Krallar Vadisi’nin şatoları

Bu hafta size Fransa’nın az bilinen kırsal yüzünü anlatacağım.

Loire Nehri’nin suladığı bu vadi, birbirinden güzel şatoları, tarlaları, uçsuz bucaksız üzüm bağları, ortaçağdan kalma kasabaları, lezzetli yemekleri ve öyküleri ile insanı geçmiş dönemlere götürüyor.

Fransa denince çoğu gezginin aklına önce Paris gelir. Sonra biraz Nice, biraz Marsilya hatırlanır. Yeme içme düşkünleri için ise listeye Bordeaux ve Lyon girer. Aslında Fransa’nın gezilmesi, bilinmesi gereken bir başka yüzü de Loire Nehri’nin suladığı bereketli bölgedir. Fransızlar buraya "Krallar Vadisi" adını takmıştır ve Fransa tarihi burada yazılmış, en görkemli şatolar burada yapılmıştır. En güzel, en temiz, en mükemmel Fransızca’nın burada konuşulduğu söylenir. Onun için birçok masal buradan doğmuş, birçok ünlü yazar önemli eserlerini burada yaratmıştır.

Fransa’nın orta yerindeki bu bölgede yaşamın hızı yavaştır. Nehirler okyanusa varmak için hiç acele etmezler. Üstünde sülünlerin, kekliklerin uçuştuğu yemyeşil ovalar, tarlalar göz alabildiğine uzanır gider. Arada bir ormanlar görüntüye girer. Fransa’nın en lezzetli şaraplarının üretildiği üzüm bağları, yamaçları bir yorgan gibi örter. Yuvarlak kuleli, siyah kiremitli (arduvaz), sivri çatılı görkemli şatolar bu bölgenin süsleridir. Fransa’nın tarihi (hatta tüm Avrupa’nın) bu şatolarda biçimlenmiştir.

Baskısı tükenmiş olan, Rabelais’in yazdığı "Gargantua" adlı romanın üç ünlü çevirmeni, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat ve Vedat Günyol, kitaba yazdıkları önsözde bölgeyi şöyle anlatırlar: "Zengin, bereketli, şarabı bol bir topraktır burası. Ürünlerin en dolgununu, canlıların en gürbüzünü yetiştirir. Şişkin ve şendir, kırsal yaşadığı nimetler ve zevklerle beslenen insanları. Biraz kaba ve ilkeldir davranışları. Galyalı Ruhu dedikleri egemendir Fransa’nın bu bölgesine. Köylü derebeyliği bugün bile silinmemiştir oralardan."

DA VINCI’NİN MERDİVENİ

Son gezimi, Fransa’nın işte bu güler yüzlü bölgesine yaptım. Aslında gitmek için seçtiğim mevsim zamansızdı. Baharın başında daha çiçekler açmamış, ağaçlar yapraklanmamış, bağlar ve tarlalar yeşillenmemişti. Gidince gördüm ki, eğer mayıs ayında gelseydim kendimi cennette sanacaktım. Rehber arkadaşım Serdar Arnas’la birlikte, güneşli ama soğuk bir öğleden sonra, Charles De Gaul havaalanından kiralık bir arabayla yola çıktık. Orleans kentini geçtikten sonra otoyolu terk edip, Loire Nehri ile karşılaştık. Şatolar da bu noktadan sonra başladı. Meung-sur-Loire, Clery-Saint-Andre, Beaugency... Tüm bu şato sapaklarını geçip, Chambord okundan saptık. Önce ormanların içinden ilerledik. Her cinsten ağacın bulunduğu, uçsuz bucaksız ormanlardı bunlar. Sonra bahçelerin içinde dolaştık. Vadinin en güzel şatosu olan Chambord’a varabilmek için neredeyse yarım saat yol katettik.

Rönesans mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan şato gerçekten de görkemliydi. Salonun tam ortasından terasa kadar yükselen spiral merdiveni, Kral I. Francis’in davetlisi olarak bölgeye gelen Leonardo da Vinci tasarlamıştı. Şatonun 440 odası vardı, her odada da dev bir şömine bulunuyordu. Bu koca binayı ısıtabilmek için her kış bir ormanı kesmek gerekir diye düşündüm. Bazı odalarda duvarlara, kral ve kraliçelerin dev tabloları asılmıştı. Gördüğüm kadarı ile akraba evliliği yapan kraliyet ailesi çirkin bir sülaleydi.

Chambord’dan sonra yine ormanların, tarlaların, bahçelerin aralarından döne dolaşa Cheverny Şatosu’na vardık. Ağaçların arasına gizlenmiş şatonun beni en çok etkileyen yeri, iki bin geyik boynuzunun sergilendiği av odası oldu. Avcılar çevredeki tüm geyiklerin kökünü kurutmuştu anlaşılan. O dönemde köşkün sahibi olan kont Huraut’un av partileri dillere destandı. Yüzlerce köpek eşliğinde çıkılan avlarda, gerçek bir kıyım yaşanırdı. Çizgi roman kahramanı Tenten’in yaratıcısı Belçikalı Georges Remi Herge, bölgeye yaptığı bir gezi sırasında Cheverny şatosuna hayran kalmış, bazı maceralarında çizgi kahramalarını bu şatoda koşturup durmuştu.

Gezi boyunca kalacağımız Chinon kentine vardığımızda gün kararmış, hava ayaza çekmiş, karnımız iyiden iyiye acıkmıştı. Serdar, iyi bir yemeğin tüm yorgunluğumuzu alıp götüreceğini iddia ediyordu. Bölge şatoları, bahçeleri ve manzaraları kadar mutfağı ile de ünlüydü. Zaten oburluk destanı "Gargantua"nın yazıldığı bölgeden başka ne beklenirdi ki!.. Geyik, tavşan, yaban domuzu, yaban ördeği, sülün, keklik gibi av hayvanları, tatlı su balıkları, hamur işleri, çevre bahçelerde yetişen sebzeler, özellikle patates bölge mutfağının gözdeleri arasında yer alıyordu.

AKŞAMIN LEZZETLERİ

Akşam yemeği için gittiğimiz "Au Plaisir Gourmand" da, önce birer şampanya ile midemizin isyanını bastırdık. Sonra da mönüden lezzetli seçimler yaptık. Benim o akşam ne yediğimi merak ederseniz: Başlangıç olarak, yeşil sebzeler eşliğinde kaz ciğeri ile doldurulmuş yavru dişi ördek rulosu. Ana yemekte, yanında bütün olarak sote edilmiş maydanozlu küçük patatesler eşliğinde elmalı sülün göğsü. Tatlı olarak altüst edilmiş elmalı tart. Finalde de, taze ve yıllanmış keçi peyniri. Bu lezzetli yemeklere, bölge bağlarından damıtılmış kırmızı şarabın eşlik ettiğini söylememe gerek var mı!.. Söz şaraptan açılmışken; Loire Vadisi’nde üretilen Cabernet Franc üzümünden yapılan şaraplar, daha güneydeki Bordeaux bölgesi şarapları gibi gövdeli değildi. Daha az tanenli, daha hafifti. Av ve kümes hayvanlarıyla iyi uyum sağlıyordu.

Sonunda gece yarısına doğru, kentin yakınında bulunan bir ortaçağ köyündeki otelimize vardık. Buraya otel yerine pansiyon demek daha doğru olurdu. Çünkü 300 yaşındaki binada sadece beş oda vardı. Zaten çevrede bir çok böyle küçük otel-pansiyon bulunuyordu. Antika eşyalarla döşenmiş odamda fazla oyalanmadan uykuyla sarmaş dolaş oldum.

Serdar, ertesi gün için yoğun bir program yapmıştı. Onun için oyalanmadan yola koyulduk. Loire’ın büyük kollarından biri olan Vienna Nehri’nin kıyısından, suya dal atmış selvilere, dev kestane ağaçlarına, garip budanmış ıhlamurlara bakarak manzaranın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Arada bir, yol küçük kasabaların dar sokaklarına sapıyordu. Siyah kiremitli, dik çatılı evler asırlar öncesini bugüne taşımışlardı. Her kasabada, penceresinin sahanlığında renkli sardunyaların bulunduğu, camları tüllerle örtülü şık küçük lokantaların önünden geçiyorduk. Türkiye’de olmayan bu yol üstü lezzet durakları, gezilere başka bir heyecan katıyordu.

Vienna ve Loire nehirlerinin kucaklaştığı köşede, kasabaya tepeden bakan bir başka şatoya tırmandık. 15. yüzyılda inşa edilen Montsoreau Şatosu da Fransız edebiyatına konu olmuştu. Ünlü yazar Alexandre Dumas "Monsoreaulu Kadın" adlı romanında, bu şatonun kontesi güzel Fronçoise’nın hazin aşk hikayesini anlatmıştı. Zaten her şatonun başka bir öyküsü vardı, sadece gezdiklerimi yazsam kalınca bir kitap ederdi.

Montsoreau’dan sonra yine nehir kıyısını izleyip, Saumur kenti yakınlarındaki dünyanın en ünlü binicilik okulu "Ecole Nationale d’Equitation"a gittik. Atların maharetlerini izledik, olimpiyat şampiyonu binicilerle tanıştık. Sonra bir sonraki kasabadaki Bouvet-Ladubay şampanya firmasına kapağı attık. Firmanın yer altında, bir katedrale dönüştürdüğü 8 kilometre uzunluğundaki muazzam kavlarını gezip, tadım salonuna geldiğimizde soluk soluğa kalmıştık. Önce iki değişik beyaz, ardından bir pembe, finalde tattığımız kırmızı şampanyalar günün yorgunluğunu aldı götürdü. Şarapevinden çıkarken, başımın hafif hafif döndüğünü hissediyordum.

Öğle yemeğini yol üstündeki bir kasaba lokantasında geçiştirdik: Patatesli ısırgan otu çorbası, ayva marmeladı eşliğinde yaban ördeği, armutlu tart ve peynir tabağı.

Yokuşlar, şatoların merdivenleri, baş döndüren şampanyalar, lezzetli yemekler derken üstümüze bir ağırlık çöktü. Arabayı nehrin kıyısına çekip, bahar güneşinin ısıtmayan sıcağının altında bir süre şekerleme yaptık. Geziye ayrılan süre az, görülecek yer çok olunca insan nefes nefese kalıyordu. Kendimize gelince yine hışırdayan yulaf ve mısır tarlalarının, üzüm bağlarının arasındaki yollara daldık. Yollarda kimsecikler yoktu ve tarlaların üstünden yaban kazı sürüleri geçiyordu. Bu kuşların, geleceği tahmin eden kahinlerin ve büyücülerin dostu olduğunu bir yerlerde okumuştum. Onlara uzak diyarlardan haber taşırlarmış.

GÜNAHKARLAR MANASTIRI

Az gittik uz gittik, sonunda günün son durağı Fontevraud Manastırı’na vardık. Burası ülkenin en kutsal sığınaklarından biriydi. Keşişler, rahibeler, hastalar, cüzamlılar, pişmanlık duyan günahkarlar burada dertlerine çare ararlardı. Kral 15. Lui kurulmak istediği dört kızını buraya kapatmıştı. Kral II.Henry ile Aslan Yürekli Richard’ın mezarları da buradaydı.

Chinon’a döndüğümüzde karanlık iyiden iyiye bastırmıştı. Sokaklardan el etek çekilmişti. Bütün kırsal kesimlerde olduğu gibi burada da akşam erken başlamıştı. Bölgeyi iyi bilen Serdar, yaz akşamlarının daha hareketli olduğunu söyledi. Dünyanın dört bir yanından gelenlerin, kahveleri, restoranları doldurduğunu, şen kahkahaların yıldızlı gökyüzüne doğru yükseldiğini anlattı.

Akşam yemeği için "Le Parvis" in cam kıyısındaki bir masasına oturduk. Mutfaktan gelen kokular çok iştah açıcıydı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Bu yeme-içme diyarında diyet kelimesini silip atmaktan, birkaç gün dizginleri salmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım ve akşam yemeğini ısmarladım: Kaz ciğeri, kestane çorbası, enginar, yabani havuç, lahana, şalgam ve pırasa ile yapılmış IV.Henry’nin tavuklu türlüsü, Markiz de Goulaine’in cheescake’i. Gargantua, Balzac ve diğer şatolar, lezzetli yemekler haftaya aldı.
Yazarın Tüm Yazıları