Viktorya Şelalesi’nin yanı başında kahvaltı

Dakikada 500 milyon litre suyun aşağıya düştüğü bir şelalenin hemen yanı başında hiç kahvaltı ettiniz mi? Ben geçen hafta ettim, hem de mükellef bir İngiliz kahvaltısı!

Haberin Devamı

Benim için uçlar hep heyecan verici olmuştur. Ümit Burnu’nda, dünyanın son noktalarından birine geldiğim için heyecanlanmıştım. Alaska’da Kutup Dairesi’ni geçince, en kuzeyde olmanın keyfini çıkarmıştım. Laponya’da eksi 40 dereceyi görünce, bu kez de en soğuğu yaşamanın heyecanıyla titremiştim. Şili Patagonyası’nda, milyon yıl önceden kalma buzullardan kopan parçalarla viski içmenin tarif edilemez gururunu hâlâ taşıyorum. Gelelim Viktorya Şelalesi’ne... Dünyanın en büyük şelalesi kabul edilen bu muazzam su kütlesi, Zimbabve ve Zambiya ülkeleri arasında sınır çizen Zambezi Nehri’nin 110 metre yükseklikten aşağı döküldüğü yer. Akışı çok görkemli. İnsanın bakışlarını alıp, kuvvetli akıntısı ile şelaleye doğru sürüklüyor. Afrika’nın bu en uzun dördüncü nehrinin her iki yakası da ulusal park, yani vahşi hayvanların yaşadığı el değmemiş yağmur ormanlarıyla kaplı.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eb4f9ef018fbb8f8b9131f

ALÜMİNYUM TEKNE

Durun durun en iyisi başa dönelim... Küçük alüminyum tekneye bindiğimizde saat sabahın 07.00’siydi. Tekne, yol arkadaşım Teoman Hünal’le birlikte beni, uçurumun kıyısındaki Livingstone Adası’na götürüyordu. Zambezi Nehri bu adanın kıyılarına sürtündükten hemen sonra kendini 110 metre yükseklikten aşağıya atıyordu. Kaptan, akıntıların arasında zikzaklar çizerek ilerliyordu. Dümenin başında, insana güven veren bir duruşu vardı. Ama iş kaptanın ustalığıyla bitmiyordu ki! Ya motor bozulsaydı! Dünyanın en büyük şelalesi sadece 100 metre ilerideydi. Suyun akıntısına kimse karşı koyamazdı. 500 milyon litre suyla birlikte aşağıya düşmek düşüncesi bile insanın aklını başından alıyordu.
Biraz ileride bir suaygırı başını çıkartmış bize bakıyordu. Sonra birden kayboldu. O koca gövdesiyle akıntıya karşı koyabiliyor muydu acaba? Kaptan, yılda birkaç tane suaygırının uçurumdan düştüğünü söyledi. Sahilde bir zürafa, ağacın tepesindeki taze yaprakları kopartmakla meşguldü. Kara yüzlü, beyaz gövdeli, uzun kuyruklu birkaç maymun kıyıda çığlık çığlığa koşturuyorlardı. 40 yıldan beri burada yaşıyormuşum gibi bu görüntülere pek şaşırmıyordum. Şelalenin gümbürtüsü aklımı başımdan almıştı sanki.
Tekne, bir çamur deryasına yanaştı. Bir rehber önümüze düşüp, bizi bir çadıra götürdü. Orada ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkartıp, pantolonumuzu dizlerimize kadar kıvırdık. Bundan sonra, adaya ismini veren Livingstone’un izinden yalınayak gidecektik. “Peşine düştüğün bu adam kimdir?” diyecek olursanız, bunun yanıtını uzun uzun veremem. Çünkü bu kâşifin Afrika’daki yolculuğu, kalınca bir kitapta bile anlatılamaz. Ben şöyle özetleyebilirim:
David Livingstone, doktor ve misyoner bir İngiliz’di. Orta Afrika’yı doğudan batıya geçen ilk beyaz adamdı. Kendini Afrika’nın keşfine adamış bir faniydi. 1855’in kasım ayında, yanında 100 hamalla birlikte Zambezi Nehri’nde zorlu bir yolculuğa başlamıştı. Kendisi bütün bir ağaçtan oyularak yapılan kanoyla, eşyalar ve hamallarsa ilkel sallarda yolculuk ediyorlardı. Uzun bir yolculuktan sonra, bugün kendi adını taşıyan adaya varmıştı. İşte orada gördükleri, yolculuğun tüm yorgunluğunu unutturmuştu. Adanın ucunda, durduğu taşın yarım metre ötesinde Zambezi Nehri’nin suları büyük uçurumdan aşağı düşüyordu. Livingstone keşfettiği bu dev şelaleye kraliçesi Viktorya’nın adını koydu. Ama su testisi su yolunda kırılır misali, Doktor Livingstone, 1873’te Şef Chitambo’nun köyünde, dizanteri hastalığından öldü.
Biz işte bu kâşifin izinden gidiyorduk. İzi dediysem, adam boyu otların arasında ilerleyen, bataklık bir patikaydı yürüdüğümüz yol. Her adımda bileklerime kadar çamura saplanıyordum. Bir yandan kayıp düşmemek için gayret sarf ediyor, bir yandan da boynumdaki fotoğraf makinelerinin yağan sağanak yağmurdan ıslanmaması için yağmurluğumu çekiştirip duruyordum. Islak, terli, çamurlu, zorlu bir yürüyüştü bu.
Uçuruma yaklaştıkça gürültüden rehberin anlattıkları duyulmaz oldu. Livingstone’un uçurumu seyrettiği yere bir nişan konmuştu. O nişanın yanından aşağıya baktığımda ürperdim. İki adım daha atsam milyonlarca litre suyla kucaklaşıp, sonsuzluğa doğru uçardım. Uçurumun dibi görünmüyordu, çünkü aşağıya düşen sulardan yükselen zerrecikler bir duman gibi yükseliyordu. Yerliler boşuna ‘Gümbürdeyen Duman’ dememişlerdi buraya!
O su zerreciklerinden oluşan duman, üstümüze çöküyor, sırılsıklam ediyordu bizi. Fotoğraf çekmekte zorlanıyordum. Bu lanet dijital makineler biraz ıslanınca kullanılmaz hale geliyor. Dünyada çok az kişinin gördüğü bu manzarayı görüntülememin şart olduğunu biliyordum. Onun için makinelerimden ucuz olanını feda ettim. Ama su zerrecikleri net görüntü çekmeme yine de izin vermedi.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eb4f9ef018fbb8f8b91321

BALONCUKLAR ZAMBEZİ’DE YÜKSELİYORDU

Rehber, güneşli havada burada yüzlerce gökkuşağı oluştuğunu, gökyüzünün yedi renge boyandığını söyleyip bizi kıskandırdı. Hele, gökyüzüne yükselen bu gümüş perdenin, gece, dolunayda binlerce kuyruklu yıldıza benzediğini söylemesi içimi burktu. Dolunaya daha 10 gün vardı. Karanlıkta, gökyüzünü kaplayan sim yağmurunu görmeye bir daha fırsatım olacak mıydı acaba?
Çamurlara bata çıka tekrar çadıra döndük. Rehber bir kova sıcak suyla ayaklarımızı yıkadı, kuruladı. Sonra uçurumun kıyısındaki bir başka çadırda kahvaltı masasına oturduk. Garson önce birer kadeh şampanya ikram etti. Bardağı şelaleye doğru tuttum. Baloncuklar sanki Zambezi Nehri’nden yükseliyordu. Sabahın erkeninde şampanyanın verdiği hafif sarhoşluk, dünyayı daha da güzelleştirdi.
Sonra, Bone China porselen çaydanlıklarda çay geldi. Tuzlu tereyağı, sıcak skonların üstünde hemen eridi. Bu iki malzeme ne zaman bir araya gelse, ortaya damakları çatlatan bir birliktelik çıkıyor. Morlu, beyazlı bir porselen kaptaki ahududu reçeliyse meleklerin ağzını sulandıracak kadar lezzetliydi. Bu başlangıçlar, tahrik edici, yakıcı bir kahvaltının habercisi olmuştu. Nitekim en altta sarısı az pişmiş poşe yumurta, üstünde yağda kızarmış jambon ve sosis dilimleriyle masaya gelen tabak, dergilerdeki ağız sulandıran yemek fotoğraflarını andırıyordu.
Ben bunları yerken hemen arkamda dünyanın yedi harikasından biri, dünyanın en büyük şelalesi Viktorya bütün haşmetiyle görüntüye giriyordu. Bu yaptığım ve yapacağım en unutulmaz kahvaltı olmuştu.

Yazarın Tüm Yazıları