Paylaş
Vücudum her ne kadar dirense de kış ortasında yaza doğru yolculuk yapmayı seviyorum. Önceki hafta yine kış soğuğundan kaçıp, Afrika’nın güneyinde yaz sıcağına sığındım. İlk durağım, kıtanın bittiği yer, Cape Town’dı. İkincisi ise Livingstone yakınlarındaki Victoria Şelaleleri...
Cape Town’a bu üçüncü gelişimdi. İlkinde ülkenin şaraplarıyla haşir neşir olmuştum. İkincisinde Kerküklü Ebubekir Efendi’nin peşine düşmüştüm. “Bu da kim” diyecek olursanız, uzun hikâye. Özetlersem: Ebubekir Efendi, Cape Town’daki Müslümanlara dini öğretmek için Osmanlı tarafından gönderilmişti. Zorlu bir yolculukla Afrika’ya gelen din adamı burada ilginç bir yaşam sürmüştü. İşte bu yaşamın izlerini sürmek için buraya gelmiştim.
Üçüncü kez gelişim ise çok amaçlıydı: İstanbul’un kışından kaçmak, lezzetli şarapları tatmak, Zambia’ya geçmek gibi...
GÖRÜNTÜ AFRİKA’YA HİÇ BENZEMİYOR
Uçaktan inince pırıl pırıl güneşli, sıcacık bir havayla sarmaş dolaş oldum. Oysa daha 10 saat önce, sicim gibi yağmurun yağdığı, iliklerimi bile üşüten bir havada uçağa binmiştim. Havaalanından çıkınca, bir süre ruhumu ve vücudumu ısıttım. Sonra kent merkezine giden otobüste, cam kenarında bir koltuğa oturdum.
Görüntülerde pek fark yoktu. Kenti çevreleyen teneke evler azalmamıştı. Bunları ilk gördüğümde, “Köpeği bağlasan durmaz” demiştim. Yoksulluğun dibini gösteren bir resim gibiydi. Hâlâ öyleydi.
1488’de Portekizli Bartelemeu Dias tarafından keşfedilen Cape Town, uzun süre Doğu ile Batı arasındaki baharat yolunun önemli limanı olmuştu. Onun için Batı’nın her daim ağzını sulandırmıştı. Hollanda asıllı Boerler ile İngilizlerin arasında gidip gelmişti. Bu yüzden kent, kurulduğu günden beri ne yaşantı ne de görüntü olarak Afrikalı olabilmişti.
Kentin merkezindeki otelime geldiğimde, vücudum hâlâ kıştan yaza geçiş ayarını tamamlamamıştı. Odamda uzanıp, omuzlarıma çöken yorgunluğu uzaklaştırmaya çalıştım.
Kıyılarında soğuk okyanusla oynaşan kent, sırtını dağlara dayamıştı. Dünyanın bittiği yerlerden biriydi burası. Sokağa yeniden çıkma gücünü bulunca, hemen Table Mountain’e (Masa Dağı) çıkan teleferiğe bindim. Çünkü bu dağ genellikle sislerin arkasına saklanır, kimsenin zirvesine adım atmasına izin vermezdi. İşi şansa bırakmak istemedim. Kabin yükseldikçe Cape Town küçüldü. Rüzgârı sert bir düzlüktü zirve. Dört bir yan ayaklar altındaydı. Uzakta Ümit Burnu, sislere bürünmüştü. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanan sahilde altın kumlu plajlar uzanıyordu.
Dünyanın kim bilir neresinden gelen gemiler limanda dinleniyordu. Kıyıdaki koca futbol sahası, üç yıl önce vuvuzela denen borazanların kulakları sağır eden gürültüsüyle tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Şimdi tribünlerden çıt çıkmıyordu. Şehir, alçaklı yüksekli binalarıyla legolardan yapılmış gibi görünüyordu. Masa Dağı’nın tepesinden her yeri gördüm, Güney Kutbu hariç! Güneşin gümüş yollar çizdiği okyanusun sonundaki soğuk kıtayı, sadece hayalimde şekillendirdim.
Oraya doğru uçan bir kuzgunla selam yolladım.
PENGUENLER EŞEK GİBİ ANIRIYOR
Kente dönerken yüksek duvarların arkasına gizlenmiş güzel evler gördüm. Duvarların üstüne elektrikli ve dikenli teller gerilmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de silahlı koruyucu olduğunu belirten uyarılar asılmıştı. Anlaşılan her evde her gece ayrı bir korku yaşanıyordu.
Soluğu deniz kıyısında, ülkenin en çok ziyaret edilen bölgesi Waterfront’ta aldım. Her şey buradaydı. Mağazalar, şarap dükkânları, barlar, lokantalar, koca bir lunapark, hediyelik eşya mağazaları, resim, heykel galerileri. Her şey burada olunca herkes de buraya geliyordu.
Açıktaki Robben Adası’na gitmeye niyetlendim. Mandela bu adada tam 18 yıl hapis yatmıştı. Ada şimdi Özgürlük Müzesi’ne dönüştürülmüştü. Vapur kuyruğu gözümü korkuttu, vazgeçtim. Güneş batarken Den Anker adlı bara oturup, manastır birası ısmarladım. Sonra kırmızı bulutların Masa Dağı’na doğru akıp gitmelerini izledim.
Ertesi gün Hint Okyanusu’nun kıyısındaki sarı kumlu plajlara gittim. Buz gibi su, denize girme hevesimi aldı götürdü.
Bir yanı uçurum, bir yanı dağ olan virajlı yolu aşıp Boulders’a ulaştım. Buranın sahilinde Afrika penguenleri yaşıyordu. 1982’de sahile bırakılan iki çift penguenden, bugün sayıları 2200’e ulaşan bir koloni oluşmuştu. Bu penguenlerin beni en şaşırtan yanı eşek gibi anırmalarıydı.
Üçüncü gelişim olduğu için Cape Town’da pek heyecanlanmadım. Kıtanın bittiği bu şehirde sanki Kara Afrika da bitmişti. Çünkü Cape Town’da Afrika’yı andıran görüntüler yoktu.
Paylaş