Mehmet Yaşin

Eti ve bıçağı masada gördüğüm zaman heyecanlanıyorum

6 Kasım 2011
Tam bir et aşığı Cüneyt Asan (52). 10 yaşında bir kasap dükkanında çırak olarak başladığı bu aşk halen Günaydın Steak House’un patronu olarak devam ediyor. Etsiz bir gün bile geçiremeyen Asan en iyi et çeşitlerini, pişirmenin püf noktalarını, kendi geliştirdiği et kurutma tekniklerini anlattı

Etle dostluğunuz ne zaman başladı?
- 10 yaşında! ıstanbul’da, Bostancı kasaplar çarşısında ihtiyaçtan dolayı başlayan bir serüven benimki. Eve et girmiyor, paraya ihtiyacımız var. Okulda herkes simit yerken gazoz içiyor ben öyle bakıyorum. Dolayısıyla para kazanmam lazım ve kasap dükkanına çırak giriyorum. Giriş o giriş.
Ailede meslekten kimse var mıydı?
- Hayır. kasaplığı seçişimin en büyük sebeplerinden biri şuydu: Harçlığımı çıkarmanın yanı sıra eve et götürme şansım olacaktı. Ama ne olduysa oldu, işe girdikten sonra hem patronumu hem o dükkanın havasını, suyunu, üzerime sinen o et kokusunu da çok sevdim. O işle özdeşleşmiştim ki, beni aldı buralara kadar getirdi.
Et konusunda herhangi bir eğitim aldınız mı?
- Tanrının beni dünyaya bu iş için gönderdiğini düşünüyorum ve bunu her fırsatta söylüyorum. ınanılmaz bir ustam, patronum vardı. Bilgisi, kafa yapısı çok farklı olduğu için ufkumu ve yönümü açtı. O günden beri kendimi geliştiriyorum. 30-40 yıl önceki müşterilerim hep kaliteli insanlardı, bütün dünyayı geziyor, gördüklerini bana anlatıyorlardı. Ben de bütün bunları yaşamışım gibi dükkanıma uyarlardım. O yıllarda Avrupa’ya giden sayısı çok azdı, ben nasıl gidebilirdim ki!Bir de 365 gün çalışıyordum, halen de böyleyim, ölünceye kadar da böyle olacak. Ama şimdi tüm dünyayı geziyorum, bilgilerime bilgi katıyorum, artık bu imkanlara sahibim.
Bir zamanlar tezgâhın arkasındaydınız şimdi daha çok önündesiniz. Etle oynamayı özlediniz mi?

Yazının Devamını Oku

Babamın yaptığı pilavı bıçakla keserek yedik

30 Ekim 2011
Deniz Ülke Arıboğan’ı son 10 yılda Türkiye’nin önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanlarından biri olarak tanıdık. Yazdığı kitaplar, makaleler, akademisyenlik, rektörlük, annelik derken, mutfakta da çok başarılı olduğunu öğrendik. Bu özelliği annesinden geliyor. Ailenin efsanesiyse babasının kek kalıbında pişirdiği pilav

- Hem akademisyenlik hem de iki çocuklu bir ev kadını olmak zor mu?- Her ikisinin de abartıldığını düşünüyorum, o kadar da zor değil. Yemek bir şekilde pişiyor, akademisyenlikse öyle çok abartılacak yükler getirmiyor. Üstelik bir yandan da yöneticiyim. Tüm bu işleri severek yaptığım için bana çok zor gelmiyor. Bazı ev işlerini hiç sevmem, mesela bulaşık... Ama yemek yapmayı çok severim.
- Öğretim üyeliği, yazarlık, yöneticilik, konferanslar derken eve zaman ayırmaya nasıl fırsat buluyorsunuz?- O biraz güç aslında. Zaman zaman, çocuklarımı ihmal mi ediyorum acaba diye vicdan azabı duyuyorum. İşin iyi tarafı, çok erken yaşta anne oldum, 23 yaşımda oğlum kucağımdaydı. Şimdi oğlum 23 yaşında, kızım da 17. Yöneticilik dönemim çocuklarımın büyüdüğü yıllara denk geldi. Bu yüzden de çok büyük problem yaşamadım. Eşim de çok yoğun, neredeyse randevulaşarak görüşüyoruz. Dostlarımız bizimle dalga geçiyor. Sabahleyin çocuklarımızla öpüşüp, koklaşıp öyle ayrılırız. Her gün böyle bir fiziksel temas lazım, yoksa özlüyorum çocuklarımı.
- Çocuklarınız sizin yemeklerinizi seviyor mu?- Evet. Sabah kahvaltısı için sipariş verirler: Oğlum bazen patatesli omlet, kızım menemen ister. Menemeni parmesan peynirli yaparım, içine biber koymam. Bol domatesi sızma zeytinyağında pişiriyorum. İyice suyunu çektikten sonra, çırpılmış yumurtalarını koyuyorum. Üzerine, rendelenmiş parmesanı ekleyip hızlı hızlı karıştırıyorum, karabiber filan ekince güzel bir yemek oluyor.

ACIKINCA AKLIMA SUŞİ GELİYOR

- Evde davet verdiğinizde ne tür yemekler yaparsınız?- Tandır yapıyorum.  Kuzu budunu çok harlı ateşte çeviriyorum, kızartıyorum, altını kıstıktan sonra hiç tuz, karabiber koymadan, suyunu salmasını bekliyorum. Zaman zaman su ilave ederek pişiriyorum, pişmeye yakın tuzunu, karabiberini ve biraz biberiyesini koyuyorum. Bu yemeğimi çok seviyorlar, pilavla birlikte gerçekten çok lezzetli oluyor. Balık mevsiminde de lüfer yaparım. Güzel bir ızgaram var, lüferi de harlı ateşte kemiğini ancak pişecek kadar kızartırım. Sulu sulu olması lazım, onun için sadece deniz tuzuyla pişiriyorum. Yanında da mutlaka dilimlenmiş, sütte pişmiş patates yaparım.
- Yemek yaparken başınıza tatsız durumlar geldiği oluyor mu?- Gelmez mi! Bir ay önce mercimekli köfte yapacaktım: Mercimeği pişirirken kocaman bir kaynama balonu patladı ve gözümün içi, yüzüm yandı. İzi kaldı yüzümde, 5-6 ayda ancak geçermiş. Mercimeğin haşlama suyunun böyle patlayacağını tahmin etmedim. Bir anım daha var; yıllar önce levrek buğulama yapacaktım. Kremalı buğulamaya köri de ekliyorum. Körili bir sos hazırlamıştım, misafirler gelince balığı içine koyup fırına sürecektim. Evde çalışan kadın körinin kokusunu beğenmiyor, balık bozuldu diye olduğu gibi çöpe atıyor. O akşamı hiç unutamıyorum, misafire ikram edecek bir şeyim kalmamıştı.
- Dünya meseleleri, Türkiye’nin durumu... Mutfağa girdiğinizde bunlardan uzaklaşıyor musunuz?- Zaten o yüzden mutfağa giriyorum. Canım sıkıldığı zaman mutfağa girerim, yemek pişirmek kafamı boşaltıyor. Bir soğan kavurmak, domates sosunun pişmesini beklemek insanı her şeyden uzaklaşıyor. O an onlara konsantre olup, tüm dünyayı unutuyorum.

Yazının Devamını Oku

Karıma asılıyorsun gavur dedikleri için ağlayarak manavlığı bıraktım

23 Ekim 2011
Rumeli göçmeni Ali Şen’i işadamı ve Fenerbahçe Başkanı olarak tanıdık. Oysa o Türkiye’ye ilk geldiğinde manavlık yapmış. Danimarka’da ise kaynak işçiliği. Buyrun Ali Şen ile yaptığım, tıpkı renkli kişiliği kadar renkli yemek sohbetine...

- Çocukluğunuzun geçtiği Kosova’dan ne tür yemekler hatırlıyorsunuz?- Rumelilerin mutfağına unlu yemekler hakimdir. Bölge savaşlarla fakirleştiği için en çok kullanılan gıda maddesi undur. Rumeli böreği vardı, rahmetli annem çok yapardı. Boşnak böreğinden farklıdır, hep karıştırırlar. Rumeli böreği, Kosova’da yapılan tam Osmanlı böreği. Ispanaklısı, peynirlisi, kıymalısı ve kabaklı olanı var. Benim en fazla sevdiğim ıspanaklı, kabaklı sonra peynirlidir; kıymalısı az tercih edilir. Tepsi böreği var, bir de kol böreği... Müthiş lezzetli ama çok kalori alırsınız. Bir de tatlıları var, tezpişte, Üsküp... Bizdeki ekmek kadayıfının hafifi. Rumeli böreği elle açılan yufkadan yapılır. Evdeki ve teknedeki aşçılara Rumeli’deki akrabalardan ders aldırdık. Şimdi onlar da çok güzel börekler yapıyor.
- Anneniz iyi aşçı mıydı?- İyi değil çok iyi bir aşçıydı. Ayrıca Kosova’da kadınların pek çoğu iyi aşçıdır. Paşa köftesi çok ünlüdür. Paşa köftesi; kıyma, ıspanak ve yumurtadan yapılır. Sinan Paşa varmış zamanında ve ıspanak, yumurta ve kıymayı çok severmiş. Köfte de, ismini bu paşadan almış. İnce, çok lezzetli bir köfte. Paşa köftesi, ıspanak böreği bir de sebze yemeği favori yemeğimiz. Sebze yemeği nedir dersen; tepsiye tavuk, pirinç, soğan, domates suyu konur, fırına verilir, bu Kosovalıların kıymetli misafirlerine yaptığı sebze yemeğidir. Çocukluğumda bu üç yemeği çok severdim hâlâ da seviyorum.
- Babanızın mutfakla arası nasıldı?- Dışarıdan mutfağa bakardı sadece. O dönemdeki Kosovalı erkeklerin mutfakla alakası yoktu. Rumeli’deki Türkler tam Osmanlı terbiyesiyle yetişmiştir. Bu terbiyeyle yetişmiş erkekler, kadınların yaptığı işlerle hiç ilgilenmez.
- Türkiye’ye geldiğinizde neden manavlığı tercih ettiniz?- Türkiye’ye gitmek için yaptığımız başvurunun cevabı geldi. Sabaha kadar uyumadık, sevinçten ağladık. Abim, karısı, annem, babam ve ablam hep beraber geldik. Türkiye sınırına vardığımızda annem ve babam toprağı öptü. Abim, İstanbul Unkapanı’ndaki meyve halinde muhasebeci olarak işe girdi. Halde domates 20 kuruş, manavlarda iki lira. Bu farkı görünce “Bir manav dükkanı açıp zengin olacağım” dedim. Fatih Malta semtinde Atikali var, orada manav dükkanı açtım. Sebze satıyoruz, babam zaten bahçıvan, dükkanda o duruyor. Sabah eşek arabasıyla meyve halinden sebze ve domates getirip, ev ev dolaşarak satıyorum. İşe başlamamdan tam 23 gün sonra, çaldığım bir kapıyı, bıyıklı, çizgili pijamalı bir adam açtı, “Ulan gavurlar! Bizim karılara asılıyorsunuz” dedi. Ben karı kelimesini bilmiyorum, bizde kadına hanımefendi derler. Gavur kelimesi beni yıktı, hüngür hüngür ağladım. Orada manavlık hayatım bitti.

ÇOK GÜZEL MENEMEN VE KREP YAPARIM

- Danimarka’daki yaşamınız damağınızı nasıl etkiledi?- Danimarka’ya 1961’in ekim ayında kaynak işçisi olarak gittim. Petrol rafinerisi kuruyorduk. Danimarka’ya giden ilk Türk işçileriydik. Danimarka’daki yemekler bize çok uzaktı, Osmanlı mutfağıyla uzaktan yakından alakası yoktu. Ekmeğin üzerine tereyağı süreceksin, onun üzerine biraz mayonez, sonra balık veya karides koyacaksın, işte sana Danimarka yemeği. Danimarka’nın en ünlü yemeği, ortasında soğan bulunan büyükçe bir köftedir.
- Mutfakla aranız nasıl?- 49 yıllık evliyim, çok güzel menemen ve krep yaparım. Evliliğimin ilk yıllarında mutfağa çok girdim ama çok usta değilim.

Yazının Devamını Oku

Karikatür de yemek de aceleye gelmez

16 Ekim 2011
Latif Demirci, diğer meslektaşlarının aksine, yemekle ve mutfakla arası çok iyi olan bir karikatürist. Daha öğrenciyken bile beslenme çantasını kendi hazırlarmış. Bugün de evde yaptığı salatayı dışarıda bulamadığından yakınıyor. O yüzden hazır yemek söylemektense her şeyi kendisi pişirmeyi tercih ediyor

 Karikatür ve yemek arasında bir benzerlik, bağlantı var mı?- İkisinde de detay ve titizlik gerekiyor. Gelişigüzel çizemem, yemekte de aynı şeyi yapıyorum. Pişirmesinden tabağa konma şekline kadar her şeyinde titizimdir. Yemek bence bir başkasına tarif edilemez. Senin bildiğin, yazılı olmayan bir tarif vardır. Ölçü senin elindir. Tariflere bakmam, benim bir ağız tadım var ve ben ona göre yapıyorum.
 Peki karikatürcüler neden kötü beslenir?- Dergilerde olurdu o kötü beslenme, dergilerden çekilip eve dönünce daha doğru besleniyorlardır herhalde. Dergilerde sabahlarsın, Kürt böreği gelir, ekmek arası salam gelir, hamburger gelir, atıştırılır. Hep iştesindir, ara vermemek için masana gelenle yetinirsin. Ben ara vermeyi de atıştırmayı da sevmiyorum.
 Yaratıcılıktan uzaklaşmamak için mi yemekten kaçıyorlar?- Başka bir şeyle ilgilendiğin zaman yaratıcılık kaçabiliyor. Ben çalışırken yemeği falan düşünmem, televizyonu bile açmam. Telefon konuşması bile kafayı dağıtabiliyor. Çizerken sadece sigara, kahve, çay içiyorum.

YEMEK MASASINDA İNSAN SESİ OLACAK

 İlham veren bir yemek var mı?- Hayır, öyle bir yemek yok. Uzun pişmiş yemekleri severim, iki-üç saat tencerede pişmiş eti severim. Tencerenin başında yemek pişene kadar beklerim, kapağın açılmaması gerekir ama ben sabredemem.
 Press Bey ne tür mutfağı sever?- Press Bey’in evinde Güllü Hanım var, yemek işi ondan soruluyor. Hani her ailede, yaşlı teyze ya da hala, güzel yemek yapan biri olur ya, Güllü Hanım öyle biri. Tencere yemekleri yapıyor. Press Bey Batı türü yemekleri dışarıda hallediyor, evdeyse tencere yemekleri yiyor. Koruma Sabit desen, o ekmek arası kavurmacı.
 Hangi yemek yüreğini titretir?- Tek bir yemek ismi söylemeyeyim ama üstüne yoğurt konan tüm yemekleri çok severim. Nedenini bilmiyorum, yoğurtlu bakla, yoğurtlu ıspanak, yoğurtlu patlıcan en sevdiğim yemekler. Yurtiçi ya da yurtdışı fark etmez, mutfak eşyaları satan mağazalara girerim, işim de olsa, acelem de olsa bakarım, ellerim.

Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar altındı

10 Ekim 2011
Haliç, “iç deniz” demek ama ona hep altınlı yakıştırmalar yapılmış. Aslında, güneş batarken Galata sırtlarından bakarsanız, boşuna altın tanımlaması yapılmadığını anlarsınız. Çünkü o saatlerde Haliç’in suları altın gibi parıldar, insanın gözünü kamaştırır.

Haliç’in her iki yakasının uzunluğu 16 kilometredir. Kasımpaşa ile Cibali arasında kıyılar birbirine iyice yaklaşıp, kayıkçıların işini kolaylaştırır.

Haliç’in bugününü anlatmak, pek keyifli olmasa gerek. Çünkü renkli cümleler kurduracak görüntüleri, heyecanlı satırlara konu olacak yaşamları, sayfalar dolusu kitaplar yazdıracak öyküleri bulmak artık olanaksız.

 

Örneğin İlhan Berk’in, geçmişini anarken bulamadığı anılar gibi:

“Ben/ Haliç’in çocuğuyum/ Neredesin İzmirli Muhtar Amca/ Ayakabıcı Dayko/ Berber Kani/ Nerelerdesiniz.../ Çocukluk arkadaşlarım/ Nerede top oynadığımız çadırlar/ Bacası duman tüten fabrikalar/ Nereye karıştı.../ Haliç sularındaki mavi düşlerim/ Çocukluk anılarım/ Nerede iskeleye yanaşan son vapurlar/ Oturmaya gelen anneannem/ Ak sakallı dedem/ Neredesiniz anneciğim, babacığım/ Nerede Haliç’teki ayak izlerim?”

 

Eğer zamanınız olsaydı ve bir sabahınızı Haliç’e ayırsaydınız, Piyer Loti’nin gördüklerini siz de görür ve onun gibi, Haliç için şu güzel cümleleri kurabilirdiniz: “Haliç’in nihayetinde, Eyüp’ün muazzam peyzajı... Çok eski ağaçlardan mürekkep bir ormandan, mermer beyazlığıyla çıkan mukaddes cami ve sonra müzlim renkler taşıyan ve içine mermer parçalar serpilmiş mezarlıklarıyla hakiki bir ölüm şehri olan hazin tepeler... Sağda, üzerinde binlerce yaldızlı kayıklı Haliç, küçültülmüş bir şekilde bütün İstanbul, kubbe ve minarelerini birbirine karıştıran camiler...”

 

Yazının Devamını Oku

Sevdiğiniz insanların karnını doyurmak süper egonun bize yaptığı en süper kıyak

9 Ekim 2011
Gaziantepli ve mutfakta harikalar yaratan bir annenin kızı olan Zuhal Topal tıpkı annesi gibi yemekle çok haşır neşir. Her ne kadar ilk yaptığı yemek portakal kabuğu haşlaması olsa da şimdi karides güveç dahil pek çok yemekte usta. Topal, sevdiklerine yemek yapmayı çok seviyor ancak ne kendisinin ne de başkasının sofraya yalnız başına oturmasına razı gelemiyor

- Çocukluk yıllarınızın mutfağından neler hatırlıyorsunuz?- Dedemizden yadigâr aile apartmanında, altlı üstlü dört aile yaşıyorduk. Amcalar, kuzenler, yengeler hep bir aradaydık. Kahvaltılar, iftarlar, bayram yemekleri tam bir seremoni ve festival tadındaydı. 30 yıldır bu gelenek devam ediyor. Bu yüzden bizim ailede mutfak, evin en çok vakit geçirilen, en popüler, en keyifli, sofra başı muhabbetlerinin yapıldığı bölümüydü. Hâlâ da öyledir.
- O yıllardan aklınızda kalan yemekler hangisiydi?- Ahhh ahhh, hangisini unutabildiğimi sorsanıza... Vallahi inanın annem diye söylemiyorum, hâlâ onun gizli gizli bir yerlerde aşçılık yaptığı kanaatindeyim. Yani o derece hamarat ve eli lezzetli bir kadın.  Şunu söyleyeyim ki, kendisi Gaziantepli olup asıl çiğ köftesi yıkılıyor.  Annemin doğum günlerimizde yaptığı çikolatalı pastalarını ve babaannemin kadınbudu köftesi kült olmuştur benim nazarımda.
- Babanız da mutfağa girer miydi?- Evet ama bugün yemekte acaba ne var diye bakmak için girerdi.
- Siz ne zaman mutfağa girdiniz ve ilk ne pişirdiniz?- Portakal kabuğu haşlaması. Çocukluk yıllarımda, akşamları genelde cümbür cemaat Şefik Topal rezidansının roofunda, yani bizim apartmanın en üst katında oturan babaannemde toplanırdık. Bir akşam meyve faslından sonra, kuzenim Deniz’le birlikte portakal kabuklarını bir güzel doğrayıp, suyun içinde haşladık, herkese de yedirdik. Çocuğuz ya, hevesimiz kaçmasın diye kimse de gıkını çıkaramamıştı. Sonra annem, “Kızım biz insanlar buna yemek demiyoruz” diye beni uyandırmış, bana daha yeyilesi bir şey olan puding yapmayı öğretmişti.
- Yemek pişirmekle aranız nasıl? En iyi pişirdiğiniz yemeğin tarifini verir misiniz?- Mutfakta vakit geçirmekten çok keyif alırım. Çevremden aldığım duyumlara göre en iyi karides güveç yapıyormuşum. Efendim öncelikle karidesleri bir güzel ayıklarım. Sonra yıkar, bir baş soğanı ince halkalar halinde doğrayıp, bir kaşık sıvı yağda soğanları hafifçe kavururum. Üstüne karidesleri de ilave edip, ikisini bir arada çevirdikten sonra üzerine mantarları doğrayıp eklerim. İki tane olgun domatesi, küp küp doğrayıp karışıma eklerim. Domatesler suyunu çektikten sonra altını kapatırım, karışımı güveçlere kardeş payı yaptıktan sonra, üzerlerine kaşar rendesi serpiştirip, 200 derecelik fırına verip kaşarlar eriyinceye kadar pişiririm. Sonra servis edince ne gam kalır ne tasa, afiyet olsun.
- Evinize gelen konuklara yemeği kim pişirir?- Ben pişiririm, hem de büyük bir hevesle. Yemek pişirmenin bence en önemli noktası, keyif alarak, içinizden gelerek yapmak. Karnımızın doyması, ilkel benliğimizin en temel dürtüsü olabilir ama sevdiğiniz insanların karnını doyurmaksa, süper egonun bize yaptığı en süper kıyak.

KURU FASULYE - PİLAV DÜETİ

Yazının Devamını Oku

Eski bayramlar daha şenlikliydi

28 Ağustos 2011
Modernleşen yaşam, mahalle kavramanın kaybolması, dağılan aile yaşamı, tatil telaşı ve diğer nedenler...

Eski bayramlar şimdikilere pek benzemiyordu. Bu haftaki röportajımı geçmişteki bayramlara ayırdım. Sorularımı da artık aramızda olmayan kişilere sordum. Bunlardan biri ünlü tarihçi ve gazeteci Reşat Ekrem Koçu. Yanıtlarını, başlayıp bitiremeden vefat ettiği, emsali bulunmayan kaynak ‘İstanbul Ansiklopedisi’ aracılığıyla verdi. Diğeriyse 1950’li yılların İstanbul tanığı, gazeteci Sadri Sema. “Bu iki değerli yazarı diğer dünyada nasıl buldun” diye sorarsanız; meslek sırrı...

- Sayın Reşat Ekrem Koçu, bulunduğunuz yerden memnun musunuz?- Buraya gelince bir süre sıkıntı çektim. Anlaşılan tahminimden fazla günah işlemişim. Neyse bir süre sıcaktan kavruldum ama artık rahatım. Defterime yazılı olan günahların bedelini ödedikten sonra buraya gönderildim. Rahatım yerinde, ama arkadaşlarımın çoğu hâlâ buraya gelemedi. Onlar da gelirse, keyfim dört dörtlük olacak.
- Reşat Bey cennet mekana gitmeden önceki bayramları bize anlatır mısınız?- Bir defa yaz olsun kış olsun, bayram günlerinde şehre neşe saçılırdı. Arife gecesi selatin camilerinin minarelerine kaftan giydirilir, mahya olarak da bir hat çekilirdi. Bununla da ramazanın yolcu edildiği anlatılmak istenirdi.
- Arife günü hamamlarda yer bulmak imkansız hale gelirmiş.- Hamamların önünde kuyruklar uzanırdı. O gece bütün hamamlar açık bulundurulur ve hepsi de tas tas üstüne gelecek kadar kalabalık olurdu. Çünkü bayramı temiz bedenle karşılamak adet haline gelmişti. O gece hamamların dışında bir de şekerci dükkanları çok kalabalık olurdu.
- Herkes bayram namazı kılar mıydı?- Bayram gecesi sabaha karşı mahalle bekçileri davulların tantanasıyla halkı uyandırırlardı. Sonra atılan toplarla sabah namazı ilan olurdu. Ezan sesiyle birlikte sokaklar dolardı. Hatta bayramlıklarını giymiş küçük çocuklar da babalarıyla birlikte camiye giderlerdi. Yalnız çocukların değil büyüklerin de bayramda temiz ve yeni elbise giymeleri sünnettir. Namazdan sonra mahalleli caminin önünde bayramlaşır, büyüklerin elleri öpülüp duaları alınırdı. Sonra eve gelinir, ev halkıyla bayramlaşılırdı.
- Sizin zamanınızdaki çocuklar için bayram daha coşkulu geçiyormuş...- Tabii ki öyleydi. Büyük şehirlerde oturan şimdiki çocuklar, mahallede kimseleri tanımadıkları için el öpüp bahşiş toplama işinden mahrum kalıyorlar. Bizim zamanımızda ebeveynlerinin ellerini öpen çocuklar, bayramlıklarını giydikten sonra mahalledeki evleri dolaşırlar, komşuların ellerini öpüp bahşiş ve mendil alırlardı. El öpme faslı bitince doğru bayram yerine koşulup, toplanan paralar harcanırdı.
Çocuklar yeni giysilerini arife günü giymemeye dikkat ederlerdi. Arife günü giyinip kuşananlarla mahallenin çocukları, “Arife çiçeği, b.k böceği” diye alay ederlerdi. Her semtin bir bayram yeri vardı. Bu alanlarda dönme dolap, salıncak, ecel beşiği, atlıkarınca, feleğin merkebi, mercanın atı, macuncu fırıldağı çocuklarla dolup taşardı.

İLK GÜN BÜYÜKLERE ÜÇÜNCÜ GÜN AKRANLARA

Yazının Devamını Oku

Aşkın başkenti Verona’da, müziğin kanatlarında

22 Ağustos 2011
Bir gezi düşümü daha gerçekleştirdim. Uzun süredir İtalya’nın Verona kentine gidip, 1913 yılından beri aralıksız düzenlenen “Opera Festivali”ni izlemek isterdim. Nedense gidemedim, yolum oraya hiç düşmedi. Geçen ay bu fırsatı yakaladım, sanatçı arkadaşlarımdan oluşan bir grubun peşine takılıp, bu özlemimi giderdim. Bu hafta size bu yolculuğu anlatacağım.

Verona’ya gitmek için, önce Venedik Havaalanı’na gitmek gerekiyor. Biz de öyle yaptık. Oradan bindiğimiz bir otobüsle Verona’ya doğru hareket ettik. Yol bereketli toprakların arasından geçip gidiyordu. Önce meyve ağaçları göründü. Şeftaliler, ağaçtan daha çok asmayı andırıyordu. Dalları tellerle gerilmişti. Ardından elma ağaçları sökün etti. Sonra zeytin ağaçları görüntüye girdi. Verona’ya yaklaşırken dere tepe üzüm bağlarıyla kaplandı. Seyreltmesi yapılmış, bakımlı asmalardan sarkan salkım salkım üzümler, ağzımı sulandırdı.
İki saat yolculuktan sonra otobüsümüz, Arena’nın bulunduğu meydanın yakınlarındaki bir otelin önünde durdu. Ve beş gün sürecek olan yemeli, içmeli, operalı tatil başladı.
Öncelikle Verona’nın “Aşkın kenti” olduğunu vurgulamakta yarar var. Çünkü bütün dünyanın bildiği Romeo-Juliet aşkı burada yaşanmış. Bu trajediyi ilk kez 1531 yılında Kont Luigi Lo Porto kaleme almış. Ama bu öyküyü asıl ölümsüzleştiren Shakespeare olmuş.
Romeo’nun Juliet’e seranad yaptığı öne sürülen balkon, bugün aşıkların Kabe’si gibi. Verona’ya gelen turistler, önce bu balkonu görmeye gidiyor. Küçük avlu öylesine kalabalık oluyor ki, ziyaretçiler aceleden hikayenin tadını çıkartamıyor. Avlunun girişindeki duvarlar, içinde isimler yazılı olan kalp işaretleriyle kaplanmış. İçlerinde Türk isimlerinin bulunduğu kırmızı kalplere de rastlanıyor.

ROMA’NIN MİNYATÜRÜ

Verona’ya “Roma’nın bonzaisi” diyenler de çoğunlukta. Gerçekten de daracık sokakları, geçitleri, kiliseleri, eski binaları, heykelleri, neşeli meydanları ve arenası ile Roma’yı andırıyor. Sokaklar, yılın 12 ayında turistlerle dolup taşıyor çünkü Verona’da boş geçen bir ay yok. Opera festivali, dans gösterileri, konserler, fuarlar tüm dünyayı bu küçük kente çekiyor. Bu hareketten herkes memnun. Kahvelerde yer bulunmuyor, lokantaların önünde kuyruklar uzuyor, mağazalar müşteri beğenmiyor, otellerde odalar aylar önceden satılıyor.
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Verona’nın kalbi, Arena’nın bulunduğu, kaldırımları pembe mermer döşeli Bra Meydanı’nda atıyor. Arena’nın karşısına sıralanmış kahvelerin, meydana bakan ön kısımlarında yer bulanlar, kendilerini şanslı addediyor. Çünkü bütün güzel kadınlar, ilginç tipler, yaşlı zamparalar, mihrabı hâlâ yerli yerinde duran yaşsız kadınlar, bir şemsiyenin peşinde koşturan Japon turistler, şapkasının içinde İsa resmi olan dilenciler, fare benzeri köpekleriyle dolaşan leydiler, eşcinsel çiftler, atlı ve arabalı polisler, jandarmalar hep bu masaların önünden geçip gidiyor. İnsan bu geçit törenini izlerken, zamanın nasıl akıp geçtiğini hiç hissetmiyor.

Yazının Devamını Oku