Anayasa, bu bölüştürme işleminin nasıl yapılacağını ayrıca anlatmamış.
Ama normal olanı hükümeti kurmak için görevlendirilen kişinin, bu durumda Ahmet Davutoğlu’nun, partilerden isim istemesiydi.
Çünkü hükümet “seçim için” kuruluyor ve Anayasa da bu hükümette partilerin temsilinden söz ediyor.
Bunu yapmadı ve kendisi, kendi ölçülerine göre bazı isimlere bakanlık teklif etti.
Bunun sonucunda da MHP’den bir kişi bakanlık görevini kabul etti, CHP’lilerin hepsi ve MHP’lilerin ikisi görevi kabul etmediler.
Böylece Anayasa gereği kurulacak hükümet daha yola çıkmadan tartışmalı hale geldi.
Şimdi Başbakan görevi kabul etmeyenlerin yerine bağımsız bakanlar atayacak, onların ne kadar bağımsız davranabilecekleri de meçhul.
Cumhurbaşkanı ve AKP’nin, HDP’yi barajın altına yeniden itme planları tutmayacak, hatta öyle görünüyor ki bu partinin oylarında artış bile olacak.
Bazı araştırmalar, HDP’nin, sandalye sayısı bakımından MHP’yi de geçeceğini gösteriyor.
Yani TBMM’de yine dört parti olacak, AKP’siz bir hükümet kurulabilmesinin olanağı da bulunmayacak.
Tabii seçime daha iki aydan biraz fazla bir süre var ve bu tabloyu değiştirecek beklenmedik olaylar her zaman gerçekleşebilir.
Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinin DSP oylarında nasıl astronomik bir artış yarattığını unutmayalım.
Ama böyle büyük bir etken olmadığı sürece sonuç aynı olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan kurulacak koalisyonda eskisi gibi her şeye karışamayacağını biliyor ve zaten bu seçimi de sırf bu nedenle yapıyoruz.
O yazıyı aynen tekrarlıyorum, çünkü yazının sonunda sorduğum sorunun yanıtını hâlâ merak ediyorum. Yazı şöyleydi:
“Normal bir ülkede yaşıyor olsaydık, AKP, bir önceki seçime göre milletvekili ve oy kaybetmiş de olsa, bu seçimin galibi sayılırdı.
Seçmenin daha büyük çoğunluğunun teveccühünü kazandı, birinci parti oldu ama sorun şu ki tek başına bir hükümet kurabilecek çoğunluğa da ulaşamadı.
Normal bir demokraside, böyle durumlarda koalisyon ya da azınlık hükümeti kurulur.
Uzlaşmak iyidir, seçmen de zaten böyle bir şeyi bekliyor.
Ama AKP açısından ‘uzlaşma’ya engel bir figür var, o da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.
Çünkü o biliyor ki bir koalisyon hükümetinde artık eskisi gibi ‘İcranın başı benim’ deme olanağına sahip olamayacak.
Bu muhtarlara “muhbirlik” talimatı vermişti, vatandaşlara “ayıklama” görevi veriyor.
Şöyle diyor: “Halkımız kendi içindeki bölücü terör örgütü mensuplarını ayıklamak durumundadır.”Nasıl ayıklanacağı belli değil ama “Gerekirse güvenlik güçlerine haber verin” diye cümlesini tamamladığına göre, “gerekmeyen durumlarda” bizzat vatandaşların bu ayıklama işini yapmasını bekliyor olmalı.
Terör tehdidi altındaki bir ülkede, vatandaşların gördükleri, tanık oldukları şüpheli durumları güvenlik güçlerine bildirmeleri normal bir durumdur.
Ama Cumhurbaşkanı’nın önerdiği gibi “bizzat ayıklama işi” bunun çok ötesine geçiyor.
Bütün bunların üzerine AKP medyasının her gün birilerini “terörist” diye hedef göstermesini de ekleyelim.
Gün geçmiyor ki bir gazeteci, bir aydın, bir işadamı hedefe konulmasın!
Hatta bazen kendilerini tutamayıp uzun listeler bile yayınlıyorlar, insanları terörist kılığına soktukları fotomontajlarla.
“Demokratik açılım olarak bu süreci başlattık. Demokratik açılımdan sonra aldığımız mesafe ile bunu milli birlik ve kardeşlik projesine dönüştürdük. Yaptığımız bütün istişareler neticesinde, bu akil insanlar vesaire bu çalışmalarla, bunu çözüm süreciyle taçlandıralım istedik” dedi.
Buraya kadar hepimizin bildiği konular.
Cumhurbaşkanı’nın, başbakanlığı döneminde bunları yaşadık, gördük.
Gerçi geriye doğru baktığımızda benim gördüklerim ile onun gördükleri farklı şeyler.
Cumhurbaşkanı “Demokratik açılımlar yaptık” diyor.
Bense sadece hazırlanan demokratikleşme paketlerinin Bakanlar Kurulu’na bile gelmeden rafa kaldırıldığını, “asayiş paketi” görüntüsü altında var olan demokratik hakların bile kısıtlanmaya çalışıldığını hatırlıyorum.
Neyse, şimdilik konumuz bu değil.
Durum ortaya çıkınca kıyamet koptu tabii.
Ve Başbakan Valls şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı:
“İki çocuğumun 2 bin 500 Euro’luk masrafını üstleniyorum. Bir daha asla böyle bir şey için uçağı kullanmayacağım.”Valls, Fransız değil de Türk olsaydı, bunu yapmasına gerek kalmayacaktı.
Zaten medyada bunu sorgulamaya kimse cesaret edemeyecekti.
Olur da bunu eleştiri konusu yapan birisi çıkarsa da ağzının payı verilecekti tabii:
“Ne demek efendim, ülkenin koskoca başbakanı, tarifeli uçakla mı gitseydi maça? Bu ülkenin bir gururu var! Artık küçük düşünmeyi bırakın!”
Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron da geçen gün ucuz havayolu şirketi EasyJet’in ekonomi sınıfında Portekiz’e uçtu.
Bunu söylemesinin nedeni Devlet Bahçeli’nin “MHP’nin 4 şartından” vazgeçmemiş olması!
MHP’nin dört şartını hatırlayalım önce:
1- Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilmemesi.
2– Çözüm sürecinin eksiksiz ve bahanesiz olarak rafa kaldırılması.
3– Ucu kime dokunursa dokunsun, rüşvet ve yolsuzluk iddialarının üzerine gidilmesi.
4– Cumhurbaşkanı’nın anayasal sınırlarının içine çekilmesi.
Madde madde ilerleyelim:
“AK Parti tabanı CHP’ye soğuk, MHP’ye sıcak!” Ya da “Taban MHP’yi tercih ediyor”!
İnternete girin yandaş medyada yayınlanmış böyle onlarca haber ve yorum göreceksiniz.
Ve dün havuz gazetesinde bir haber yayınlandı: “AK Parti tabanı, MHP ile bir koalisyona Bahçeli’nin sert üslubu yüzünden sıcak bakmıyor.”Nasıl bir tabansa bu artık, iki günde bir fikir değiştiriyor, bir gün sıcak baktığından ertesi gün soğuyor demek ki!
Aslında taban filan palavra.
Partinin en tepesindeki şahıs bir koalisyon hükümeti istemiyor, erken seçimi denemek istiyor, tek başına bir iktidar umudu besliyor.
Onun için de elindeki her araçla saldırıya geçmiş durumda.
Damat Berat Albayrak, havuz gazetesindeki köşesinde Devlet Bahçeli’ye sallıyor: