Boğaziçi’nde bir kuş yuvası

Herkesin bildiği ama pek az kişinin gezdiği Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret’in anıları sessizce sergileniyor. Türkiye’nin bu en büyük şairi buraya sığınıp, Boğaziçi rüyasını seyrederek sevgilerini, endişelerini, öfkelerini mısralara döktü.

Bu yaz sonu nedense aklıma Tevfik Fikret düştü. Okuduğum bir yazıda, bu yıl büyük şairin aramızdan ayrılmasının üstünden tam 93 yıl geçtiğini öğrendim. Fikret bundan 93 yıl önce 19 Ağustos 1915 sabahı, yatak odasındaki cam fanuslu saat 02.20’yi gösterirken "Artık yıkılıyorum... Yavrum..Yavrum.." diyerek ölmüştü. Türk aydınlanmasının en büyük ışığı Tevfik Fikret, bu ışık ile Atatürk’ün yolunu da aydınlatmıştı. Atatürk her fırsatta, "Ben inkılap ruhunu ondan aldım" diyerek onu yüceltmişti. Atatürk’ün şu sözleri, Fikret’e olan hayranlığının en büyük kanıtıydı: "O, karanlıklar içinde bir nur gören ve bizleri o nura doğru yönlendirmeye çalışan bir insandı. Biz henüz ona yetişemedik. Onu tanıyamadığım, sohbetinden yararlanamadığım için kendimi bahtsız sayarım. Ama bütün şiirlerini okudum. Çoğunu da ezbere bilirim. O, hem büyük bir şair hem büyük insandı."

Tevfik Fikret’in yaşamının dokuz yılını geçirdiği ve mezarının bulunduğu Aşiyan Müzesi’ni, İstanbul’da kaç kişi gezmiştir? Bu sayının pek fazla olduğunu sanmıyorum. Belki de mezarlığın yanından kıvrım kıvrım tırmanan dik yokuş gözleri korkutmuş olabilir. Kim bilir? Bana soracak olursanız, ilk gidişimde gördüklerimi hatırlamıyorum. Üniversiteye başladığım yıllarda, şimdiki parkın olduğu yerde bir kahve vardı. Kızlı-erkekli oraya ders çalışmaya giderdik. Ders tabii ki bahaneydi. O muhteşem Boğaz manzarası, dersten çok aşkı çağrıştırırdı. Cilveleşmekten kitapları açmaya fırsat bulamazdık. İşte o yıllarda yokuşu tırmanıp, Aşiyan Müzesi’ni gezmiştim. Aklım bir karış havada olduğu için hiçbir şey ilgimi çekmemişti. Tabii o muhteşem Boğaz manzarasının dışında. Öylesine büyüleyici manzaraydı ki, yıllarca "orada otursam ben de şair olurdum" teranesini tekrarlamaktan vazgeçmedim.

FİKRET’İN ESERİ

Yokuşun büyük bir bölümünü araba ile çıkmama rağmen, bahçeye geldiğimde yine nefes nefese kalmıştım. Bütün yokuşu çıksaydım halim nice olurdu acaba? Bahçe dut, çam, selvi, akasya ağaçları ile gölgelenmişti. Denize bakan bölüme üç tane bank konmuştu. İlki Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, ortadaki Yahya Kemal Beyatlı’nın, sonuncusu da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adını taşıyordu. Üç bankta da üç şairin İstanbul’u öven mısraları yer almıştı. Bir tanesine oturup soluğumu toparlamaya çalıştım. Aşağıda masmavi Boğaz akıp gidiyordu. Gemiler, kayıklar, vapurlar, sürat motorları, bir aşağı bir yukarı süzülen beyaz martılar. Büyüleyici bir manzaraydı. İnsanı şair olmaya zorluyordu sanki.

Evin hemen yanında iki büyük çam ağacı yükseliyordu. Bu ağaçları Fikret ile eşinin diktiği söyleniyordu. Bahçenin arkasındaki havuzun kenarlarını süsleyen kayaların birinde, şairin kendi eli ile yazıp bir taşçıya oydurduğu mısralar durmaktaydı. Yakup Kadri’nin "kuş kafesine" benzettiği evin mimarı da, dekoratörü de, bahçe düzenleyicisi de, ruhu da hep Tevfik Fikret’ti.

Boğaz sırtlarındaki üç katlı mütevazı bu ev, "geniş pencerelerinin açılmış kanarya rengi kapakları, hisarlar tarafındaki esmer duvarı, bütün cephesini kavrayan balkonuyla" Ruşen Eşref Bey’in ruhuna ulviyet vermişti.

Selim İleri, bundan 20 yıl önce hazırladığı bir yazı dizisinde Aşiyan’ı şöyle tanımlamıştı: "Aşiyan’daki köşke giren kişi, çağından, ülkesinden, gününün koşullarından bir an için soyutlanmaktadır. Siyasal seçimini kimseye anlatamamış, belki de kendisi de açık seçik kavrayamamış Fikret, köşke sığınmış; tül perdeler, kuştüyü yastıklar, birbirine sokulmuş, kucak açmış koltuklar ve sedirler ortasında gelgeç bir dinginlik bulmaktadır. Tavandan cami kandili gibi avizeler sarkıyor, pencereden dışarısı bir Boğaziçi rüyası olarak akıp gidiyor."

KUŞ YUVASININ İÇİ

Böylesine güzel bir dış görünüşü olan "kuş yuvasının" acaba içi nasıldı? Büyük şair, nasıl bir ortamda mısralarını ardı ardına sıralamıştı? Zili çaldım. Genç bir görevli kapıyı açtı. Tahmin ettiğim gibi kimsecikler yoktu. Kendimi erken gelmiş bir misafire benzettim. Sanki salonun bir köşesinde oturup, Fikret’in eve dönmesini bekleyecektim. Loş ışığın aydınlattığı salonu seyrederken, 1919 yılından beri evin içinde fazla bir değişikliğin olmadığını fark ettim. Ruşen Eşref bu tarihte Aşiyan’ı ziyaret etmiş ve izlenimlerini şöyle anlatmıştı: "Rengarenk camları gotik mabetleri hatırlatır. Sade, çiçek gırlantlı duvarları, hafif inhinalı tavanı, kadim Yunan evlerini andırır.. Cilalı tahtalara serilmiş zarif seccadeler hayalinizi Buhara’ya, İran’a kaçırır. Duvarlar tablolarla örtülmüştür. Münasip yerlere nefis ciltler, içlerinde her gün taze çiçekler yaşayan Sevr vazoları konulmuştur. Öteye beriye heykeller, çevreler serpiştirilmiştir". Aradan bunca yıl geçmesine rağmen görüntü aşağı yukarı böyleydi.

Aşiyen Müzesi’nin giriş katındaki salon Abdülhak Hamid’e ayrılmıştı. Peşimden tüm sessizliği ile gelen görevli, bu kattaki tüm eşyaların, şairin son eşi Lüsyen Hanım tarafından verildiğini söyledi. Duvarlarda çeşitli fotoğraflar ve resimler yer alıyordu. Bu resimlerden bazıları Abdülmecid’in fırçasından çıkmıştı. Fotoğraflar içinde en göze batanlardan bir tanesi de, ölümüyle Hamid’e "Makber" şiirini yazdıran Fatma Hanım’ın portresiydi. Bu "ince ve harikulade dilber genç kadın", kelimenin tam anlamıyla Hamid’in aklını başından almıştı. Salonun ortasındaki vitrinde şairin eserlerinin orijinalleri sergileniyordu.

Vitrin’in sağ tarafında ise Hamid’in giysileri yer alıyordu. Lacivert bir elbise, üst cebinde beyaz bir mendil, alt cepte beyaz eldivenler ve fes. Elbise bir çift rugan ayakkabı, şemsiye ve baston ile tamamlanıyordu.

SİS TABLOSU

Üst kat ise tamamen Fikret’e ayrılmıştı. Salon bir sergi havasındaydı. Duvarlarda asılı tabloların çoğu şair tarafından yapılmıştı. En ortada ise yine Abdülmecid’in fırçasından büyük bir sis tablosu yer alıyordu. Prens resmi, şairin meşhur "Sis" şiirinden esinlenerek yapmış ve tablosunu, "Muhibi azizim Tevfik Fikret Bey’e" cümlesini yazarak imzalamıştı. Tabloda, koyu bir sis perdesinin altında sakin bir deniz, sisi yırtmaya çalışan belirsiz bir güneş, durgun sularda uçuşan yansımalar, bir balıkçı kayığı, kayığın önünde elini gözlerine siper ederek ileriyi görmeye çalışan bir adam ve sisin arkasında hayal meyal bir İstanbul silueti görünüyordu.

Salonun sağındaki çıkıntıda ise şairin büyük yazı masası ve rahat koltuğu yer alıyordu. Ardımdan bir hayalet gibi dolaşan görevli bu bölümün önünde, kısık bir sesle, "Tevfik Fikret o muhteşem şiirlerini işte bu masanın üstünde yazmış" dedi. Sanki şair bitişikteki yatak odasında, başında siyah kadife takkesi, sırtında kahverengi gömleği ile pencerenin karşısında hem içli hem de öfkeli bir şekilde oturuyor, görevli de onu rahatsız etmekten korkuyordu. Ben de aynı tedirginlik içinde, duyulur duyulmaz bir sesle teşekkür ettim.

Yatak odasının gıcırdayan kapısını açınca ilk gözüme çarpan eşyalar, solda bir komodin ile büyükçe bir karyola oldu. Görevli bu karyolanın orijinal olmadığını, dekoru tamamlamak için buraya konduğunu belirtti. Karyolanın baş ucunda asılı olan fotoğrafta ise şair ölüm döşeğinde görülüyordu. Ölümünden bir hafta önce şairi ziyarete giden Ruşen Eşref, yatakta yatan Fikret’ten şu acı sözleri işitecekti: "Ölümün artık yaklaştığını hissediyorum. Buna çok memnunum. Zira bu hayat bana pek ağır geliyor. Hastalığımı da geçer, iyi olurum diye baktırmıyorum. Ölümün lezzetini katre katre tadıyorum. Bu benim için bir teselli oluyor."

MUHTEŞEM MANZARA

Fotoğrafın hemen üstünde, Fikret ölüm döşeğindeyken Ressam Mihri Hanım tarafından alınmış maskın bir kopyası asılıydı. Karşı duvara yaslanmış vitrinde ise şairin kalemleri, kalemtıraşı, kaşıkları, cetvelleri, fırçaları sergileniyordu. Gezmeyi bitirdikten sonra, Tevfik Fikret’in sık sık karşısına oturup düşüncelere daldığı pencerenin tülünü araladım. Gerçekten de muhteşem bir manzara karşımda duruyordu: Anadolu Hisarı, Göksu Deresi’nin girişi, Küçüksu Kasrı, yalılar, Kandilli Korusu, Adile Sultan Yalısı... Bu manzarayı görünce gençlik yıllarındaki o teranem aklıma geldi: "Burada otursam ben de şair olurdum!.." Tülü kapatırken Fikret’in sesini duyar gibi oldum: "Aşiyan benim değil, sizin. Orasını unutmayın!.." İstanbul’un en güzel yerindeki bu unutulmuş müzeyi ziyaret edip, Fikret’in vasiyetine sahip çıkın lütfen.
Yazarın Tüm Yazıları