Bu kez Afrika’nın okyanus kıyılarına, Fas’a gittim. Gittim ama çölde kum tepelerinin arasında koşuşturmaktan kentleri yeterince göremedim. Kazablanka’nın gizemini, Marakeş’in Binbir Gecesi’ni tam anlamıyla yaşayamadım. Yani Fas’ın tadı damağımda kaldı.
İstanbul karla cebelleşirken, ben çölde araba kullanmak için Fas’a doğru uçuyordum. Katılacağım kursu, Nissan otomobil firması düzenlemişti. Üç gün boyunca kuma batmadan araba sürmeyi, çölde yön bulmayı öğrenecektim. Uçsuz bucaksız kum tepelerinin arasında araba kullanmayı bilmek, bundan sonraki yaşam diliminde ne işime yarayacaktı bilemiyordum ama, bugüne kadar görmediğim Fas’a gitmek için iyi bir bahaneydi.
İstanbul-Kazablanka arası tam 4 saat 20 dakika sürdü. Uçuşun uzun olacağını bildiğim için çantama Paul Bowles ile Faslı yazar Driss Chraibi’nin kitaplarını atmıştım. İki kitapta anlatılan öyküler, Fas’ın çeşitli kentlerinde geçiyordu. O öykülerde ülkeyle ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Anlatılanların kurmaca olduğunu biliyordum ama benim derdim öykü kahramanlarından çok, fondaki kentler, sokaklar, mekanlarlaydı.
Uçak Kazablanka’ya indiğinde hava pırıl pırıl güneşliydi ama çok sıcak değildi. Okyanus’tan kopup gelen soğuk rüzgarla kucaklaşınca, çantamı yanlış giysilerle doldurduğumu anladım. Yanıma ince yazlık şeyler almıştım. Afrika’nın bu mevsimde de sıcak olacağını düşünmüştüm nedense. Afrika bana hiçbir zaman soğuğu çağrıştırmamıştı zaten. Kenti tanımak için beş saat vaktim vardı. Bu süre içinde ne görürsem yanıma kár kalacaktı. Kazablanka gibi bir kenti, bu süre içinde tanıyamayacağımı bildiğim için telaşlanmadım. Kendimi rehberin insafına terk ettim. Aslında bu gezide konakladığım Marakeş’i de, Ouarzazat’ı da koşuşturmaktan doğru dürüst göremedim. En çok çölde kaldım. Uçsuz bucaksız kum tepelerine bakarak da, Fas hakkında pek bilgi sahibi olamadım. Onun için bu yazıda Fas’ın kentleriyle ilgili pek detay veremeyeceğim. Bu yazı daha çok "yol notları" ağırlıklı olacak.
KORSAN YATAĞI
Bizi havaalanından alan minibüsün penceresine başımı dayamış, kentin ilk görüntülerini yakalamaya çalışıyordum. Portakal ağaçları, güneşle yıkanmış beyaz binalar, düzgün caddeler, çoğunluğu dört çeker olan otomobiller... İspanyolca "Beyaz Ev" anlamına gelen Kazablanka, camın önünden akıp giden görüntülere bakılırsa güzel bir kente benziyordu. Rehber, başı örtülü, Fatma adında bir Berberi kızıydı. Düzgün İngilizcesiyle bir makine gibi tıkır tıkır anlatıyordu. Cümleler söylene söylene tüm ruhunu yitirmişti sanki. Fatma, Kazablanka’yı anlatabilmek için kaçıncı kez aynı kelimeleri peş peşe sıralıyordu kimbilir?
Kulağıma çalınanlara göre, bugünkü kentin yerinde 12. yüzyılda Anfa adında bir Berberi köyü vardı. Burası bir korsan yatağıydı. Köyün limanına saklanan korsan gemileri, Hıristiyan tüccarlarına soluk aldırmıyorlardı. Sonunda Portekiz donanması, Anfa köyünü 1468 yılında yerle bir etti. Tüm korsanları hurma ağaçlarında sallandırdı. 1515 yılında bölgeye dönen Portekizliler, burada Casa Branca (Beyaz Ev) adında yeni bir köy kurdular. Köy büyüdü, önce İspanyol tüccarları, sonra Fransız bohemleri ve diğer Avrupalı maceraperestleri konuk etti. Geçmişi böylesine Avrupalı olan Kazablanka, bugün Fas’ın en önemli liman kentlerinden biri oldu.
Minibüs önce kentin önemli mekanlarından biri olan V.Muhammed Meydanı’nın etrafında dolaştı. İtalya’da bütün yollar nasıl Roma’ya çıkıyorsa, Kazablanka’da da yollar bu meydanda başlıyor ve dört bir yana uzanıp gidiyordu. Şık mağazalar, işyerleri, oteller, sinemalar, restoranlar hep bu meydanın çevresine sıralanmıştı.
Minibüs meydan turunu tamamlayıp, eski kentin (Medina) girişinde durdu. Bir acele arabadan inip, bir koşu eski belediye sarayının muhteşem oymalarla süslü duvarlarını, mavi-yeşil çinili avlularını gezdik. Gerçekten de epey göz nuru, el emeği dökülmüş bir binaydı. Sonra eski sokaklardan geçip, sarayın avlusunda, yüksek duvarların arkasına gizlenmiş binayı görmeye çalıştık. Ben bir şey göremedim ama, Fatma yapının içini dışını bir güzel anlattı. Aslında anlattığı detayları onun da görmediğini tahmin edebiliyordum!
OKYANUSUN CAMİSİ
Sonra tekrar minibüse binip, okyanus kıyısına gittik. Gidince de 2. Hasan Camii ile karşı karşıya geldik. Okyanusun uçsuz bucaksızlığına bakan bu muhteşem cami, gerçekten de modern mimarinin mücevherlerinden biriydi. Bir kule gibi gökyüzüne uzanan, üst kısmı mavi çinilerle bezeli 173 metre yüksekliğindeki minareden uzun süre gözümü alamadım. Rehber Fatma’ya göre 2. Hasan cami yapılırken şunları söylemişti: "Bu camiyi suyun üstünde yaptırmak istedim. Çünkü Kuran şöyle der: ’Allah’ın tahtı suyun üstündedir.’ Bu camiye gelecek cemaat toprak üstünde olacaktır ama, bulunduğu yerden Allah’ın gökyüzü ile okyanusunu seyredecektir."
80 bin kişinin aynı anda namaz kıldığı bu muhteşem camiyi, kapalı olduğu için gezemedim. Çevresinde dönmekle yetindim. Sonra kalabalıkların sıra sıra oturduğu bir duvara yaslanıp, okyanustan kopup gelen yorgun dalgaları seyrettim. Bu dalgalar kim bilir, hangi uzak sahilleri okşadıktan sonra burayla kucaklaşmışlardı. Okyanustan esen rüzgar oldukça soğuktu. Çevreme baktım, erkeklerin ve kadınların çoğu kalın celebalarına sarılmış, başlıklarını da başlarına geçirmişlerdi. Ben ise yazlık keten ceketimin içinde titriyordum.
Camiden sonra Fatma iki seçenek sundu. İsteyen alışverişe gidecek, isteyen Hyatt Oteli’nin Ritz barında Humphrey Bogart’ı anacaktı. Tereddütsüz ikinci seçeneği seçtim. Bara girince önce, Bogart’ın "Kazablanka" filminin kareleriyle karşılaştım. Bütün duvarlar Bogart’ın ve Ingrid Bergman’ın fotoğraflarıyla süslenmişti. Barın hemen karşısındaki piyanonun bulunduğu yerde ise dev bir Humphrey Bogart posteri duruyordu. Sanki Bogart, piyaniste burada "bir daha çal Sam" demişti. Aslında Kazablanka’da böyle bir yer yoktu ama, bütün barlar filmin tüm dünyada yarattığı sansasyonu paraya dönüştürmeye çalışıyorlardı. Umberto Eco’nun, "tüm filmlerin anası" nitelemesini yaptığı film sayesinde 1940’lı yıllarda Kazablanka tüm dünyanın gözdesi olmuştu. Barın bir iskemlesine oturdum. Bir bardak şarap ısmarladım. Sabahın köründen beri koşuşturup durmaktan yorulmuştum. İlk yudumla gevşeyip, Bogart’ın fotoğrafına bakarak kenti düşünmeye çalıştım.
Kazablanka aslında, dünyanın kaderinin belirlendiği önemli bir kentti. II. Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchill, burada bir araya gelip, Almanya’nın yoğun bir şekilde bombalanmasını, Fransız direnişçilerin desteklenmesini, Almanya, İtalya ve Japonya’dan kayıtsız şartsız teslim olmalarının istenmesini kararlaştırmışlardı. Bu kent böylesine önemli bir geçmişi tarihine not düşmüştü. Fatma tüm bunları bilmiyor muydu acaba? Veya bunları bizlere anlatmaya değmeyecek lüzumsuz detaylar diye kendisine mi saklamıştı? Bardan kalkarken ünlü "As Time Goes By" şarkısı çalmaya başlamıştı. Parçanın bitmesini beklemeden otelden çıktım.
Akşam yemeğinde Fas’ın milli yemekleri Tajin ve Kuskus ile tanıştık. Gezi boyunca da genellikle bu yemekleri yedik. Yemeklerden daha ileride bahsedeceğim için şimdilik geçiyorum. Yemekten sonra Fatma ile vedalaşıp havaalanına gittik. Yolculuğun ikinci etabı için, çöle açılan kentlerden biri olan Ouarzazate’ye uçacaktık. Gece yarısı havalanan uçağa bindiğimde, artık göz kapaklarıma söz geçiremez bir hale gelmiştim...
Ertesi gün uyandığımda, karşımda kızıl kahverengi bir kent buldum. Draa Vadisi ile Marakeş arasındaki dört yol ağzını tutan Ourazazate kenti, Fas’a gelen çöl gezginlerinin uğrak yeriydi. Kahvaltıdan sonra bahçede toplanıp, kurs hocası Fransız Manuel Mamane ile tanıştık. Ayaküstü ilk talimatları aldıktan sonra, kamyonetlere eşyaları yükleyip yola koyulduk. Bir aksilik olmazsa dört saatte 250 kilometre yol alıp M.Hamid’e varacaktık.
PALMİYE ORMANI
Kentten sonra yol ıssızlaştı. Nereye baksam kimsesiz, taşlı, kahverengi toprakları görüyordum. Uzaklardaki dağların tepeleri masa gibi dümdüzdü. Arada bir görüntüye giren köyleri seçmekte zorlanıyordum. Toprakla aynı rengi taşıyan evler, yaslandıkları tepelerde kaybolup gitmişlerdi. Arada bir gökyüzünde daireler çizen kerkenezler dikkatimi çekiyordu. Yıldırım hızıyla güvercin sürülerinin arasına dalıp, kaptıkları avlarla gözden kayboluyorlardı.
Önce birkaç palmiyenin süslediği vahaları gördüm. Sonra palmiyelerin sayısı arttı, ormana dönüştü. Haritaya bakınca, Draa Nehri’nin suladığı Draa Vadisi’ne girdiğimizi gördüm. Bir mola sırasında Manuel vadide milyonlarca palmiyenin bulunduğunu söyledi. Kavurucu sıcakta, palmiye gölgesini düşlemeye çalıştım.
İlk molayı büyükçe bir vaha olan Agdz’de verdik. Yol kenarındaki bir kahvede, Faslıların en gözde içeceği olan nane çayı içtim. Yeşil çay ve taze nane ile yapılan bu çayın hazmettirici, ferahlatıcı olduğunu o kahvede öğrendim. Fas’ta geçerli dil Fransızca olduğu için anlaşmakta zorlanıyordum. En büyük kentten, çölde yaşayan Bedevilere kadar çoluk çocuk herkes akıcı bir Fransızca konuşuyordu. Ben bu dili bilmediğim için, sorularımı çevirmenler aracılığı ile sormak zorunda kalıyordum.
Dar Azwaad’da yemek molası verdikten sonra, direksiyonu çöle doğru çevirdik. İlerledikçe yol daraldı, kızıl kumlar, çöl bitkileri göz alabildiğine uzandı.
Maceranın bundan sonrası haftaya kaldı. Çölde geceleme, kumlara bata çıka yolculuk, Marakeş’te Binbir Gece ve yemekler...