Paylaş
“Eğer Suriye halkına Türk desteği yoksa kendilerini nasıl savundular? Halep’i savunabilirler miydi? Eğer bugün gerçek Suriye ılımlı muhalefeti varsa bu, Türkiye’nin desteği sayesindedir. Eğer bugün rejim ülkenin tüm topraklarını kontrol edemiyorsa, Türkiye’nin ve diğer bazı devletlerin desteği sayesindedir.”
Başbakan bu sözleriyle, Türkiye’nin, Suriye’nin bugün içinde bulunduğu durumdaki sorumluluğunu da açıklamış oluyor.
Önce şunu söyleyeyim:
Evet, Esad bir diktatördü. Esad, biraz nefes almak için harekete geçen muhaliflerin üzerine topu, tüfeğiyle gitti, insanlık suçu işledi, kendi halkını öldürdü.
Ama uluslararası hukuk açısından bakacak olursak şunu da söylememiz gerekiyor: Esad, eli kanlı bir diktatör olmakla birlikte, uluslararası toplumun tanıdığı, adına Suriye denen ülkenin yöneticisiydi.
Ahlaken meşru kabul edilmeyebilirdi ama uluslararası hukuk açısından meşruiyeti tartışılabilecek durumda değildi.
Başbakan da bu sözleriyle açıkça ifade ediyor ki bu ülkenin toprak bütünlüğünün bozulmasında, iç savaşa sürüklenmesinde, 4 milyondan fazla insanın evini barkını terk etmek zorunda kalmasında, 400 binden fazla insanın ölüp gitmesinde başka bazı ülkelerle birlikte Türkiye’nin de sorumluluğu var.
Başbakan bu ifadelerinin artık bir hukuki sonuç doğurmayacağını düşünüyor olabilir, doğrudur da. Bugün geldiğimiz noktada artık bu tartışma geride kalmış gibi görünüyor olabilir.
Başbakan, bugün Suriye’de “ılımlı” muhalif varsa, bunun Türkiye sayesinde olduğunu söylüyor.
“Varsa” diyor ama zaten onların artık esamisi okunmuyor!
Bir tür hayal âleminde sanki.
“Eğitip–donatılacak” ılımlı muhalif bulunmasında ne zorluklarla karşılaşıldığını, bulunup eğitilip, donatıldıktan sonra Suriye’ye gönderilen “ılımlı” muhaliflerin, silahlarını El Nusra’ya teslim edip, canlarını zor kurtardıklarını bile belli ki hatırlamıyor.
Ve biz bu heyetin, başından beri yanlışlarla dolu Suriye politikasında artık gerçekleri görüp, yanlıştan dönmelerini bekliyoruz!
Öyle görünüyor ki daha çok bekleyeceğiz.
İklim değişti, böyle oldu
GAZİANTEP’te düzenlenen bir operasyonda, şüphelilerin evlerinde yapılan aramada Hasan Cemal ve Tuğçe Tatari’nin kitapları da “ele geçirilmişti”!
Bu “ele geçirilme” sözüne dikkatinizi çekmek isterim.
Çünkü o tarihte bu kitapları “ele geçirmek için” özel bir çabaya gerek yoktu, bir kitapçıya girip, raflara bakmak yeterliydi.
Hasan Cemal’in kitapları “Delila–Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri” ve “Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri” isimlerini taşıyor.
Tatari’nin kitabının adı ise “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim”.
Her üç kitap da “çözüm sürecinin” popüler olduğu, iktidarın Türkiye’ye barışı getirdiğini söylediği günlerde yayınlanmıştı.
Çözüm sürecine zarar vermesin diye, valilere, askere emirler verilmişti. O arada PKK kentlere, dağlara silah depolamakla meşguldü, rahatsız edilmeleri istenmiyordu.
İktidar sözcüleri Abdullah Öcalan’a övgüler düzüyor, Öcalan’ın mesajları miting alanlarına kurulan dev perdelerde halka dinletiliyordu.
O gün “iklim” öyleydi, hiçbir savcı bu kitaplarda terör örgütü propagandası bulmuyordu.
Şimdi “iklim” değişti. Ve bir “tanıklıktan ibaret” bu kitapları yazdıkları için yazarları hakkında soruşturma yürütülüyor.
Ve bizlerin yargının bağımsız ve tarafsız olduğuna inanmamızı bekliyorlar.
Hadi canım sen de!
Hukuk devletine ne olacak?
BAŞBAKANLIK bir genelge yayınladı ve “milli güvenliği tehdit eden örgüt ve yapılarla irtibatlı kamu çalışanlarının” cezalandırılmalarını istedi.
Buna göre kamu kesiminde çalışan memurlar, kanunların suç saydığı eylemleri yapmak için kurulan örgütlerle işbirliği yapar ya da üye olurlarsa hem idari, hem de adli mevzuat çerçevesinde cezalandırılacaklarmış.
Başbakan da daha önce bununla ilgili bir demeç vermiş ve terör örgütlerine yardım eden memurların, memuriyetten atılacaklarını söylemişti.
Bu genelgeyi çok yadırgadığımı söylemeliyim.
“Kanunların suç saydığı eylemler” içinde olan vatandaşlar, ister memur olsun, isterse boşta gezer olsun, zaten cezalandırılıyorlar.
Mahkemeler bunun için var!
Polis böylelerini yakalar, savcı iddianamesini yazar, mahkeme de iddiayı doğru bulursa, cezasını keser.
Neden genelge yayınlamak ihtiyacı doğuyor?
Bunun bir tek anlamı var: Mahkemede kanıtlamanın zor olduğu iddialara dayanarak, beğenilmeyen görüşleri savunan memurları işten çıkarabilmek!
Amerika’da McCarthy dönemindeki cadı avına benzer bir süreci başlatmak istiyorlar belli ki.
Bildiriye imza mı attın? Görüş mü açıkladın? Bir haksızlığa dikkat mi çektin? Usulsüzlüklere itiraz mı ettin?
Bunlar memuriyetten atma gerekçesi olacak.
Anayasa’nın, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, kanunların suç saymadığı ama muktedirlerin hoşlanmadığı her hareketi bu kılıfın içine sokup insanları sindirmeye çalışacaklar.
Bir hukuk devletinde olmaması gereken durum da tam olarak budur işte!
Paylaş