Tek partili koalisyon hükümeti

GEÇTİĞİMİZ yılın aralık ayında, Resmi Gazete’de bir Başbakanlık genelgesi yayınlandı.

Haberin Devamı

Buna göre, tüm memur atamalarında Başbakanlığın izni alınacaktı.Bir “tek parti hükümetinde” buna neden gerek görüldüğü o zaman pek tartışılmamıştı.

 

Ama meseleyi bilenler Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, bakanların bazı atamalarda kendisine danışmadan, Saray’dan aldıkları bir işaretle davranmasından rahatsız olduğunu, onun için genelgenin bu şekilde yayınlandığını söylüyorlardı.

 

Bu durum parti içinde sıkıntıya yol açınca, Başbakan geri adım attı ve “izin” kelimesini “bilgi verilmesi” şekline dönüştürdü.

 

Aynı genelgede, vekâleten yapılan atamaların 3 ay ile sınırlı olması öngörülüyordu.Üç ay içinde asaleten atama yapılacak, gerek görülürse bir üç aylık daha uzatma için yine Başbakanlığın izni alınacaktı.

 

Haberin Devamı

Böylece Başbakan, bürokrasiye hâkim olacak, istemediği, birlikte çalışmayı düşünmediği isimlerin uzun süre vekâleten bürokraside kalmasını önleyecekti.

 

Genelgenin ömrü 2.5 ay sürdü ve üç aylık vekâlet atamalarının süresinin dolmasına 10 gün kala, genelge yürürlükten kaldırıldı.

 

Bu tablo, Başbakan’ın hükümetindeki bakanlara da, bürokrasiye de hâkim olamadığını gösteriyor.

 

Birçok atama Saray’ın onayı ile yapılıyor, Başbakan’ın buna karşı bir söz söyleme hakkı bulunmuyor.

 

Çoğu zaman atamalardan sonradan haberdar oluyor.AKP iktidara gelirken “istikrar” unsurunu öne çıkarmıştı.

 

Ama öyle görünüyor ki kendi hükümetleri içinde bile bir istikrar yakalayabilmiş değiller.Tıpkı bir koalisyon hükümeti gibi çift başlılık sözkonusu.

 

Önemli görevlere bile asaleten atama yapamıyorlar.

 

Haberin Devamı

Hazine Müsteşarlığı gibi çok önemli bir kurum bile vekâleten yönetiliyor.Saray, her şeyi belirlemek, her gücü elinde tutmak istiyor, Başbakan’a ise deyim yerindeyse “maiyette Başbakan” muamelesi yapılıyor.

 

Bunun bir istikrarlı hükümet tablosu olduğunu kim söyleyebilir? 

 

 

Kut’ül Amare, Sykes-Picot’a karşı

 

BİRİNCİ Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı ordularının, İngiliz ordusunu yendiği Kut’ül Amare savaşı, 100. yılı nedeniyle Kültür Bakanlığı takvimine alınmış.


Bugünkü Irak topraklarında bulunan Kut’ül Amare’deki savaş, Osmanlı ordusunun kazandığı son savaş olarak tarihi bir öneme sahip.


Zaten Başbakan da, şubat ayı başında Terörle Mücadele Eylem Planı’nı açıklarken Kut’ül Amare’yi hatırlatmış, hayli antiemperyalist bir nutuk da atmıştı.


Başbakan şöyle diyordu:

Haberin Devamı


“Sonradan yapılan Sykes–Picot Anlaşması’nda Osmanlı Devleti’ni, insanları nasıl parçalarız dediler. Bu sıradan bir anlaşma değil, bu anlamda Haçlılar neyse Moğollar odur, Moğollar neyse sömürgeci emperyalizm odur. 100 yıl sonra bugün ya Kut’ül Ammare kazanacak ya da Sykes-Picot kazanacak.”


Biliyorsunuz, Sykes–Picot anlaşması, İngilizler ile Fransızlar arasında Ortadoğu’da kimin nereyi kontrol edeceğini belirlemek için çizilmiş suni sınırları belirliyordu.


Bugün Irak ve Suriye diye bildiğimiz ülkeler, suni bir şekilde bölündü, sınırlar çizildi.


Buraya kadar mesele yok. Başbakan Sykes–Picot’un sömürgeci emperyalizmin ta kendisi olduğunu söylüyor.


Ben de haliyle merak ediyorum:

Haberin Devamı


Madem bugünkü Irak ve Suriye’nin de sınırlarını çizen Sykes–Picot böyle korkunç bir anlaşma, Türkiye neden “ille de Suriye’nin ve Irak’ın toprak bütünlüğü” diye tutturuyor?


Türkiye de bu sınırların korunmasını savunduğuna göre Başbakan Kut’ül Amare’nin, Sykes–Picot’a karşı artık kesin olarak yenildiğini mi düşünüyor?

 

 

Şimdi sıra Abidjan’da

 

 

CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Fildişi Sahili gezisinde “Şehircilik konusundaki birikimlerimizi Fildişi Sahili ile paylaşacağız” dedi.


Bu sözleri, havuz gazetesi “Fildişi’ne şehircilik öğreteceğiz” diye manşet yaptı.


Bu konuda muazzam bir deneyimimiz var.


Şehirlerimiz birbirinden güzel, yaşanabilir, havası temiz, musluktan akan suyu içilir, trafiği tıkır tıkır işleyen, parklar ve bahçelerle dolu kentler.

Haberin Devamı


Hatta diyebiliriz ki Avrupalılara da bu şehircilik denen bilimi biz öğrettik.


Onun için bu bilgi ve yeteneğimizi Fildişi Sahili’ne ihraç etmeyi düşünmemiz gerçekten yüksek gönüllü bir davranış olur.


Mesela eski başkent Abidjan’ı öncelikle ele alabiliriz.


Bu kentte gereğinden fazla yeşil alan var. Üstelik de deniz kenarında! Bu büyük israf.


Biraz müteahhitlik yeteneğine sahip olsalar, şimdi o bahçelerin yerinde muazzam alışveriş merkezleri, rezidanslar, iş kuleleri dikilebilirdi.


Adamlar nasıl bir değere sahip olduklarının farkında bile değiller!


Kur bir TOKİ, önce parselle, “kupon” niteliğinde olanları yandaş müteahhitlere ayır, dik kuleleri!


O “eski” Abidjan’ın hali ne öyle?


Kentsel dönüşüm diye bir şey duymamış olmalılar!


O sahildeki palmiye ağaçları da insanın gözünü tırmalıyor.


Belli ki toplu halde bulunan ağaçların, bir kenti için için zehirlediğinden de haberdar değiller.


Sağlıklı bir kent istiyorsak, orada ağaca yer yoktur, bunu engin şehircilik deneyimlerimizden biliyoruz.


En iyisi bu işi onlara yerinde göstermek. Gelsinler, mesela Mecidiyeköy sokaklarında iki saat geçirsinler, gerçek şehircilik neymiş anında öğrenirler!

Yazarın Tüm Yazıları