koyduktan sonra, kentin kılcal damarları olan ara sokaklardan döne dolaşa Budapeşte’nin en gösterişli caddesi Andrassy’e çıktım. Burada da binaların hepsi özenli, görülmeye değer, süslü ve taş ustalığının en iyi örnekleriydi. Ama Murat Belge bu konuda insanın aklını karıştırıyordu. Belge, bu caddenin yapılışını anlatırken şöyle bir açıklama yapmıştı: ‘Bu caddeyi açmak için buralardaki bir yığın tek ya da çift katlı evi yıkıp yerine gösterişli binaları yapmışlar; ama görünüşe aldanmayın! Koca kesme taş gibi duran o şeyler aslında ustaca yapılmış sıvalar. Altında tuğla var...’ Benim bu sava pek inanansım gelmedi.

Andrassy Caddesi’nin en görkemli binası olan Opera’nın önünde biraz oyalandım. Macaristan’ın en ünlü mimarı Miklos Ybl tarafından 1875-84 yılları arasında yapılan bu binanın masrafları için, İmparator Franz Joseph tam bir milyon altın forint vermişti. Burada konser izlemek epey keyifli olurdu ama, oteldeki görevliler bir hafta boyunca hiç yer olmadığını söylemişlerdi. Yine de binanın kapısında uzun bir kuyruk vardı. Onlar neyi bekliyorlardı acaba? Kahramanlar Meydanı’na yaklaşırken gözüme büyükçe bir kitapçı çarptı. Kapısından dalıverdim.

Macarlar, bildiğim kadarıyla Avrupa’nın en çok kitap okuyan milletiydi. Benim gibi bir başka işiniz de kitap yayıncılığı olursa, buradaki meslektaşlarınızı kıskanmadan edemezsiniz. Kitabın ne kadar çok satın alındığının ipuçları kapıdan girer girmez görünüyordu. Müşteriler, tıpkı süpermarketlerde olduğu gibi kollarına birer alışveriş sepeti asıyorlardı. Bu sepetler biraz sonra kitapla doluyordu. Ama ülke AB’ye üye olduktan sonra pahalılık kitaba da yansımış, sepetler yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştı.

KAHRAMANLAR MEYDANI

Andrassy’nin sonundaki Kahramanlar Meydanı’nın (Hösök Tere) ortasında uzunca bir sütun, sütunun zirvesinde kanatlı Cebrail heykeli vardı. Meydanı çevreleyen yarım dairelerde ise Macar kralları yan yana dizilmişti. Krallara saygılarımı sunup, kalan son enerjimle Dozso György caddesine saptım, Szechenyi Hamamı’na doğru yürüdüm. Budapeşte, Avrupa’nın belli başlı kaplıca kentlerinden biriydi. Onun için kentin kaplıcaları çok ünlüydü. Osmanlılar da buraya birçok hamam yapmışlardı. Rudas, Racfürdo ve Sokollu Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kiraly o günlerden kalan hamamlardı. Hayvanat bahçesinin tam karşısındaki Avrupa’nın ilk hamamı Szechenyi geniş bir alanı kaplıyordu. Binanın avlusundaki sıcak su dolu havuzlar, şifalı sularının yanı sıra burada mayoyla oynanan satranç turnuvalarıyla da ünlüydü. Söylentilere göre bu havuzlar, sosyalizm devrinde rejim muhaliflerinin buluşma ve konuşma -gizli- yeri olmuştu.

Kentin gerisi, en önemlisi yiyeceği, içeceği, lokantaları, pastaneleri haftaya kaldı. Kolesterol yüklü lezzetleri merak ediyorsanız haftaya buluşalım.
Yazarın Tüm Yazıları