Acılar küllenince bir sonraki kazaya kadar aklınıza gelmeyecek bu kasabanın adı... Halbuki bir görseniz, bir daha asla unutamayacaksınız. Kömür, kara, maden, dert, ölüm kelimeleri hemen silinip gidecek belleğinizden. Ermenek’in renginin kara değil de mavi, yeşil ve turkuvaz olduğunu görüp şaşıracaksınız.
ERMENEK'İN ADI NEREDEN GELİR?
Göle, renklere, lezzetlere geçmeden önce, biraz geriye gidelim de bir bakalım Ermenek neyin nesiymiş. Öncelikle adının anlamını söyleyelim: ‘Yükseklerde yaşayan yiğit insanların ülkesi.’ Bazıları bu adın ‘İrem-Nak’ kelimelerinden oluştuğunu, bunun anlamının da ‘Cennet Bağları’ olduğunu söyler ki, bu söylem benim daha çok hoşuma gider. Çünkü Ermenek cennete çok benzer.
Bütün medeniyetler bu bereketli toprakları çok sevmişler, hep kendilerinin olsun istemişler: Hititler, Akhalar, Babilliler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar... Biri gitmiş diğeri gelmiş. Böylece 5 bin yıllık zengin bir tarih oluşmuş. Rengini gökyüzünden alan Göksu Nehri’nin kıyısındaki bu saklı cennet, Romalıların gözdesi olmuş, uzun bir dönem bölge buradan yönetilmiş. Roma zulmünden kaçan Hıristiyanlar, yamaçlardaki mağaralarda saklanmışlar. Hatta bir rivayete göre, İsa’nın havarilerinden biri olan Aziz Barnabas, bir süre burada kalmış. Hıristiyanlardan sonra, başı derde giren tüm toplulukların sığınağı olmuş Ermenek. Karamanoğulları, yıllar boyu bu coğrafyada Osmanlı ordusuna direnmiş. Bu direnişin tek şahidi olan Mennan Kalesi, gölü kuşbakışı gören bir tepenin üstünde, tüm görkemiyle duruyor. Oraya tırmanıp, surların üstünde bu direnişin hayalini kurabilirsiniz.
TIPKI KARTAL YUVASI: MENNAN KALESİ
Hayalinizin yerli yerinde olması için size kale hakkında bazı bilgiler verebilirim: Mennan Kalesi, Ermenek ve Erik çaylarının birleştiği yere yakın olan bir dağın üzerinde, bir kartal yuvası gibidir. Alınması bir hayli zor, savunulması kolay. Onun için birçok kavme ve orduya barınak olmuş. Mennan Kalesi, Hitit, Lidya, Asur ve Pers askerlerini konuk etmiş, daha sonra Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı devirlerini görüp geçirmiş. Haçlılar bile bu kartal yuvasına sığınarak, Selçuklu’nun hışmından kurtulmaya çalışmışlar.
Yıllardan beri aynı soruyu sorup dururum: “Bizim topraklarımızdan neden trüf çıkmaz?” İklimse aynı iklim, meşe ağacıysa âlâsı! Hatta, Fransa’dan bir trüf köpeğiyle trüf avcısı getirtip, arama yaptırma hayalleri bile kurmuşluğum var. Orman ve Su İşleri Bakanlığı yetkililerinin açıklamasına bakılırsa, Manisa’nın Demirci ilçesinde 1, Soma ilçesindeyse 10 hektarlık trüf ormanı tespit edilmiş ve hemen koruma altına alınmış. Ayrıca bu ormanları zenginleştirmek için çalışmalar yapılacakmış.
Haberle birlikte birçok soru da kafama üşüştü. Bakanlık bu ormanlarda trüf olduğunu nasıl tespit etmişti? Acaba İtalya ve Fransa’dan özel eğitimli köpekler mi getirilmişti? Çünkü trüf öyle gözle görülecek bir şey değil. Toprağın altında, ağaç köklerine yapışık yetişiyor. En sevdiği ağaç da meşe. Fındığı da, cevizi de, huşağacını da seviyor ama en lezzetlileri meşe ağacının köklerine yapışıyor.
***
Bu yeraltı mantarları (yumruları) için kimi ‘mutfağın pırlantası’, kimi ‘siyah kraliçe’ tanımlamasını kullanıyor. Böylesine kıymetli ve lezzetli yiyeceğin cinsel gücü artırmaması söz konusu olabilir mi? Kaynaklar, Antik Yunan ve Roma dönemlerinde viagra niyetine tüketildiğini öne sürüyor.
Göle, renklere, lezzetlere geçmeden önce, biraz geriye gidelim de bir bakalım Ermenek neyin nesiymiş. Öncelikle adının anlamını söyleyelim: ‘Yükseklerde yaşayan yiğit insanların ülkesi.’ Bazıları bu adın ‘İrem-Nak’ kelimelerinden oluştuğunu, bunun anlamının da ‘Cennet Bağları’ olduğunu söyler ki, bu söylem benim daha çok hoşuma gider. Çünkü Ermenek cennete çok benzer.
Bütün medeniyetler bu bereketli toprakları çok sevmişler, hep kendilerinin olsun istemişler: Hititler, Akhalar, Babilliler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar... Biri gitmiş diğeri gelmiş. Böylece 5 bin yıllık zengin bir tarih oluşmuş. Rengini gökyüzünden alan Göksu Nehri’nin kıyısındaki bu saklı cennet, Romalıların gözdesi olmuş, uzun bir dönem bölge buradan yönetilmiş. Roma zulmünden kaçan Hıristiyanlar, yamaçlardaki mağaralarda saklanmışlar. Hatta bir rivayete göre, İsa’nın havarilerinden biri olan Aziz Barnabas, bir süre burada kalmış. Hıristiyanlardan sonra, başı derde giren tüm toplulukların sığınağı olmuş Ermenek. Karamanoğulları, yıllar boyu bu coğrafyada Osmanlı ordusuna direnmiş. Bu direnişin tek şahidi olan Mennan Kalesi, gölü kuşbakışı gören bir tepenin üstünde, tüm görkemiyle duruyor. Oraya tırmanıp, surların üstünde bu direnişin hayalini kurabilirsiniz.
KARTAL YUVASI KALE
Hayalinizin yerli yerinde olması için size kale hakkında bazı bilgiler verebilirim: Mennan Kalesi, Ermenek ve Erik çaylarının birleştiği yere yakın olan bir dağın üzerinde, bir kartal yuvası gibidir. Alınması bir hayli zor, savunulması kolay. Onun için birçok kavme ve orduya barınak olmuş. Mennan Kalesi, Hitit, Lidya, Asur ve Pers askerlerini konuk etmiş, daha sonra Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı devirlerini görüp geçirmiş. Haçlılar bile bu kartal yuvasına sığınarak, Selçuklu’nun hışmından kurtulmaya çalışmışlar.
Diyelim ki bir galeridesiniz ve bir tablo almak niyetindesiniz. Ressama, bu tabloya biraz daha sarı ekleyin, şu renkler bu köşeye yakışmamış, kadının yüzü yamuk olmuş gibi saçma sapan eleştirilerde bulunabilir misiniz? Ressamı bir kenara bırakıp bir lokantaya girelim. Diyelim ki aşçı o gün, ‘imza yemeği’ olarak karnıyarık yapmış. Karnıyarık onun eseri. Onun için, yemeği nasıl yaptığını anlatırken gözlerinin içi gülüyor. Müşterinin önemini biliyor. Çünkü o para kazanamayacak. Onun için eserini yaratırken bütün bilgisini, deneyimini dökmüş. Müşteri bu yemeğin tadına baktıktan sonra, sadece beğenip beğenmediğini söyleyebilir, “Bu yemek olmamış” diyemez. Belki önerilerde bulunabilir ama bunları dayatamaz. Usta, bir başka zaman eserini yaratırken isterse bu önerilerden yararlanır.
BENİM MÖNÜM BENİM ÇILGIN DAMAĞIMI YANSITIR
Asıl ‘müşteri velinimettir’ korkusuyla, ‘sanatından’ taviz verirse ona usta denmez. O olsa olsa sıradan bir aşçıdır.
Amerikalı şef Simon Rogan’a sormuşlar, “Müşteri her zaman haklı mıdır?” Şef düşünmeden yanıtını yapıştırmış: “Asla!” Ve devam etmiş: “Benim eserimin ardında ne kadar çok düşünce ve emek olduğunu biliyor musunuz? Benim mönüm, benim çılgın damağımı yansıtır. Müşteri ister sever, ister iğrenç bulur.”
***
Herkes yemek yer. Zorunlu bir eylemdir bu. Yapılan bir araştırmaya göre, ortalama ömrü 72 yıl olan insan 39.420 saatini sofrada geçiriyor. Ama yemekten tat almak ustalık işidir. Bunu edinmek için konuşmak, okumak, bilmek, seçmek, en önemlisi de tatmak gerekir.
Yemek yemek duyulara keyif verir. Bu duyular ihmal edilirse, kullanılmayan organlar gibi körelir. Beyin onları unutur.
Tat almak beyni ve düşünceyi diri tutar. Yazar Guy de Maupassant da benim gibi düşünüp şunları söyleyivermiş: “Tat almanın sırrına vakıf olabilmek için belli bir zekâya ihtiyaç vardır. Aptal insanlar asla ağzının tadını bilmezler.” Daha da ileri gidip, “Tat almak, insan olmanın bir parçasıdır” diyelim. Hatta, tat almanın şehvetle de ilişkili olduğunu söyleyerek işi bir adım daha ileriye taşıyalım.
Nasıl tat alırız? Tat almak öğrenilebilir mi? Tat almanın sırrı nedir?
Öncelikle, “Bahar geldi gül açıldı/ Gönlüme neşe saçıldı” şarkısını mırıldanmanın. Sonra, eğer İstanbul’daysanız, leylak rengine boyanmış İstanbul’u seyretmenin. Erguvanlar açtı, morsalkımlar her tarafı salkım saçak mora boyadı. Mor laleler parklarda, bahçelerde görücüye çıktı.
Şimdi hep beraber Nâzım gibi gökyüzüne doğru haykırmanın tam zamanıdır: “Bahar geldi bahar geldi bahar/ bahar geldi ulan/ tomurcuklandı içimdeki kan.” Veya Orhan Veli’ye kulak vermenin zamanı: “Tüyden hafif olurum böyle sabahlar / Karşı damda bir güneş parçası / İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar / Bağıra çağıra düşerim yollara / Döner döner durur başım havalarda”.
Bir de doğaya çıkıp, toprak ananın yüreğinin sesini dinlemenin de tam zamanıdır. Kırlardaki çiçeklerin en güzel zamanıdır bu günler. O güzellik ki, insanın aklını başından alır, insana şiir yazdırır. İnsan baharda her şeye sevdalanır: Beyaz bulutların oynaştığı masmavi gökyüzüne, laleye, sümbüle, gelinciğe, papatyaya... Daha çok sever, daha çok coşar bu mevsimde. Bahar insana kendini tüyden de hafif hissettirir, çiçek kokulu rüzgârların önüne katıp, masal diyarlarına uçurur. Aslında kentten kaçıp gitmenin tam zamanıdır şimdi. Örneğin güneydeki koylara. Küçük, lacivertli, turkuvaz suları olan koylara. Çam ormanıyla kaplı dik yamaçlarla, lacivert Ege’nin arasında saklanmış ‘cennetten bir parça’lara.
Bahar yürüyerek keşfetmektir
Baharın rengi zümrüt yeşilidir. Bu renge katkısı olanlardan biri de kuşkonmaz. Sıcağı, kumu, nemi seven bu bitki, Türkiye’nin çeşitli yörelerinde çeşitli adlarla anılır; kimi tilkişen der, kimi tilkikuyruğunu yakıştırır, kimileri de acı sarmaşık, kedirgen, keme dikeni, dilfilcan adlarını tercih eder. Dünyaysa onu ‘asparagus’ diye bilir. Bizde niye yaygın adı kuşkonmazdır? Sözlüklerde ipucu bulamadım. Düz mantık yürüttüm; kuşların bile konamayacağı kadar narin olduğundan olsa gerek. Doğrusunu bilen, beni aydınlatsın!
ŞİFA İÇİN YENİRMİŞ
Kuşkonmaz aslında Türk mutfağının yabancısıdır. Ege’de, biraz da Akdeniz’de damakları şenlendirir, o kadar. Makilerin koynunda yaşayan, ince, uzun boylu, yabani kuşkonmazları pişirmeye bile gerek yoktur. Birkaç damla limon suyu, bir fiske tuz yeter.
Kuşkonmazın geçmişi Antik Yunan’a dayanır. Ama o dönemde karın doyurmak için değil, şifa için yenirmiş. Çünkü o narin bitki bir ecza deposudur. 100 gramında 20 kalori olduğunu da belirteyim ki bol bol yemeye niyetlenenler bana kızmasın.
ÇORBASI DA ENFES
Tüm Akdeniz’de akşam yemeklerinin bir şölen olduğunu ve çok geç yendiğini bildiğim için acele etmiyordum. Zaten nemli sıcak da buna engel oluyordu. Limanın etrafını kahveler sarmalamıştı. Hepsi tıklım tıklımdı. Sanki adanın tüm gençleri limanın etrafında toplanmıştı. Aralarından geçip, sora sora “Kaldirimi” meyhanesini buldum ama yer bulamadım. “Turko” dedim, “Ayvalık” dedim, “komşi” dedim, sonunda bir köşeye sıkışmayı başardım. Kaldirimi, bir sokağı baştan sona işgal etmiş bir meyhaneydi. Taze naneli kabak çiçeği dolması, beyaz peynirli mücver, kıtır kıtır kabak kızartması, üstünde koca bir dilim beyazpeynirle soğanlı domates salatası, taze bakla püresi, ahtapot ızgara, torba yoğurduna cacık... Tüm bu bildik mezelerin yanına, adada üretilen ve tüm Yunanlıların çok sevdiği Barbayani marka uzo söyledim. Masa arkadaşımla mezelerin kusursuzluğu ve lezzeti üstüne söz ede ede yemeği bitirdik. Ben otele dönerken Mytilini’de gece daha yeni başlıyordu.
SAPPHO’NUN ADASI
Ertesi sabah odanın balkonundan mahmur bakışlarla kenti taradım. Burasının Doğu Ege’nin en eski kentlerinden biri olduğunu biliyordum. Kaynaklar Mytilini’nin kuruluşunu MÖ 10. yüzyıla kadar götürüyorlardı. Limanı çevreleyen binaların çoğu 19’uncu ve 20’nci yüzyılın başlarından kalmaydı. Yeni binalar daha çok yamaçlardaydı. Kentin görüntüsü geçmişi çağrıştırıyordu. Bizim Midilli, Yunanlıların ve tüm dünyanın ‘Lesvos’ ya da ‘Lesbos’ dedikleri adanın aklıma getirdiği ilk isim, lirik şair Sappho’ydu. Bu güzeller güzeli kadın, şiirlerinde daha çok kadınları anlatmıştı. Aşklarını kadınların arasından seçmiş, onlara lir çalmış, şarap sunmuş, renkli bir yaşam sürmüştü. Bu nedenle ada, cinsel tercihlerini hemcinslerinden yana kullanan kadınların tapınağına dönüşmüştü.
Bir araba kiralayıp, bu koca adayı keşfetmek için yola koyuldum. Yol denizle kol kola gidiyordu. Lacivert Ege, çok tahrik edici görüntüler sunuyordu. Küçük kasabalar, köyler derken Petalidi’de direncim kırıldı. Küçük bir koyda kendimi Ege’nin kucağına atıverdim. Tam karşıda Ayvalık’ın Sarımsak Plajı olmalıydı. Baktım ama göremedim. Sadece Kaz Dağları’nın yüce tepeleri görünüyordu. Zeus bize bakıyor muydu acaba diye düşündüm. Kuzeye yaklaştıkça yol dağlara sardı. Zeytin ağaçları yerlerini çam, köknar, çınar, kestane ve kayın ağaçlarına terk etti. Köyler, zirvelerde kartal yuvası gibi göründü.