Güz tatillerini severim. Her şey sakindir. Yollar, deniz kıyıları, lokantalar, sahiller... Deniz kolalı çarşaf gibi dümdüzdür. Yazın cıvıltısı, yerini sessizliğe terk etmiştir. Ama bu sessizlik hüzün içermez. Huzurlu bir sessizliktir. Her şey yaz yorgunudur sanki. Güz tatillerinde insan kendi iç sesiyle baş başa kalır çoğunlukla.
Güneydeki son gezintimi anlatan yazımın ilk bölümünde biraz Antalya’dan, ıssız yollardan, lezzet duraklarından, Kaş’taki ziyafetten, Noel Baba’nın kentinden, Myra’dan, cenneti andıran Kapıtaş Plajı’ndan bahsetmiş, son durakları ise bu yazıya bırakmıştım. O zaman kaldığımız yerden güz yolculuğuna devam edelim.
Demre’den Fethiye’ye giden yolun neredeyse başlangıcında, "Üçağız"ı gösteren ok işaretinden dar bir yola saptım. İki otomobilin yan yana geçemeyeceği bir yoldu burası. Bu mevsimde pek araç olmaz diye seviniyordum ki, biraz ilerideki turist otobüsü kervanını görünce tüm neşem kaçtı. Çaresiz peşlerine takıldım. Aslında bir yere yetişmiyordum. Denizle kucaklaşmam, beş on dakika gecikecekti alt tarafı.
Virajlardan birini dönüp, son tepeye gelince, klasik Akdeniz tablosunu karşımda buldum. Üçağız’a arkasını dönmüş Simena ve tam karşısında, kanatlarını açıp gökyüzünde süzülen bir martı görünümündeki Kekova adası tablonun ana görüntüleriydi. Adaların arasında süzülen tekneler de resmin tamamlayıcıları. Kekova adasını bulan arkeolog Beaufort, bu muhteşem görüntüyü şöyle ifade etmişti: "Sanırım öldüm ve cennete geldim!"
GEÇMİŞ VE BUGÜNÜçağız köyünün sahilini biraz önce önümden giden otobüsler doldurmuştu. Otobüslerden inen turistler, sıralar halinde kendilerini bekleyen teknelere biniyordu. Satıcılar ise ellerindeki incik, boncuk, kartpostal gibi hediyelik eşyaları satma telaşına düşmüşlerdi. Kalabalığın arasından sıyrılıp, beni Simena Adası’ndaki Kaleköy’e götürecek küçük tekneye yerleştim. Artık tüm telaşı arkamda bırakmıştım. Teknenin ardından, lacivert denizin üstüne çizilen beyaz köpüklere bakıp, boş hayallere dalabilirdim.
Yakınından geçtiğimiz küçük kayalıklarda, Lykia topluluğundan kalma yıkıntılara baktıkça, antik dönem insanlarının bugünün insanlarından daha uygar yaşam şartlarına sahip olduklarını görüyordum. Aynı koylarda, tepelerde yer alan derme çatma köy evlerini, hemen bitişikteki antik dönem evleriyle karşılaştırdığımda, estetik kaygıların ilerleyen zaman içinde nasıl yok olduğunu ayan beyan görebiliyordum. Bana göre Teke Yarımadası’ndaki ilkçağ Lykia’sı, 21. yüzyıl Türkiye’sinden daha medeniydi.
Kayalık bir burnu dönünce Kaleköy göründü. Köyün tepesinde, surları hálá sağlam bir ortaçağ kalesi göze çarpıyordu. Köy antik dönem yapılarıyla iç içe geçmişti adeta. Denizin içinde, kıyıda, tepelerde birçok lahit göze çarpıyordu. Kalacağım Kale pansiyon tam denizin kıyısındaydı. Zaten tüm köyde dört pansiyon vardı. Ağaçların arasındaki odama yerleştim. Sonra kendimi çarşaf gibi suların kucağına bıraktım. Güz tatilimin muhteşem olacağını düşündükçe sevinçten içim kabarıyordu.
LABİRENT SOKAKLARSonra bir acele köyü tanıma gezisine çıktım. Daracık yolları bulmak oldukça zordu. Bahçelerden, evlerin avlusundan geçen, çoğu zaman tırmanan, antik taşlarla döşenmiş, labirent görüntülü geçitlerdi bunlar. Kıyı keşfini bitirince kaleye doğru tırmandım. Merdivenli yokuşun iki yanında hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Satılan eşyaların çoğu Hint malıydı. Simena, Lykia, Kaleköy ve Hindistan arasında bir bağ kuramadım.
Akrapol tepesindeki kaleye geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Bizans dönemi mazgallı duvarlardan aşağıya baktığımda, gördüğüm manzara tüm yorgunluğumu unutturdu. Burası bence Anadolu’nun en güzel manzaralı tarihi kalıntısıydı. Kalenin ortasında yekpare bir kayaya oyularak yapılmış bir tiyatro vardı. Belki de dünyanın en küçük antik tiyatrosuydu. Yedi sıradan oluşan oturma sıraları sanırım en fazla 200 kişi alırdı. Acaba tüm Simena’nın nüfusu bu kadar mıydı?
İlk gün bitmeden ben keşif gezimi tamamlamıştım. Bundan sonraki günlerde telaş etmeden tatilimi sürdürebilirdim. Yanımda bol kitap vardı. Müzik çalarım sevdiğim parçalarla doluydu. Deniz çarşaf gibiydi ve taze balıklar beni bekliyordu. Yani muhteşem bir tatil için her şey mevcuttu.
Sabahları horoz sesi ve teknelerin pancar motorunun pat patlarıyla uyanıyor, bir saat yüzüyordum. Arada bir biraz ötemden kafalarını çıkartan deniz kaplumbağaları beni seyrediyordu. Kahvaltıdan sonra gölgelik bir yerde kitabımı okuyordum. Arada bir mutfağa girip Demreli aşçıya yardım ediyor, bazen pansiyonun sahibi, aynı zamanda köyün muhtarı olan Salih’le yaklaşan krizi yorumluyor, restoranın gölgeliğinde toplanmış köylü kadınlarla sohbet ediyor, arada bir de kayığa atlayıp, Simena ile Kekova arasında sırtı yapıyordum. Ama palamutlar benim oltama hiç yüz vermiyorlardı.
SARDALYELERİN DANSIPancar motorlu tekneler, Kaleköy’ün her şeyiydi. Sabah çöpler onlarla toplanıyor, çocuklar okula bu teknelerle gidiyor, satıcılar mallarını bunlarla getiriyorlardı. Her sabah kıyıda köy halkı teknelerin başında toplanıyor, kimi sebze alıyor, kimi balık için pazarlık yapıyordu.
Akşamları ise tek eğlencem denize bakmaktı. İskelenin ışığına toplanan yüzlerce sardalye yavrusunun, bir o yana bir bu yana doğru yüzerek çeşitli şekiller oluşturmasını seyretmeyi çok seviyordum. O an beynim tüm düşüncelerden soyunuyordu. Bazen elektrikler kesiliyor, gökyüzündeki bütün yıldızlar göz kırpmaya başlıyordu. Evrende bu kadar çok yıldız olduğunu bu karanlık gecelerde fark edip şaşırıyordum.
Güzel anlar çabuk tükeniyordu. Dört gün sonra beni Üçağız’a götürecek tekneye bindiğimde Kaleköy’e doyamadığımı fark ettim. Ve bu kalabalıklardan uzak köyü kaçış noktaları listemin baş köşesine yazdım.
DİANYSOS Kartal yuvası
Tatilimin ikinci ve son bölümünü, Marmaris Turunç köyünün hemen yanı başındaki Kumlubük’te, gençlik arkadaşım Ahmet Şenol’un Dianysos adlı tatil köyünde geçirecektim. Bu tatil köyü çılgın bir projeydi. Dağın ortasına kayalar oyularak evler yapılmıştı. Zeytin, limon, portakal, ıhlamur, iğde, sandal, kızılçam ağaçlarının arasına saklanmış bu evler, aşağıdan bakıldığında pek fark edilmiyordu. Ama kartal yuvasını andıran bu evlerden lacivert Akdeniz tüm güzelliği ile görünüyordu. Müşterilerin çoğunluğu İngilizlerdi.
Ahmet bana deniz kıyısındaki kendi plaj evini ayırmıştı. Küçücük taş ev tam bir sığınaktı benim için. Sabah erkenden kalkıyor, yüzümü denizde yıkıyor, uzun uzun yüzüyor, güneş yükselmeye başlayınca da asmaların örttüğü çardağın gölgesinde kitabıma dalıp gidiyordum. Yemeğimi kıyıdaki Dianysos Beach Club’ta yiyordum. Buranın şefi olan Didem Şenol, Türkiye’nin nadir kadın şeflerinden biriydi. Yurtdışında okumuş, Mehmet Gürs gibi ustalardan feyz almıştı. Onu muhteşem yemeklerinden daha çok yiyebilmek için yüzme süremi artırıyordum.
Ahmet Şenol, İngilizlerle uğraşmadığı zamanlarda, beni alıp ya dağın zirvesinde orman yürüyüşüne götürüyor ya da katamaranı ile yelken açıyordu. O yelkeni idare ederken ben kıçta oturup oltayı salıyor, kısmetimi bekliyordum. Saatlerce rüzgarın sesinden başka bir ses duymadan denizin üstünde kayıp gidiyorduk. Tembelliğin doruklarına tırmanmıştım artık. Bunun yılın son tembelliği olduğunu bildiğim için her anın tadını çıkarmak istiyordum.
Tatilin son günü güneş bulutların arkasına saklandı, meydanı rüzgara ve yağmura bıraktı. Gri bulutlar sonbaharı yüklenip gelmişlerdi. Son gece yattığım yerden bulutların kavgasının izledim. Birbirleriyle çarpışıyorlar, yeryüzüne şimşeklerini fırlatıyorlar, gümbür gümbür sesleriyle yeri göğü inletiyorlar, karanlığı yırtıp, dağları aydınlatıyorlardı. Muhteşem bir savaştı. Yağlı kırmızı, kıvılcımlı mor bir geceydi. Yağmur öylesine müthiş yağıyordu ki, topraktan su dumanları yükseliyordu. Öfkeli bulutlar birbirlerini ite ite Rodos üstüne doğru gidince ben de gözlerimi kapattım.
Bu muhteşem görüntülerle Akdeniz’deki güz gezintime noktayı koydum. Artık kışa hazırım.