Yolları özlemişim. Baharı bahane edip iç Ege’ye doğru yelken açtım. Ovalarda doğanın uyanışını, zirvelerde gözlerden gizlenmiş cennetleri gezdim. Bazı kasabalarda geçmişin izlerini izledim. Tabii yol üstündeki lezzetleri de ihmal etmedim.
Çoktandır sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, geçenlerde telefon edip, ‘Yola çıkmanın tam zamanıdır... Baharı kaçırmayalım’ dedi. Hastaya ilaç sorulur mu?.. Hemen haritayı açıp, iç Ege’yi kapsayan bir rota çizdim. Rotayı çizerken, Fransız bilim adamı Charles Texier’in kitabından, John Freely’nin Türkiye Uygarlıklar Rehberi’nden ve Friedrich Sarre’nin Küçükasya Seyahati adlı kitabından yardım aldım. Daha sonra çantamı kontrol edip, eksik malzemeleri tamamladım. Çoktandır direksiyon sallamadığım için yolları çok özlemiştim. Arabamın da yolları özlediğini hissedebiliyordum. Hareket gününü dört gözle bekledim.
Pendik’ten sabahın erkeninde bindiğimiz hızlı arabalı vapur, 45 dakika sonra Yalova’ya yanaştı. Halbuki reklamlarında 36 dakika yazıyordu. Modern bir araçtı. Arabanızı park edip, üst kattaki lüks salonda çayınızı, kahvenizi içiyor, karnınızı doyurabiliyordunuz. Gideceğimiz yerde her hangi bir bekleyenimiz olmadığı için, 9 dakikalık gecikmeye pek aldırmadık. Yalova, Bursa derken yol kıyıları renklenmeye başladı. Sarı çiçekli katır tırnakları, pembe, beyaz çiçeklerle tarlaları süsleyen ağaçlar, göz alabildiğine uzanan yeşil tepeler... Gök yüzünde, kuşlarla yarış eden beyaz bulut kümeleri nereye uçuşuyorlardı acaba? Baharı daha iyi görebilmek için direksiyonu Zeki’ye emanet etmiştim. O sürüyor, ben ise pencereden akıp giden muhteşem tabloları seyrediyordum. Toprağın bahar mahmurluğunu izlemeyi çok seviyordum. Onun için her bahar başında yollara düşüyordum. Mustafa Kemalpaşa’nın o muhteşem tatlılarını, Susurluk’un teneke tulumuyla yapılmış tostlarını ve köpüklü ayranını bir hızla -ve yutkunarak- geçip, Balıkesir’den Akhisar’a indik. Yola çıkarken planımızı yapmıştık: Öğleye doğru Akhisar’da olacak ve Ramiz’de köfte yiyecektik. Biz oraya vardığımızda köfte zamanı gelmişti. Zeki arabayı park ederken, ben köfte kokusuna doğru ilerliyordum.
Ramiz’in köftesi kadar onlarca çeşidin bulunduğu salata barı da ünlüdür: Piyaz, haşlanmış kuru börülce, kurutulmuş domates, taze ve kuru soğan, tere, kuzu kulağı, roka, marul, domates, zeytin, sivri biber, turşu çeşitleri, rendelenmiş havuç, turp, maydanoz, taze dere otu, taze nane... Ben her seferinde hangisinden alacağımı şaşırır, tabağımı tepeleme doldururum. Yine öyle yaptım. Pamuk gibi pidenin üstüne konmuş bir buçuk köfteyi, salata eşliğinde afiyetle yedim. Köfteler her zamanki gibi hem iyi pişmiş hem suyunu saklamıştı.
Aslında bu gezi aynı zamanda bir ‘köfte gezisi’ oldu. Akhisar’da Akhisar Köftesi, Manisa’da Manisa Kebabı, Tire’de Tire Köftesi, Ödemiş’te Yağlı Kebap, Salihli’de Odun köftesi yedik. Manisa’da pidenin üstüne çekilip tereyağı gezdirildikten sonra yenilen, Tire’de domatesli sosla birlikte servis edilen, Ödemiş’te, kırmızı biber, salça ile hazırlanmış yağa banılan ekmekle birlikte sunulan, Salihli’de meşe odunu közü üstünde ızgara edilen köftelerin tadı muhteşemdi. Aslında her bir köfteye ayrı bir destan yazılabilirdi!..
İzmir’de otoyola sapmadık. Çünkü hızlı gidince bahar pencereden akıp gidiyor, renkli bir çizgiye dönüşüyor, güzellikler görünmüyordu. Bornova’dan Kemalpaşa’ya, oradan Dağkızılca’ya indik. Çevre düzlükleri, zeytin ve incir ağaçları ile süslemişti. Kasabaya yaklaşırken her yeri zeytin ormanları kapladı. Taş evleri, zeytinyağı fabrikaları ile varlıklı bir yere benziyordu. Zeytinyağı’nın bereketi kokusuyla birlikte tüm Dağkızılca’ya sinmişti. Torbalı’dan sonra, Küçük Menderes Ovası tüm zenginliği ile görüntüye girdi. Ovanın dört bir yanında bir telaş vardı. Tarlalar sürülüyor, meyve ağaçlarının dibi çapalanıyor, bağlar havalandırılıyor, çobanlar kuzulu koyunların peşinde koşturuyorlardı. Kuşlarda bir daldan diğerine konup, birbirlerine baharı müjdeliyorlardı.
Tire’ye yaklaşırken bu bereket fışkıran ovaya, sanayiinin sızmaya başladığını gördüm. Geleceği düşünüp irkildim. Ovanın diğer ucundaki Ödemiş, pazar tatilinin rehavetini yaşıyordu. Sokaklar insansız, dükkanlar kapalıydı. Yağlı kebap yapanlar da mangalları yakmamıştı. Texier’den öğrendiğime göre 1800’lü yıllarda burada 1200 hane Türk, 700 hane Rum ve 400 hane de Ermeni yaşıyordu. 1840 yılında yapılan Rum kilisesinin inşaatı için, ‘Rum milleti’nden 500 bin kuruş toplanmıştı.
OSMANLI KASABASI
Ödemiş’i geçip, 8 kilometre ötede, Bozdağ’ın eteğindeki Birgi’de kontağı kapattık. Bozdağ’dan kopup gelen öfkeli sel suları, Birgi’nin ortasında bir dere oluşturmuştu. Suların eski öfkesi yoktu artık. Kenarındaki hayıtların, mersinlerin, zakkumların, çınar ve defnelerin gölgesinde, koca yatağının ortasında incecik bir su olmuş ovaya doğru iniyordu. Sağımıza dereyi solumuza evleri alıp yokuşu tırmanmaya başladık. Evlerin çoğu siyah-gri kayrak taşı ile yapıldığı için çevrede kasvetli bir renk hakimdi. Halbuki Texier, 19.yüzyıl ortasında gittiği Birgi’yi başka türlü anlatıyordu: ‘Türlü renklere boyanmış evleri ona alışılmış Müslüman şehirlerinde bulunmayan neşeli bir hal ve zengin bir görüntü verir...’ O mu yanılmıştı, yoksa renkler mi silinmişti acaba?
Birgi adını, buradaki Bizans yerleşim merkezi Pyrgion’dan almıştı. 14. yüzyılda Aydın beyi burayı ele geçirdikten sonra adı Birgi olarak anılmaya başlandı. Yokuşun ortasına doğru karşıma çıkan Çakır Ağa Konağı’nın güzelliği beni adeta büyüledi. 18. yüzyılın son çeyreğinde, zengin bir tüccar olan Çakırların Tahir Ağa tarafından yaptırılan bu konak, çevrede ayakta kalabilen en güzel Osmanlı yapılarından biriydi. Dış ve iç duvarlar, odaların tavanları çeşitli motiflerle bezenmişti. Anlatılana göre Çakır Ağa’nın iki eşi vardı. Eşleri geldikleri yerleri özlemesinler diye Ağa, İzmirli eşinin odasının duvarına İzmir manzarası, İstanbul’lu eşinin odasına da Boğaz manzarası çizdirmişti. Üç katlı ve U biçimindeki konak Kültür Bakanlığı tarafından tam 13 yılda restore edilmişti.
ULUCAMİDE’Kİ ŞAHESERLER
Konak’ta geçmişi düşledikten sonra yokuşu tırmanmaya devam ettim. Evlerin bazıları restore edilmiş, eski güzelliğine kavuşturulmuştu. Bazıları ise kaderlerine terk edilmişti. Baharın başı olmasına rağmen güneş kendini hissettiriyordu. Onun için yürürken heybetli çınarların gölgesini izliyordum. Tepedeki meydanlıkta Birgi’nin en önemli yapısı, 1312 yılında Aydın Emiri Mehmet bey tarafından yaptırılan Ulucami yükseliyordu. Cami, bir başka antik yapıdan alınan mermer bloklarla inşa edilmişti. Minarenin gövdesi, baklava biçimi verilmiş kırmızı ve turkuvaz renkli tuğlalarla örülmüştü. Caminin pencere kanatları başlı başına bir sanat harikasıydı. Selçuklu üslubunun tüm ustalığını ve güzelliğini bu ahşap kanatlarda görmek mümkündü. Minber kapısı ise insanı büyüleyecek cinstendi. 3000 parçadan oluşan bu kapıda hiç çivi kullanılmamıştı. Kapı Mağribi Abdülvahitoğlu Muzafferüddin tarafından tam sekiz yılda yapılmıştı. Bu kıymetli eser 1993 yılında çalınmış ve İngiltere’ye götürülmüştü. Uzun uğraşlardan sonra geri alınıp yerine konmuştu.
Ulucami’den sonra, İmam Birgivi Medresesi’ni, Sultanşah Türbesi’ni ve Şefikbey Yağhanesi’ni gezip, Bozdağ’ın eteğini süsleyen bu eski kasabayla vedalaştık.
Vakit akşama yaklaşmış, yorgunluk omuzlarımıza çökmüş bir vaziyette, Menderes Ovası’nda bir yılan gibi uzanan yoldan Tire’ye doğru hareket ettik. Haftaya rotanın devamı var: Tire’de güneş batımı, Bozdağ’ın zirvesi.