Paylaş
“Keşke burada yaşasaydım” diye iç geçirdiğiniz, “Cennet varsa mutlaka buraya benziyordur” diye övdüğünüz bir köy, bir kasaba, bir şehir oldu mu hiç?
Franschhoek, benim “Keşke burada yaşasaydım” dediğim yerlerden biri. Afrika’nın en güney ucunda, Güney Afrika’nın en güzel vadilerinden. Cape Town’a 40 dakika uzaklıkta. Eğer benim gibi, yolun en solundan, sağa sola baka baka giderseniz süre bu bir saati bulabilir.
“Yolun en solundan yavaş gidilir mi?” diye itiraz edecek olursanız, size bu ülkede trafiğin sağdan aktığını hatırlatırım. Bize göre onların, onlara göre bizim trafiğimiz ‘ters’. Söylenenlere göre, İngiltere’de atlı savaşçıların uzun mızraklarını sağ elleriyle tutmasından kaynaklanıyormuş bu sağdan akan trafik.
Yolun çevresinde uzanan manzaralar öylesine göz alıcı ki... Dev okaliptüs ağaçlarının ardında, uzaktaki dağlara kadar uzanan halıyı andıran yeşil otlaklar ve üzerinde aylak aylak dolaşan deve kuşları, çok yüksek olmayan ama yine de heybetli duran dağlar ve dağların zirvelerinden akıp giden beyaz bulutlar... Bulutlar, kuzeyde olduğu gibi burada da yere yakın. Pamuk pamuk Güney Kutbu’na doğru uçuşup duruyorlar.
AFRİKA’DA BİR FRANSIZ KÖŞESİ
Stellenbosch. Tabelayı görünce gözümün önünde şarap şişeleri uçuşmaya başladı. Bu bölge bağlarından ne kadar da çok şarap içtiğim aklıma geldi. Saxenburg, Şato Libertas, Kanonkop... Damağımda tadı kalanlar bunlar. Ya tatmadıklarım! Oldum olası Güney Afrika’nın Cabarnet’sini, Şiraz’ını çok sevdim. Çoğu sabah, bu şarapların boyadığı mor renkli dudaklarla uyandım.
Stellenbosh’un üzümlü yollarına sapmadım. Sapsam, bağların arasında kaybolup giderdim. Dümdüz, Franschhoek’a doğru sürdüm gittim.
Kasabanın adı ‘Fransız Köşesi’ anlamına geliyor. 1688’de dini baskı yüzünden Fransa’dan kaçıp gelen Hugenotlar yüzünden bu adı almış. Fransız olan yerde şarap olmaz mı? Hugenotlar önce kendileri için şarap üretmişler. Sonra bağlar büyüdü, büyüdükçe şarabın kalitesi arttı ve bağların içine beyaz evler, şaraphaneler açıldı. Yıllar için Franschhoek Afrika kıtasının en lezzetli lokantalarının, şaraplarının, bağ ve bahçeler içinde en güzel küçük otellerinin, şık mağazalarının yer aldığı bir gurme kasabaya dönüştü. Buradaki şarap üreticileri atalarının anısına kendilerine Fransızca isimler taktılar: La Motte, La Cotte, Cabriere, Provence, Chamonix... Bu yüzde bu cennet kasabaya geldiğinizde kendinizi hiç Afrika’daymış gibi hissetmezsiniz. Sanki Bordeux’ya yakın bir vadide şarabınızı yudumladığınızı sanırsınız.
Ana caddeyi bitirip, bağların arasındaki toprak yola saptım. Bir süre sonra kalacağım küçük oteli buldum: Holden Manz. Ödüllü şaraplar üreten bir şaraphane, bağların içinde de 10 odalı küçük oteli var. Lobisi bir sanat galerisini anımsatıyor. Yemyeşil çimenlerle örtülü büyük bir bahçe, bir köşede küçük bir gölet, hemen kıyısında beyaz bir kameriye, salkım salkım üzümlerle süslenmiş bağlar, meyve ağaçları, minik maymunların oynaştığı bir kafes, gökyüzünde uçan beyaz kazlar, peşinde yavruların koşturduğu ördek ailesi, yarısı bulutlarla örtülmüş dağlar... Kim bilir daha neler vardı bu tablonun içinde benim göremediğim! Çimenlerin üstündeki bir koltuğa oturdum. Hiç acele etmeden bu güzelliği sindirmeye çalışıyordum. Kucağında küçük bir çocukla kocaman bir adam geldi. Patronmuş. Elindeki beyaz şarap dolu kadehi uzattı ve gitti. Chenin Blanc üzümünden damıtılmış bir hayat suyuydu. Her yudumda yaşam daha da güzelleşti.
ANTEPLİLER ALINMASIN AMA...
Hint Okyanusu’ndaki False Körfezi’nden gelen bulutlar, Atlantik Okyanusu’na doğru uçunca dağların zirvesini de gördüm. Şarabım bitince kalkıp bağların arasında dolaştım. Kıskanç yaprakları aralayıp, siyah üzüm salkımlarının tadına baktım. Adını bilmediğim kuşların şakıyışlarını dinledim. Güneş, gökyüzünü kızıla boyayınca, bahçedeki mangalların başında yerimi aldım. Antepliler alınmasın ama mangalda et denince benim aklıma Güney Afrikalılar gelir. Bu işin kitabını yazmışlar. Onun için akşam yemeğinin bir ziyafete dönüşeceğini biliyordum. Kömürler köz oluncaya kadar ‘Holden Manz’ üretimi şampanyayla oyalandım durdum.
Mangalın üstü etle doluydu: Kuzu pirzola, ceylan, geyik, kaz, ördek, çeşit çeşit balık, kalamar, karides, midye... Masaya bir de güveç tenceresinde pişmiş kuzu gerdanlı Nilüfer çiçeği yahnisi konmuştu. Ev sahibi bunun bir Malay yemeği olduğunu söyledi. Gece boyunca ızgaradaki etlerin yanında Pinotage ve Şiraz üzümlerinden yapılan kırmızı şaraplar içtim. Bu iki şarabın atak, hoyrat, isli karakterinin, mangal üstünde kızaran etlerle çok iyi uyuştuğunu gördüm.
Yemek boyunca hiç müzik çalmadı. Kuşlar da uyuduğu için karanlık sessizdi. Arada bir biraz ilerideki Stony Brook deresinin kıyısından kurbağa vıraklamaları geliyordu. Koltuğuma oturup gökyüzüne baktım. Güney Küre’nin daha önce hiç görmediğim yıldızlarına dalarak gecenin içinde kayboldum.
SİNCAPLARLA AKŞAM YEMEĞİ
Ertesi gün Afrika yazının keyfini sürmeye devam ettim. Kasabanın en şık ve tek caddesi olan Huguenot’ta mağazalara pek yüz vermedim. Güneş yeterli yüksekliğe varınca kırmızı, beyaz şarapların tadına baktım. Öğle yemeğini, Le Quartier Françoise Oteli’nin altındaki ‘Tasting Room’ adlı lokantada yedim. Burası dünyanın en iyi 50 lokantasından biri seçilmişti. Şef Margot Janse, gerçekten de bir mutfak sihirbazıydı. Öylesine lezzetler yaratmıştı ki insanın aklı başından gidiyor! Akşam yemeğini yine ülkenin en iyi lokantalarından biri olan Grand Provence’da yedim. Meşe ağaçlarının altındaki beyaz örtülü masalarda rafine yemeklerle geceyi şenlendirdim. Ekmeğimi, yanıma gelen sincaplarla paylaştım. Ertesi gün dönerken, kalan yıllarımı burada yaşama dileğinde bulunuyordum.
Paylaş