Başdanışman, deyim yerindeyse hükümete “haddini” bildiriyor ve Cumhurbaşkanı’nın hem hükümetin hem de devletin başı olduğunu hatırlatıyordu.
Bu durum Başbakan Ahmet Davutoğlu’na soruldu ve Başbakan şu yanıtı verdi:
“Herhangi bir başdanışmanın, bürokratik anlamda varsa böyle bir açıklamasına cevap vermek gibi bir tutum içine girmedim, girmem. Türkiye’de devletin başı anlamında Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin başı anlamında Başbakan’ın yetkileri bilinir.”
Bu sözler, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı’nın hükümetin bir bakanına cevap yetiştirirken kullandığı üslubun ve kelimelerin Başbakan’da rahatsızlık yarattığı izlenimini uyandırıyor.
Başbakan net bir şekilde Cumhurbaşkanı’nın devletin başı olduğunu, hükümetin yönetimi konusunda yetkinin de kendisinde olduğunu ifade ediyor.
Saray’daki başdanışmanlar ordusunun, adeta bir “paralel hükümet gibi” davranma eğilimlerinden duyulan rahatsızlığın bir ifadesi olarak da görülebilir.
Bunun devletin zirvesinde bir çatlağa işaret etmemekle birlikte “çift başlılığa” bir tepki olduğunu Saray’ın görmesi gerek.
Verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum” sözleriyle eleştirmesinin artçı sarsıntıları hükümete kadar ulaştı.
Hatırlarsınız AKP sözcüleri de ilk gün mahkemenin kararını memnuniyetle karşılamıştı.
Ama Cumhurbaşkanı, karardan memnun olmadığını ifade edince onlar kolayca çark edebildiler.
Fakat hükümet aynı hızla çark edemedi çünkü Başbakan’ın neredeyse her dış temasında bu konu önüne bir eleştiri olarak getiriliyordu.
Nitekim Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da Cumhurbaşkanı’nın eleştirisi kendisine sorulunca şöyle demişti:
“Sayın Cumhurbaşkanımız AYM’nin kararıyla ilgili kendi kişisel konumunu ortaya koymuştur. AYM’nin bireysel başvurulara karşı bir müracaat mercii olmasını ortadan kaldıracak bir görüş değildir.”
Kurtulmuş’un bu sözlerine yanıtı Cumhurbaşkanı’nın “başdanışmanlar ordusundan” Mustafa Akış verdi.
Buna göre, tüm memur atamalarında Başbakanlığın izni alınacaktı.Bir “tek parti hükümetinde” buna neden gerek görüldüğü o zaman pek tartışılmamıştı.
Ama meseleyi bilenler Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, bakanların bazı atamalarda kendisine danışmadan, Saray’dan aldıkları bir işaretle davranmasından rahatsız olduğunu, onun için genelgenin bu şekilde yayınlandığını söylüyorlardı.
Bu durum parti içinde sıkıntıya yol açınca, Başbakan geri adım attı ve “izin” kelimesini “bilgi verilmesi” şekline dönüştürdü.
Aynı genelgede, vekâleten yapılan atamaların 3 ay ile sınırlı olması öngörülüyordu.Üç ay içinde asaleten atama yapılacak, gerek görülürse bir üç aylık daha uzatma için yine Başbakanlığın izni alınacaktı.
1– “Bana göre sınırsız medya özgürlüğü olamaz. Dünyanın başka yerinde de medyaya sınırsız özgürlük yoktur.”
2– “İstihbarat örgütlerinin sınırsız diyebileceğimiz yetkileri vardır. İstihbarat örgütleri herhangi bir savcının rahatlıkla müdahale edebileceği bir örgüt değildir.”Cumhurbaşkanı’nın tarif ettiği böyle bir düzene, herhangi bir Batılı demokraside rastlayabilmek mümkün değil.
Çünkü o ülkelerde birincisi ifade özgürlüğünü engellemek diye bir şey sözkonusu değil, ikincisi kimse hukukun üstünde değil!Böyle bir duruma Arap Baas rejiminin geçerli olduğu ülkelerde rastlanırdı.
Birincisi medya baskı altında tutulurdu ki kimse nelerin olup bittiğini tam olarak öğrenemesin, rejim ne diyorsa herkes onu kabul etsin.İkincisi istihbarat örgütleri güçlü olurdu ki kafasını kaldırma ihtimali olan muhalifler takip edilebilsin, gerekirse işkenceden tutun da öldürmeye kadar her türlü tedbir serbestçe alınabilsin!
Mahkemenin bundan önce de insan hakları ile ilgili konularda verdiği kararlar ile tutarlı bir karar bu çünkü. Ve yine biliyoruz ki Anayasa Mahkemesi, bu tür kararlarını verirken çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile çizilmiş özgürlükleri koruma yönünde davranıyor.
Nitekim AİHM yargıcı Işıl Karakaş da kararın Avrupa standartlarında olduğunu söylüyor.
Yandaş medyaya bakılırsa, bu karar Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir bölümünün “kripto Fethullahçı” olmasından kaynaklanıyor.
Bu arada hazır fırsat ele geçirilmişken Abdullah Gül’e de birkaç yumruk sallıyorlar çünkü kararın altında olumlu yönde imzası olanlar arasında Gül’ün atadığı yargıçlar da var.
Benim merak ettiğim asıl konu ise “hak ihlalinin olmadığı” yönünde oy kullanan üç yargıcın yazacakları karşı oy yazısının içeriği.
Hangi içtihada dayanarak, nasıl bir hukuki gerekçeyle böyle oy kullandılar?
Mahkeme gerekçeli kararını açıkladığı vakit bunu öğreneceğiz.
Okurken sizleri de şaşırtacağını tahmin ettiğim bu yukarıdaki cümleyi, eski TBMM Başkanı ve Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde başbakan yardımcısı olan Kaya Erdem’in yeni yayınlanan anılarından aktardım. (Kaya Erdem, Demokrasinin İlk 50 Yılı – 12 Seçim, 37 Hükümet, 4 Darbe, Doğan Kitap.)
Doğrusunu isterseniz, okurken şaşırmakla birlikte kendi kendime de bir hayli sinirlendim.
Sinirlendim çünkü aslında gayet iyi hatırladığım bir konuyu, genel bir yanlışa kapılıp unutmuştum.
Onun için de bu köşede iki de bir “12 Eylül’ün mirası siyasi partiler kanunu” diye tekrarlayıp duruyordum.
Erdem’in kitabı, hafızamın yerine gelmesine yardım etti.
Hem hatam nedeniyle sizlerden özür dilemek hem de işin doğrusunu tekrar hatırlatmak için Erdem’in anılarından bu işin nasıl olduğunu anlatacağım.
Söz konusu kanun, 1983 TBMM seçimlerinde uygulanmamıştı. Çünkü geçici 6. maddesi, ilk uygulamanın 1988 seçimlerinde yapılmasını emrediyordu.
26 Kasım 2015’ten beri Erdem Gül ile birlikte tutuklu olarak cezaevinde bulunan Can Dündar’a yönelik bir kampanya bu.
Dündar ve Erdem’i, gazetecilik yaptıkları için daha uzun süre cezaevinde tutamayacaklarını anladılar, şimdi hedefleri Can Dündar’ın MİT TIR’ları ile ilgili haberi yayınlamak için Fethullah Gülencilerden rüşvet aldığı izlenimi yaratmak istiyorlar.
İddiaya göre, Can Dündar’ın evi, bu rüşveti örtbas etmek için, Fethullah Gülenci avukatlar tarafından satın alınmış.
Bununla ilgili yandaş medyada koparılan yaygarayı dikkatle izliyorum, bir sürü tutarsızlık var.
“Eğer Suriye halkına Türk desteği yoksa kendilerini nasıl savundular? Halep’i savunabilirler miydi? Eğer bugün gerçek Suriye ılımlı muhalefeti varsa bu, Türkiye’nin desteği sayesindedir. Eğer bugün rejim ülkenin tüm topraklarını kontrol edemiyorsa, Türkiye’nin ve diğer bazı devletlerin desteği sayesindedir.”
Başbakan bu sözleriyle, Türkiye’nin, Suriye’nin bugün içinde bulunduğu durumdaki sorumluluğunu da açıklamış oluyor.
Önce şunu söyleyeyim:
Evet, Esad bir diktatördü. Esad, biraz nefes almak için harekete geçen muhaliflerin üzerine topu, tüfeğiyle gitti, insanlık suçu işledi, kendi halkını öldürdü.
Ama uluslararası hukuk açısından bakacak olursak şunu da söylememiz gerekiyor: Esad, eli kanlı bir diktatör olmakla birlikte, uluslararası toplumun tanıdığı, adına Suriye denen ülkenin yöneticisiydi.
Ahlaken meşru kabul edilmeyebilirdi ama uluslararası hukuk açısından meşruiyeti tartışılabilecek durumda değildi.
Başbakan da bu sözleriyle açıkça ifade ediyor ki bu ülkenin toprak bütünlüğünün bozulmasında, iç savaşa sürüklenmesinde, 4 milyondan fazla insanın evini barkını terk etmek zorunda kalmasında, 400 binden fazla insanın ölüp gitmesinde başka bazı ülkelerle birlikte Türkiye’nin de sorumluluğu var.