Paylaş
“Kadın haklarını Batı’daki formatta ve üslupta ifade etmek, savunmak, hayata geçirmek zorunda değiliz” dedi.
“Türkiye’ye özgü başkanlık diyoruz ya işte bu konuda da Türkiye’ye özgü bir model geliştirmek zorundayız” diye de ekledi.
“Türk tipi parlamenter sistem” yürümüyor, bunu biliyoruz.
Yürümüyor olmasının da bir tek nedeni var: “Türk tipi” olması!
Demokrasisi gelişmiş parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde olduğuna benzer bir güçler ayrılığı yok çünkü.
Yasama, yürütmenin vesayeti altında, yargı deseniz hepten yürütmenin emrinde.
Cumhurbaşkanı’nın bu işlemeyen sistem yerine önerdiği “Türk tipi başkanlık sistemi” de aslına bakarsanız, bundan farklı değil.
Bu kez Başbakan’ın yerini, başkan alacak ama yasamanın, yürütmenin vesayeti altında kalması, yargının, yürütmeye emir kulu olması durumu değişmeyecek.
Nasıl olacaksa adı “Türk tipi parlamenter sistem” denilen sistemde kalırsak Türkiye, kanatları kesik tavuk gibi olacak ama aynı sonucu yaratan bir tek adam yönetimi altına girersek, Türkiye bir anda havalanıp uçacak, adeta konacak yer bulamayacak.
Çözülmez bir bilmece vesselam!
Şimdi buna bir de “Türk tipi kadın hakları” ekleniyor.
“Türk tipi” başka şeylere bakarak bir sonuç çıkaracak olursak bunun evrensel geçerliliği olmayan bir durum olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Zaten Cumhurbaşkanı da onu söylüyor, Batı’yı boşverin, format ve üslubu farklı bir model geliştirelim diyor.
Demek ki bu “Türk tipi kadın hakları” geleneklerimizden, göreneklerimizden kaynaklanacak.
Ona bakınca da durum hiç iç açıcı görünmüyor.
Bu gelenek ve göreneklerin içinde kız çocuklarını küçük yaşta evlendirmekten tutun da, yemeğin altı tuttu diye iki tokat atmaya kadar sevimsiz uygulamalar var!
Ağır şiddeti saymıyorum. Onun sapıklar tarafından yaratılan bir istisna olduğunu varsayalım. İyi niyetimizi koruyalım, yaygın bir uygulama olmasına rağmen!
Yani diyeceğim o ki günümüz çağdaş eşitlik anlayışına “biraz” uzak sayılır!
Niye böyle bir arayış içindeyiz, bilemiyorum.
Dünyanın medeni ve gelişmiş ülkelerindeki sistemler, haklar vs bize neden uymuyor da ille de “Türk tipi olsun” arayışı içine giriyoruz?
Türkiye’de yaşayan insanların mesela Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşayan insanlardan ne farkları var?
Biz de o sistemlere, o haklara layık değil miyiz?
Kişisel görüşüm şu ki, bugüne kadarki örneklere bakarsak, “Türk tipi” en iyi şey, mantıdır.
Sarmısaklı yoğurt ve kırmızı biberli tereyağıyla, dünyanın her yerindeki mantıya on fark atar.
Gerçi “Kayseri tipi” olursa, bugünlerde o da makbul sayılmıyor!
Önce vicdan!
OKUMASINA izin verilmeyen ve çocuk işçi olarak çalıştırılan Arzu Levent’in öyküsünü, dün Hürriyet’in manşetinde okudum.
Türkiye’de çok sık rastlanan bir durum ve Arzu Levent, bu çok sık rastlanan durumun içinden bir istisna olarak çıkmayı başarmış.
Çocukken “hâkim” olmayı hayal edermiş. Bu nedenle 8 yaşındaki kızına “önce vicdanlı olmayı öğrettiğini” söylüyor.
Bir hâkim için olmaz ise olmaz olanı, belli ki küçüklüğünden beri içselleştirmiş, çocuğuna da ilk iş onu öğretmeye çalışmış.
Hâkimler, görevlerini yerine getirirken kanunlar ile bağlıdırlar ama kuşkusuz ki vicdanlarına karşı da sorumluluk duyuyor olmalıdırlar.
Böyle bir sorumluluk duygusuna sahip olmayan bir kişi belki yargıç olabilir ama onun adaleti sağladığından emin olamayız.
Ülkemizdeki yargıçların önemli bölümünün de böyle vicdanlı kişiler olduğuna kuşkum yok.
Ama ne yazık ki cemaat bağlantısı, siyasi görüşü nedeniyle vicdanını bir kenara bırakıp, kararlar veren yargıçlarımız da var.
Sayıları belki çok değil. Ama güç karşısında eğilen, ülkede hâkim olan politik iklime göre davranan yargıçların sayısının az olması teselli bulacağımız bir durum da değil.
Çünkü adalet dediğimiz şey bir bütün ve vicdanını bir kenara bırakmış bir tek yargıcın varlığı bile o bütünün imajını bozuyor, toplumun adalete olan güvenini sarsıyor.
HSYK, Arzu Levent’in ileride hâkim olmasını ümit ettiği 8 yaşındaki kızına öncelikle “vicdanlı” olmayı öğrettiğini söylediği gazete kupürünü bütün adliyelerin girişine astırmalıdır.
Yanlışlık ülkenin durumunda
PAZARTESİ günü yazdığım yazıda George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği romanındaki “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir” sözüne bir gönderme yapmıştım.
Ama bilinçaltımın bana bir oyunu sonucu, bu sözün aynı yazarın ‘1984’ isimli romanından olduğunu yazmıştım.
Dediğim gibi bu bilinçaltımın bir oyunu, cahillik değil.
Çünkü bir süredir Türkiye’nin bu romandaki distopik dünyada yer aldığını düşünüyorum.
Her şeyimiz takip altında. Düşünmemiz yasak. Ne düşünmemiz, ne yapmamız gerektiğini bize söyleyen bir “büyük birader” var.
Her şeyi gören, bilen bir devlet ve o devleti yöneten her şeyi herkesten daha iyi bilen ve onun bildiği gibi yaşamamızı isteyen, çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimize bile karışan bir “büyük birader”!
Yani diyeceğim o ki evet yanlış yazdım ama hata bende değil, yaşadığımız ülkede!
Paylaş