Saat kaçta neredeydiler, hangi yollardan geçtiler, nereden benzin aldılar? Her birini dakikası dakikasına gazetelerden öğrendik.
Bunu gazeteciler ortaya çıkarmadı elbette.
Ankara polisi, yüzlerce kameranın kaydettiği binlerce saatlik görüntüleri taradı ve bu saldırıya yardım edenlere, planlayanlara ulaşabilmek açısından çok önemli bilgiler elde etti.
Benzeri bir olay İstanbul’da ya da bir başka kentimizde olsaydı, kuşkusuz ki oradaki emniyet görevlileri yine böyle yoğun bir çalışmayla olayı aydınlatmaya çalışacaktı.
“Suçlu, bir arabaya doldurduğu bombaları getirip masum insanların orta yerinde patlatandan başkası değildir.”
Bazı okuyucular, ki içlerinde terbiye sınırlarını aşanlar da vardı, suçlunun hükümet olduğunu yazmam gerektiğini savunan e–postalar yolladılar.
Ortaya çıkıyor ki kavramlar konusunda hassasiyetimiz pek gelişmemiş, onun için bu konuyu biraz açacağım.
Tekrarlıyorum, bu olayın suçlusu bombayı patlatanlar, onlara bu emri verenler ve bu eylemin gerçekleşmesini sağlamak için yardım ve yataklık edenlerdir.
Bir yandan hendek-barikattan ibaret uyduruk bir “özyönetim” denemesiyle Güneydoğu’da bir iç savaş görüntüsü yaratacak.
Diğer yandan da ülkenin batısında canlı bombalarla ülkeyi terörize edecek.
Ankara saldırısından önce, 9 terör örgütüyle birleştiklerini açıklamışlardı.
Güya “halkların kardeşliği ve demokrasi için” birleşmişler.
Halkların kardeşliğini sağlamanın yolu, ne zamandan beri canlı bombalarla masum insanları öldürmekten geçiyor?
Yaptıkları işin ne halkların özgürlüğü meselesi ile ilgisi vardır ne demokrasi ve sosyalizm ile.
Girdikleri yol, dünyanın her yerinde “terör eylemi” olarak tanımlanır.
Sınavdan çıkmış öğrencileri hedef aldılar.
Evine, eşine, dostuna ulaşmak için otobüs bekleyenleri öldürdüler. Kim olduklarını, bu yazıyı yazdığım saatte henüz bilmiyorduk.
Bilsek de ne önemi var?
Hangi aşağılık örgüt, hangi canavar ruh bunu planladı ve gerçekleştirdi, bunun bir önemi yok.
“Kadın haklarını Batı’daki formatta ve üslupta ifade etmek, savunmak, hayata geçirmek zorunda değiliz” dedi.
“Türkiye’ye özgü başkanlık diyoruz ya işte bu konuda da Türkiye’ye özgü bir model geliştirmek zorundayız” diye de ekledi.
“Türk tipi parlamenter sistem” yürümüyor, bunu biliyoruz.
Yürümüyor olmasının da bir tek nedeni var: “Türk tipi” olması!
En son olarak Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da Şark El Avsat gazetesine verdiği demeçte aynı telden çalıyor:
“Suriye’deki en temel faktör, büyük güçler değil Suriye halkıdır.”
Çok doğru ama bir o kadar da çok geç kalmış bir tespit bu.
Suriye’de ayaklanmalar başladığında, Suudi Arabistan ve Katar’ın peşine takılıp, ateşin üzerine benzin dökmeyi tercih etmek yerine o vakitler bunu akıl etmiş olsaydık, bugün işler çok daha farklı olabilirdi.
Türkiye de bu sözleşmeyi imzalayan ülkelerden biridir.
Bu sözleşmeye, imzacı devletlerin uyup uymadıklarını denetlemek amacıyla da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.
Türkiye, vatandaşlarının bu sözleşmeye aykırılık iddia ederek AİHM’ye bireysel başvuru hakkını 1987 yılında kabul etti.
1990’dan beri de AİHM’nin “zorunlu yargı yetkisini” tanıyan ülkelerden biriyiz.
AİHM’nin kararları elbette yerel mahkemelerin kararının yerine geçmiyor ama Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarının ulusal yargı sistemimiz tarafından esas alınmasını öngören bir karar kabul etti.
Yani uzun yıllardır Türkiye’de haklarının devlet tarafından ihlal edildiğine inanan vatandaşların güvenebilecekleri bir başvuru makamı var.
Daha doğrusu artık “vardı” dememiz gerekiyor.
Çünkü bu kasabadaki Sea Life Center’daki beyaz benekli bir bambu köpekbalığı “bakire doğum” yoluyla iki yavruya sahip olmak üzere.
Söz konusu köpekbalığı bu merkeze 2013 yılında getirilmişti. O günden beri de kendi türünün tek örneği olarak bir akvaryumda yaşıyordu.
Kendi türünden herhangi bir erkek ya da dişi köpekbalığı ile 2013 yılından beri karşılaşmamıştı.
Deniz biyoloğu ve köpekbalığı uzmanı Darren Gook, bunun bir “parthenogenesis” üreme olduğunu söylüyor.