Yolculuğa Çeşme’den başlarsak, sabah kahvaltısı için Ilıca’da Kumrucu Hüseyin’de durmamız gerekecek. Kumru, kara fırında özel olarak yapılan sandviçin içine ızgaranın üstünde kızartılmış salam, sosis, domates, biber, sucuk ve peynir konarak yapılıyor. Güne Kumru ile başlamak bütün günün keyifli geçmesine sağlıyor. 1966’dan beri bu işi yapan Kumrucu Hüseyin, bu çok özel sandviçi en iyi yapanlardan biri.
İmren Lokantası da Çeşme’nin en eski ve en lezzetli lokantalarından biri. Eğer tencere yemeklerine düşkünseniz tam aradığınız adres. Hanımeli Lokantası da tezgâhına her gün 10-15 çeşit yemek sıralıyor. Burası da damağınızı şenlendirecek lezzet duraklarından biri.
Şifne Caddesi’ndeki Dost Pide, Çeşme’ye gelenlerin mutlaka uğradıkları bir lezzet durağı. Eğer akşamdan kaldıysanız burada kelle-paça, işkembe çorbalarını içmenizi öneririm. Kuşbaşı etle yapılan pide, kiremitte köfte, tavuklu güveç benim favorilerim.
Kuşbaşılı pide
Çiftlikköy’deki Canbaba ise ıstakoz denince akla ilk gelen adres. Karşıdaki Sakız Adası’nı seyrederken, özel yöntemle pişirilen kıskaçsız ıstakoz Langust’u yemenin keyfine doyum olmuyor.
Tahrik edici kokusuna kapılıp annemin kızacağını bile bile ucundan küçük lokmalar koparttığım pideler... O günden beri fırından eve bütün bir pide veya ekmek getirmeyi beceremedim!
Ramazanın en sevdiğim yanı, iftar sofralarıdır. Varlıklı veya mütevazı sofralar... Fark etmez. Her ikisinde de bir ziyafet havası, değişik bir lezzet, kendine göre bir zenginlik vardır. Oruç tutmam ama iftar sofralarını da kaçırmam. Sele zeytinini leblebi gibi peşpeşe ağzıma atarım. Hele o zeytin Mudanya’nın Tirilye’sinden gelmişse dur durak bilmem. Ardından sıcak pidenin arasına bir iki dilim Kastamonu pastırması sıkıştırırım. Şekerim düşmüştür diye ballı bir hurma atarım ağzıma. Sonra yoğurt çorbasına kaşık sallarım. Midemi ana yemeğe alıştırmak için üzerine sızma zeytinyağı gezdirilmiş, sarmısağı ihmal edilmemiş, önceden kızartılmış patlıcanı, üstünde yeşil biber, bol domates olan bir imambayıldıyı afiyetle yerim. İftar sofrası böreksiz olur mu? Hele o börek, bol beyaz peynirli, tereyağında kızarmış, 40 kat yufkayla yapılmış suböreğiyse, onu yemeye doyum olur mu? Kalınca bir dilime asla hayır demem.
Muhteşem üçlü: Pilav, et, çobansalata!
Başlangıçlar bitince sıra gelir ana yemeğe. Pilav olmazsa düş kırıklığına uğrayabilirim. Pilav, sade de olur tel şehriyeli de domatesli de. Yeter ki tereyağlı olsun. Hele Diyarbakır’ın, üstü badem ve üzümle kaplanmış ‘duvaklı pilavı’ masaya konmuşsa kendimi tutmakta zorlanırım. Pilav, yanına et ister tabii ki! Fırında, çok kısık ateşte 4-5 saat pişmiş inciğe kim hayır diyebilir ki! Şöyle bol arpacık soğanlı, domatesli, diş diş sarmısaklı, kuşbaşı kuzu etli yahni de olabilir. Adına, ‘papaz yahnisi’ diyeceğim ama Ramazanla papaz kelimelerini yan yana getirmekte tereddüt ettim. İyi bir çoban kavurması da pilavın üstünde damak çatlatabilir. Yemeğe noktayı güllaçla koymak lazım. Sütle yumuşatılmış, gelinliği andıran bembeyaz nişasta tabakalarının üstünde kırmızı nar taneleri, belki biraz dövülmüş ceviz, gerilerden gelen gül kokusu... Bütün Ramazan boyu yiyebileceğim nazlı bir tatlıdır güllaç. Aslında ramazanın başrol oyuncusu pidedir. Bu muhteşem lezzet için ayrı bir paragraf açıp yeni bir başlık atalım...
Ayın asıl kahramanı
Pideyi anlatmaya çocukluk yıllarından başlamalı. Boğaz’daki Ortaköy, o yıllarda daha içine kapanık, herkesin birbirini tanıdığı mütevazı bir köydü. İftara birkaç saat kala, fırınların önünde uzun kuyruklar oluşurdu. İşte o kuyruklarda beklemeyi çok severdim. Fırının kapısından süzülüp bekleyenlerin burun deliklerini okşadıktan sonra, gökyüzüne doğru bir ruh gibi yükselen ekşi maya kokusunun, her şeye kadir olduğunu daha o zamanlar keşfetmiştim. O kokunun peşine düşen insanın, kokunun kaynağına sahip olmak için göze almayacağı hiçbir şey olamazdı. Sıram gelince, yanımda getirdiğim gazetenin arasına, üç veya dört sıcak pideyi koyar, Palanga caddesinden eve doğru tırmanırdım. Pidelerden yayılan koku öylesine tahrik edici olurdu ki annemin kızacağını bile bile ucundan küçük lokmalar kopartıp yerdim. O günden beri fırından eve bütün bir pide veya ekmek getirmeyi beceremedim! Yaşım ne olursa olsun tırtıklama işini hep sürdürdüm. Eve gelince önce annemden azar işitir, sonra sanki oruç tutuyormuşum gibi gözümü Ortaköy Camii’nin minarelerine diker beklerdim. İftar vaktini müjdeleyen ışıklar, nedense yanmak bilmezdi.
Evliya Çelebi’nin favorisi
Onun için, benim favoriler listemin en üst sıralarında yer alan lezzet duraklarından bir seçki hazırladım. Umarım bu liste gezinize lezzet katar.
Bu bölgede tatil denince akla hemen Bodrum gelir. Dünyanın tanıdığı bu tatil beldesi, denizin, kumun ve güneşin yanı sıra, tatilcilere lezzetli yemekler de sunar. Burada insan, özellikle akşam yemeğini nerede yiyeceğine karar vermekte zorlanır.
Eğer tercihinizi balıktan yana kullanacaksanız size Kadıkale Yalısı’ndaki Körfez Restoran’ı öneririm. Izgaranın başındaki Ali Bey, işinin ustası. Balıklar her zaman taze ve kıvamında pişiyor. Mezeler günlük ve lezzetli. Balık çorbası ve ahtapotlu bulgur pilavı benim favori yemeklerim. Tatmanızı öneririm. Güneş batımına doğru gidip, kumsalın üstüne bir masa koydurursanız, dalgaların sesini dinleyerek, içkinizi yudumlayarak güneşi batırmanın tadına doyamayacaksınız.
Bodrum’da benim sevdiğim bir diğer balıkçı da, Yalıkavak’taki Çimentepe Restoran. Buranın terasında yemek yerken tüm Yalıkavak koyunu görebilirsiniz. Çimentepe’de meze ve balık çeşidi konusunda oldukça zengin. Beyaz etli Akdeniz balıkları ızgarada tam kıvamında pişiriliyor. Güneşin batışının da muhteşem olduğunu belirtmek isterim.
Güne çok lezzetli bir kahvaltı ile başlamak isterseniz, Yukarı Gökçebel Köyü’ndeki Havva Abla’nın yeri tam aradığınız lezzet durağı. Havva Hanım, ağaçların gölgelediği bahçesinde hazırladığı kahvaltı ile damakları bayram yerine çeviriyor. Bodrum’da tencere yemeği hasreti çekenlere Kısmet Lokantası’nı önereceğim. Mönüde Ege ve Akdeniz mutfaklarından örnekler ön planda. Günde 35 çeşit yemek çıkıyor.
Özet çünkü, bu kasaba hakkında yazılanlar kitap sayfalarını doldurmuş, hepsini anlatsam buraya sığmaz.
Öncelikle ünlü tarihçi Heredot’un Alaçatı için, “En güzel gökyüzü altında kurulmuş bir yer” tanımlamasını dünya aleme hatırlatmak lazım. Bir de antik dönemdeki adının “Agrillia” olduğunu. Bunu da bilmek lazım çünkü burada bu ismi taşıyan kahve, lokanta ve barlarla karşılaştığınız zaman, bunun ne demek olduğunu çözebilmek için zaman harcamayın.
İsim işine tam bir açıklık getirelim, sonra sokaklara, pazara, taş evlere, dünden bugüne meydana gelen değişimlere değiniriz. Tabii o muhteşem rüzgarından da söz etmeden olmaz. Meraklanmayın, yazının tümü bir kasaba anlatımı olmayacak, lezzetli, damak çatlatan konulardan da bahsedeceğim.
Osmanlı döneminde bir çok antik adın değiştirildiği bilinir. “Agrillia” da bunlardan biri. Osmanlı döneminde buraya yerleşen Alacaat Aşireti, “bundan böyle buranın adı Alacaat ola” deyince, öyle de oldu. Sonra Ege’nin karşısındaki Sakız Adası’nın işsiz Rum gençleri, buraya çalışmaya geldiler. Kız aldılar, kız verdiler. Zamanla nüfusları 13-14 bine vardı. Rumların dili Alacaat demeye dönmediği için onlar Alasata demeyi yeğlediler. Sonra Alaçatı’da karar kılındı. O gün bu gündür, bu isimle anılır oldu Ege kıyılarının bu en güzel kasabası.
İsim konusunda nokta kondu ama hikaye sona ermedi. Savaş çıktı. O hüzünlü ve zorunlu göç burada da insanları evlerinden, sevdiklerinden, konu komşusundan ayırdı. Rum nüfus, yemeklerini, alışkınlarını, üzümlerini, şaraplarını, sakız ağaçlarını, Alaçatılı komşularına emanet edip, kasabayı terk ettiler. İşte o andan sonra, tüm Ege adalarına Alaçatı’nın özlem tohumu saçıldı. Gidenler burayı hiç unutmadılar.
Rumlardan sonra neşesini kaybeden evlere, Balkanlardan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde gelen göçmenlerle, Romanlar yerleşti. Artık yaşamın keyfi pek kalmamıştı. Alaçatı’nın dar sokaklarında yoksul ve sakin bir yaşam sürmeye başladı. Neşeli Rum ve Ege şarkıları, yerlerini Balkanların özlem dolu ezgilerine terk etti.
Uzun yıllar böyle sürdü gitti. Ta ki, rüzgar keşfedilinceye kadar. Aslında buranın rüzgarı, Ege’den kopup gelen yeni bir rüzgar değildi. Piri Reis asırlar öncesinde, “Kitab-ı Bahriye” de Alaçatı için, ”Rüzgarı eksiksiz, denizi yufkadır” diye yazmıştı. O zaman kadırgaların yelkenlerini şişiren bu deli rüzgarın, asırlar sonrasında bir kasabanın kaderini değiştireceği kimin aklına gelirdi ki?
Akdeniz denince akla gelen lezzetli balıklar, burada mönülerin birinci sırasında yer almıyor. Antalya mutfağına Yörük geleneği hakim. Yani et, en sevilen yemek malzemesi. Onu hamur işleri izliyor. Antalya ve civarında yapacağınız gezide, deniz, güneş, tarihi eserler kadar, yiyeceğiniz yemekler de sizi mutlu edecektir. Bu hafta size, Antalya ve çevresinde lezzetli yemekler yiyeceğiniz mekânları önereceğim.
Kentin en önemli lezzet durağı, Atatürk Kültür Parkı’ndaki ‘7 Mehmet Restoran’. Daha önceki yıllarda Konyaaltı Plajı’nda konuklarına lezzetli yemeklerini sunan 7 Mehmet, artık yeşillikler içinde hizmet veriyor. Lokantanın mönüsü oldukça zengin. Çoğu da tencere yemeği. Antalya yöresinin bazı lezzetli yemeklerinin tadına burada bakabilirsiniz. Balık yemek isteyenler için de çeşit zengin. Akdeniz’in en lezzetli ve en taze balıklarını burada bulabilirsiniz.
Eğer bir iki duble rakı içiyorsanız, size Hibeş adlı mezeyi öneririm. Lezzetinden damağınız çatlayabilir. Antalya mutfağının en önemli lezzetlerinden biri de şiş köfte. Bu köftenin hem kokusu hem de lezzeti insanın aklını başından alıyor. Kazım Özalp Caddesi’ndeki ‘Topçu Kebap’, şiş köfteyi en lezzetli yapan mekânların başında geliyor. Topçu Kebap’ın kuruluş tarihi 1880 yıllarına kadar dayanıyor. İşe paça ve tandır kebabıyla başlayan Topçu ailesi, tam 90 yıldan beri de şiş köfte yapıyor. Burada yaprak dönerin de tadına bakmanızı öneririm. Yemeğinizi kabak tatlısı ve Antalya’nın ünlü arap kadayıfı ile noktalarsanız, damağınız size minetter kalır.
Piyazın lezzeti dillere destan
Birçok ünlü sanatçının esin perisi, damağına düşkün. Ya eserin oluşması sırasında ya da tamamlanmasından sonra iyi bir ziyafet çekmek istiyorlar. Hatta işi abartarak oburluk boyutuna taşıyan periler de var. Örneğin, Fransız yazar Balzac’ın perisi bunlardan biri. Öyle ki, doymadan Balzac’a ilham vermiyor. Bu yüzden ünlü yazar, romanına başlamak için bir oturuşta bir kuzuyu mideye indirmek zorunda kalıyor. Obur peri, daha azı karşılığında işini yapmamakta direniyor. Tabii kuzunun yanındaki patatesler, şaraplar da cabası. Yazar, romanını bitirdikten sonra da esin perisinin gönlünü hoş tutmak zorunda. Ne de olsa sırada diğer romanlar var. Bir keresinde, romanını bitirdikten sonra Balzac’ın, tam 100 tane istiridye yediği ve dört şişe şarap içtiği söyleniyor.
Balzac, yemek yemediği zamansa sürekli meyve atıştırıyor. Ayrıca gece yazmayı seviyor ve uykusunu kovalamak için bol bol kahve içiyor. Biyografi yazarları, yazarın hemen her gece, yaklaşık bir süt güğümü dolusu kahve tükettiğini yazıyorlar. Bir yandan masa başında saatlerce hareketsiz oturma, diğer yandan bunca yeme içme Balzac’ı genç yaşta çökertiyor. Onunla ilgili bir kitapta, ünlü yazarın 43 yaşındaki görüntüsü şöyle anlatılıyor: “İki parça halinde sarkan yağ dolu gıdı, bir sıradağ gibi alnının üstünde yükselen kalın kaşlar, kurumuş nehir yatağını andıran derin çizgilerle parçalara bölünmüş bir alın ve sürekli kalbinin atışını kontrol eden bir sağ el...”
Esin perisiyle başı dertte olan bir diğer yazar da Hemingway. Onun perisi, aslında içkiyle haşir neşir. Bir kadehten diğer kadehe atlıyor, her kentte başka bir içkinin peşine düşüyor. Londra’da cin, Paris’te ucuz şaraplar, Havana’da mojito, daiquiri, rom, martini.... Esin perisi kafayı bulduğu zaman Hemingway’in kalemini tutana aşk olsun. Uzun yıllar Hemingway’in peşinde koşturup durdum. Gittiği lokantalarda, kahvelerde, meyhanelerde onun perisini mutlu eden yemekleri yedim, içkileri içtim. Key West’te yediğim hamburgerin tadını hiç unutamadım. Ünlü yazarın daktiloyla yazıp, el yazısıyla düzeltmeler yaptığı bu tarif şimdi Boston’da J.F. Kennedy Kütüphanesi’nde sergilenmektedir.
Marcel Proust’un esin perisi seçici ve ince bir gurme. Onun verdiği ilhamla yazar, en sevdiği yemeklerden olan ‘elmalı biftek’ konusunda şunları yazıyor: “Elmalı biftek ideal bir yarışma konusu olabilir. Basit gibi görünüyor ama özel bir beceri ister. Mutfağın patetik sonatı gibi zor...” Proust’un verdiği davetler de ünlü. Bir akşam yemeğinde neler ikram edildiğini defterine şöyle yazmış: “Başlangıçta Cancale istiridyeleri. Ara sıcak, şampanya soslu keklik. Ana yemekte, yabanmersini soslu yaban ördeği, garni olarak kestane püresi ve külde pişmiş patates.”
Yemekle barışık bir başka sanatçı da Rigoletto, Aida, Nabucco operalarının bestecisi Verdi. Kazandığı paranın büyük bir bölümünü yemek ve içmek için harcıyor. Onun esin perisi de seçici. Yediklerinden mutlu ki, Verdi’ye hiç zorluk çıkarmıyor, aksine onu notalara boğuyor. Geçen yıl Parma yakınlarındaki La Roncole köyüne gidip, Verdi’nin büyüdüğü evi ziyaret etmiştim. Mütevazı evin mutfağı, Verdi’nin çocukluğundaki kısıtlı beslenmenin ipuçlarını ele veriyordu. Ünlü bestecinin para kazandıktan sonra iyi bir gurme olması, acaba çocukluğundaki yoksulluğa tepkiden mi kaynaklanmıştı? Verona’da Nabucco Operası’nı izledikten sonra davet edildiğim yemekte aşçı, Verdi’nin kendi tarifi olan risottoyu pişirmişti. Böylesine lezzetli risotto yemediğimi söylemiştim o zaman masa arkadaşıma. Aldığım risotto tarifini sizinle paylaşıyorum, denemenizi öneririm.
Sözün özü: İyi eser vermek istiyorsanız, esin perinizi aç bırakmayın!
Verdi usulü risotto
Doğu Akdeniz insanın aklını başından alacak kadar lezzetli bir mutfağa sahip. İnsan kendini tutamazsa, bu gezi sonunda evine yola çıktığı gündeki kilosundan bir kaç kilo fazlasıyla dönebilir.
Yolculuğun başlangıç noktası Adana, kebabın başkenti. Kentin üstüne sinen kebap kokusu insanı her dakika acıktırıyor. Kentte büyüklü küçüklü yüzlerce kebapçı var. Herkesin ayrı bir özelliği, ayrı bir lezzeti var.
Tarsus’ta humus ve bardak altını tadın
Adana’da bunca kebapçı arasından seçim yapmak zor. Size Karataş Yolundaki Elem Restoranı, baraj manzaralı ünlü Onbaşıları, 5 Ocak Kebapçısı’nı öneririm. Ayrıca kent mutfağının diğer lezzetlerini de tatmak istiyorsanız Köy Sofrası’nı deneyin.
Adana kebap kadar şalgam diyarı olarak da bilinir. Kebabın hazmını kolaylaştırdığı söylenir. Aklınızda bulunsun. Ayrıca tatlıları da ünlüdür. Yemekten sonra Çakmak caddesindeki Tatlıcı Gönül Kardeşler’de Karakuş ve halka tatlılarıyla damağınızı şenlendirin.
Adana’da sonra sırada bir başka lezzet diyarı var. Tarsus, gerçekten de insanı baştan çıkaran lezzetlere sahip. Burada mutlaka uğranması gereken lezzet duraklarından biri Abdi İpekçi caddesindeki Kebapçı Eyüp. Burası kentin en eski kebapçısı. Şelale Yıldırımlar Restoran da dikkati çeken lezzet duraklarından biri. Tarsus’ta bardak altı denen küçük lahmacunlardan ve humus yemeden dönmeyin.
Tencere yemekleri Sabah Lokantası’nda
Rotanın üstündeki bir başka lezzetli kent ise Mersin. Burada ilk akla gelen yemek tabii ki tantuni. Bu yemek etin en lezzetli hallerinden biri. İnsan o küçük dürümleri yemeye doyamıyor. Mersin’de her köşe başında bir tantuni lokantası bulmak mümkün. Onun için seçim yapmak çok zor. Size GMK Bulvarı’ndaki Göksel Tantuni ile Camişerif Mahallesi’ndeki Özkan Tantuni’yi öneririm. İkisi de çok lezzetli. Mersin’in tencere yemeklerinin tadına bakmak istiyorsanız, İstiklal caddesindeki Sabah Lokantası tam aradığınız mekan. Mersin’e gidince Silifke yolundaki Narlıkuyu’ya gitmemek olmaz. Küçük koyun etrafına sıralanmış balık lokantaları Akdeniz’in en lezzetli ve en taze balıklarını sunuyor. Hepsi birbirinden güzel, istediğinizi seçebilirsiniz. Mersin’de mutlaka uğranması gereken lezzet duraklarından biri de Dondurmacı Halil. Burada cezeryenin ve kerebiç tatlısının tadına mutlaka bakın.
Bir davetti bu. Hem de asla hayır diyemeyeceğim bir davet. “Portofino’ya gidelim” demişti. Portofino’nun adını duyar duymaz kulağıma hemen dalga sesleri gelmişti. Ardından da malum dize: “I found my love in Portofino - Aşkımı Portofino’da Buldum...”
Cenevo’dan sonra 50 kilometre daha gidince, deniz kıyısında San Margherita kasabasına gelmiştim. Geceleyeceğim bu köy, yeşil tepelerle turkuaz renkli Akdeniz’in arasına sıkışıp kalmıştı. Tepelerdeki köşkleri, palmiyeli yolları, rengarenk çiçekli parkları, mavi, yeşil, sarı, vişne kurusu badanalı evleri görünce, “İşte cennet” demiştim. Deniz manzaralı odama girdiğimde güneş batmaya yüz tutmuştu.
Yıllar sonra tekrar geldiğim kasabada, anılar ve manzaralar yerli yerinde duruyordu. Vakit geçirmeden iskelenin karşısındaki bara oturdum. Geçen gelişimde yaptığım gibi garsondan, barın özel içkisi şeftaleli kokteyli istedim. Yakomozları seyrederek içkimi yudumladım. Bir çok evin tahta kepenkleri henüz açılmamıştı. Yazlıkçılar daha sökün etmemişlerdi anlaşılan. İskelenin ucundaki motorcuyu tanır gibi oldum. Portofino’ya gidecek yolcuları bekliyordu. Barda, yakışıklı İtalyan erkekleri, güzel kızlara neşe içinde kur yapıyorlardı. Geçen gelişimdeki güzel gözlü kızı hatırladım.
LEZZETİN SINIRLARI
Akşam yemeği için yine deniz kıyısında, küçük bir lokantaya gittim. Fesleğen, sarmısak ve zeytinyağı kokusu sinmiş bir yerdi. Bir köşede napoliten çalan yaşlı müzisyeni hatırladım. Yemek için önden Pesto Genovese ısmarladım. Çünkü bu yemeğin tadını hala hatırlıyordum. (Tarif: Servis tabağı büyüklüğünde iki dilim taze lazanya suda haşlanıyor. Üstüne, fesleğen, dövülmüş dolmalık fıstık ve ceviz, rendelenmiş koyun peyniri, parmesan, zeytinyağı, sarmısak ve karabiber karışımından oluşan sos dökülüyordu.) İkinci yemek olarak yine bildiğim bir yemeği, peynirli patlıcanı istedim; (Tarif: Uzunlamasına dilimlenmiş bostan patlıcanları, zeytinyağında hafifçe kızartıldıktan sonra bir tepsiye diziliyor. Bu dilimlerin üstüne dilimlenmiş rakle peyniri diziliyor. Onun üstü yine patlıcan dilimleri ile kapatılıyor. Bu peynirli patlıcan böreği, üstüne sarmısak soslu rende domates döküldükten sonra fırında yarım saat pişiriliyor.) Bu yemeklerin yanında leziz kırmızı şaraplar içip, geceyi yine grappa ile noktaladım.