Buranın her dönemde başka bir güzelliği olduğunu biliyorum. Bir de herkesin gönlünü çelecek kadar değişik şeyler sunduğunu da. Benim amacım, aşık olduğum Bodrum’un bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu, neler yaşandığını anlatmak.
Yazıya bir soru ile başlamalıyım: "Bodrum nasıl Bodrum oldu?" Benim yanıtım; Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir), ilk baskısı 1961 yılında çıkan "Mavi Sürgün" adlı kitabından sonra Bodrum keşfedildi, sonra birçok aşka yataklık etti,
anılarda, romanlarda yer aldı, gönüllü sürgün yeri oldu, sırt çantalı yerli turistlerin tatil üssüne döndü, yazılıp çizildikçe moda oldu, büyüdü, kimsesiz koylarına lüks tekneler demir attı, tepelerine kadar evle doldu, kalabalıklar hücum etti ve sonunda cılkı çıktı...
Tabii ki Bodrum’un gelişimi böylesine üç beş satırla anlatılamaz. Anlatmaya kuruluş tarihi olan M.Ö birinci yıldan, Pelopennesos’taki Troizen’den gelen Dorlar’ın istilasından, yani antik Halikarnassos’tan başlarsak sayfadan taşıp gideriz. Onun için Bodrum’un geçmişini, Halikarnas Balıkçısı’nın "Mavi Sürgün" kitabının yayımlandığı güne dayandırmakta yarar görüyorum. Bu kitapta, 1925 yılında yazdığı bir yazı yüzünden İstiklal Mahkemesi tarafından önce idama mahkûm olan, sonra Bodrum’a sürülen Balıkçı’nın anıları anlatılır.
O zamanlar Bodrum bir bilinmez yerdir. Yolu, yordamı yoktur. Oraya ulaşmak her babayiğidin harcı değildir. Halikarnas Balıkçısı yolun bir bölümünü şöyle anlatır: "Yol dolana dolana, sık büklümlerle tepeye çıkıyor, öyle ki otobüsün kendi kuyruğunu ısırmaya çalıştığı sanılır. Şaka değil, yirmi kilometrede üç yüz altmış küsur viraj. Viraj sıklığından otobüs minare merdiveni tırmanıyormuş gibi. Bütün bu yirmi kilometrede iki tane küçük köy var..."
TABANA KUVVET
Bu dolambaçlı yol Bodrum’a kadar gitse ona da şükür. Milas’ta yol biter, ondan sonrasını at sırtında veya yaya olarak gitmek gerekir. Balıkçı bu durumu şöyle anlatır: "Bodrum yollarında Büyük İskender’in savaş arabalarından, yani 2300 küsur yıldan beri tekerlek dönmemişti..." Balıkçı at üstünde gitmeye alışık olmadığı için, jandarmaların ve Bodrum’un postacısı Mustafa’nın, "yol çok uzun" uyarılarına aldırmadan yürümeye başlar. Uzun bir süre sonra dar patika, körfezin dibindeki Güvercinlik’e ulaşır. Bu kısmı bırakalım Balıkçı anlatsın yine: "Burası yalı, kıyısında ağaç diye yeşil duman kümeleri. Bu kümelerin ortasında fıskiyeler halinde kanat şakırtıları savruluyor göklere, sonra düşüyor. Hep güvercin. Açıkta da Arşipel’in, maviler ve ışıklar çıldırışı..."
Ekip, akşama doğru Torba denen küçük köye (!) ulaşır, yokuşu tırmanırlar ve tepeye varınca, Balıkçı derin bir nefes alır ve ilk izlenimlerini şöyle mırıldanır: "Eh nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular, neredeyse Bodrum görünecek dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyorum yahu!.. Tepedeki bir dönemeci dönünce, şırrrak, guuurr diye Arşipel’in koyu çividisi ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi..."
HER GECE BODRUMBu kitabı okuduktan sonra herkes, o son dönemeçten görülen Bodrum’u merak etmeye başlar. Çantasını kapan, sevgilisini koluna takan soluğu Bodrum’da alır. Hele Selim İleri’nin "Her Gece Bodrum" adlı romanından sonra bu küçük kasaba iyiden iyiye kültleşir. Adından da anlaşılacağı gibi Bodrum’da geçen romanda, ince duygular, içlenmeler, karşılıksız sevdalar ustalıkla anlatılır. Çoğu kişinin başucu kitabı olur. Kitabı okuyup ışığı kapatanlar, rüyalarında Bodrum’u görmeye başlarlar. Onun için de ilk fırsatta Bodrum’un yolunu tutarlar.
Kitapta 70’li yılların Bodrum’u şöyle anlatılır: "Çarşıda karmakarışıktı dükkanlar. Şilebezinden süslü giysiler satan butiklerin yanında bakkallar, tostçular, köfteciler, bakır eşyayla tıkabasa dolu dükkanlar vardı...". O zamanlar birçok şey modadır Bodrum’da: Mutlaka şilebezi gömlek giyilir, gün batarken kıyıdaki meyhanelerde ahtapot salatasıyla rakı içilir, devrimci türküler hep bir ağızdan söylenir, daracık sokaklarda, yalınayak, omuz omuza, sarmaş dolaş, sabahlara kadar uykusuz dolaşılır...
BENZER AKŞAMLAR
O zamanlar Bodrum çok güzeldir ve benim ilk tanıştığım da bu Bodrum’dur. Ben, benim kuşağımdan birçok kişi gibi, o günlerden birçok anıyı yüklenip bugünlere getirdim. Benim zamanımda, akşam üstleri Barlar Sokağı’nın girişindeki Veli Bar’da toplanılırdı. Herkes herkesi orada bulurdu. İki-üç tek atılır, akşam programı yapılırdı. Tam o saatlerde, Bardakçı Koyu’ndan dönen Bodrum’un "Paşası" Zeki Müren, birkaç metre ilerideki kahvede yerini alır, gelen geçenin selamına karşılık verirdi.
Aslında program hep aynı olurdu: Meyhaneler sokağına gidip (çoğunlukla Orhan’a) bir masaya oturulur, yenir içilir, şarkılar, türküler söylenir, sonra peltek konuşmalarla pansiyonlara doğru sürüklenilirdi. Bu meyhanelerde birçok yeni aşk da filizlenirdi. Onlar ya Mehmet’in caz barında Tuna Ötenel’i dinleyerek, ya Hadigari’de sarmaş dolaş dans ederek, ya da Mavi’de gitar dinleyerek mumu söndürürlerdi.
Tüm bu insanlar ertesi sabah, şiş gözlerle, kalenin karşısındaki Salih’in kahvesine gelip kahvelerini içerlerdi. Uzun süre kimse kimseyle konuşmazdı. Çünkü afyonları henüz patlamamış olurdu. Hepsinin suratından lanet akardı. Öğleye doğru bu suskunluk, yerini neşeli atışmalara terk ederdi. Sonra kahveden kalkılıp ya motorla Bardakçı Koyu’na ya da derme çatma arazi cipleriyle Türkbükü’ne gidilirdi. Türkbükü o zamanlar sessiz sakin, kendi halinde cennet bir koydu. Nedense Torba’ya sapan pek olmazdı.
Sahilde, bir şemsiyenin gölgesine uzanılıp, dalga seslerini dinleyerek uykuya dalınırdı. Bu, "geceye hazırlık uykusuydu". Sonra denize girilip, birkaç kulaç atılır, "vakti keraat" gelince tekrar Bodrum’a dönülürdü. Tekrar Veli Bar, tekrar meyhaneler sokağı, tekrar caz bar, tekrar Hadigari, tekrar Mavi... O gece ve sonraki geceler hep birbirine benzerdi. Bodrum’da hayat hep gece yaşanırdı.
SICAK VE KARMAŞA
Tüm bunları neden anımsadığımı soracak olursanız! Arada bir Bodrum’a giderim. Ama içine değil de, Bitez koyuna demir atarım. Daha doğrusu avcı emeklisi arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın, "Kartal Yuvası" evine saklanırım. Her seferinde geçmişten bir-iki görüntü yakalayabilir miyim umuduyla Bodrum sokaklarında yürürüm. Ama bildiğim hiçbir şeye rastlayamam. Son gidişimde de aynısı oldu. Sıcak bir akşam üstü yine Bodrum’a indim. Niyetim, yıllar öncesinde olduğu gibi bir bar iskemlesine tüneyip, bir iki duble içmekti. Beni önce, insanı bıktıran, beynine işleyen ıslak bir sıcak karşıladı. Sonra sivrisinekler gibi vızır vızır dolaşan motosikletlerin sesleri kulağımı tırmaladı. Park yeri bulamadıkları için yolda bekleşen, klakson çalarak yol isteyen arabaların gürültüsünden beynim zonkladı. Egzoz kokusu genzimi yaktı. Kaldırımlarda serseri mayın gibi bir aşağı bir yukarı dolaşan kalabalıkla çarpışmaktan omuzlarım morardı.
O an geçmişi aramaktan vazgeçip, gerisin geri Bitez’in sessizliğine sığındım. Zeki’nin bahçesine oturup, yukarıda yazdığım dönemleri hatırladım. O benim Bodrum’umdu, bu da bugünün. O gün mü güzeldi, bugün mü? Bu sorunun yanıtını istemiyorum. Kimi böylesine kalabalık Bodrum’u sever, kimi de bir zamanların sessiz ve serseri Bodrum’unu. "Herkesin Bodrum’u kendine" deyip hayallerime geri döndüm.
LEZZET DURAKLARIBodrum’da her damağa her keseye göre bir lezzet durağı bulmak mümkün. Aslında Bodrum konukları sabah ve öğle öğünlerini geçiştirip, yeme haklarını akşam yemeğinde kullanıyorlar. Tabii bu öğünde öne çıkan yemek balık oluyor. Hele bir de restoran deniz kıyısındaysa ve güneşin batışı görülüyorsa, keyif doruklara çıkıyor. Size bu hafta Bodrum Yarımadası’nda benim favorilerimi anlatacağım. Umarım siz de beğenirsiniz:
YUNUSLAR FIRINI: Cumhuriyet Caddesi’ndeki bu fırının poğaçaları çok lezzetli. İster kepekli, ister mısır unlu poğaçalarla sabah kahvaltısı etmek, güne iyi bir başlangıç yapmak demek. Sadece poğaçalar değil, simitler, Boşnak böreği, galetalar da çok lezzetli.
MİAM: Türkbükü’nde denizin hemen kıyısında, büyükçe bir dut ağacının gölgesindeki bu restoranın mönüsü oldukça zengin. Mezeler deniz mahsulleri ağırlıklı. Ara sıcaklardan kalamar köftesi ile ahtapot kolu ızgarası damak çatlatan, özel salataları da karın doyurucu cinsten. Erken giderseniz restoranın barında oturup, akşamın yavaş yavaş çöküşünü izleyebilirsiniz.
ÇİMENTEPE: Yemeğinizi yerken 360 derecelik bir açıyla tüm Yalıkavak’ı görebileceğiniz bir restoran. Hele güneş batarken gökyüzünde oluşan renkler insana yemeği unutturuyor. Mezeler hep çok lezzetli hep çeşitli. Gambilya favasını mutlaka tadın.
SEMPATİ: Eğer balıkla aranız iyi değilse ve canınız hamur işi yemek istiyorsa, Turgutreis’teki Sempati tam aradığınız adres. Köylü kadınların yaptığı mantı, çiğ börek, gözleme, tatlı katmer insanın ağzını sulandırıyor.
SUZAN TEYZENİN YERİ: Turgutreis’te, belediyenin hemen arkasındaki bu küçük lokanta ev yemeklerini özleyenler için doğru adres. 70 yaşını çoktan aşmış Suzan Teyze, bıkmadan usanmadan yemek yapıyor. Patatesli İzmir köfte, karnıyarık, pilav, taze fasulye, bamya... Hepsi birbirinden lezzetli. Ama kabak çiçeği dolmasının yeri başka.
KAVAK KÖFTE: Yalıkavak’taki bu köftecide yiyebilmek için biraz erken gitmek lazım. Çünkü Yarımada’nın dört bir yanından gelen köfte severler masaları bir anda dolduruyorlar.
KÖRFEZ RESTORAN: Kadıkalesi’ndeki bu restoranda yenilen balığın tadı uzun süre unutulmuyor. Şıpır dalga sesi, karşıda küçük adalar, gerilerde Kos ve akşam güneşi tüm bu manzarayı boyayarak batıyor. Ali Bey bu işi eli tabak tutmaya başladığından beri yapıyor. Size önerim balık çorbası ve ahtapotlu bulgur pilavı.