MEVLÁNÁ diyor ki: "Şeyh (üstad) dün elinde bir mum şehrin çevresinde dönüp dolaşıyordu.
Devden, canavardan bezdim, bir insan istiyorum, insan diyordu. Şu mayaları gevşek yoldaşlardan soğudum, usandım. Tanrı aslanını, Zaloğlu Rüstem’i istiyorum. Dediler ki, biz aradık bulunmuyor. Dedi ki, o bulunmayan yok mu? İşte ben onu istiyorum."
Derler ki, Diyojen’den Nietzsche’ye kadar bu arayış, felsefi sistemlerde asırlar boyunca muhtelif şekillerde ifade edilmiştir. Tasavvufçular da, "Gezmek lazım her yeri/bulmak için bir eri" sözüyle mana erini aramayı; fakat bunun zor bulunacağını dile getirip aynı zamanda insan ile insan arasındaki derece farklılıklarına işaret etmişlerdir.
* * *
Plutarkhos’a göre, bir yerde hayvan ile hayvan arasında pek büyük ayrılık yoktur, insan ile insan arasında olduğu gibi. Montaigne daha ileri giderek, "Kimi insan ile kimi insan arasındaki uzaklık, kimi insan ile kimi hayvan arasındaki uzaklıktan daha büyüktür. Üstelik kafa dereceleri buradan göklere çıkacak bir merdiven basamakları kadar sayısızdır. Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne tuhaftır ki varlıklar içinde kendi değerleriyle ölçülmeyen bizleriz. Bir atı güçlü ve çevik olduğu için överiz, kuşamıyla değil. Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil. Bir kuş kanadıyla övülür, püskülleri, çıngıraklarıyla değil. Niçin insanı da kendinin olanla değerlendirmiyoruz? Bir sürü adamı varmış, güzel bir köşkü varmış, şu kadar itibarı, bu kadar geliri varmış. Bütün bunlar çevresindedir onun, kendisinde değil. Aradığınız kılıcın değeridir, kının değil. Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü püsüyle değil" demektedir.
Hangi yaratığa bakarsanız bakın, kendisini kendisinden ayıracak, özünden soyutlayacak bir özelliği bünyesi kabul etmez. Mesela kaplanın kaplanlığından söz ederiz; köpeklik sıfatı köpeğe mahsus, atlık sıfatı ata hastır deriz. Bu hayvanlar bu sıfatlarıyla vardırlar, onların öz sıfatlarını kendilerinden ayırabilmek mümkün değildir. Yani "at"lığını yitirmiş bir ata, ya da artık kaplan olmayan bir kaplana rastlayabilmek kábil değildir. Halbuki insanlığını yitirmiş bir insana rastlayabilmek pekálá mümkündür; insan olmayan insanlar pekálá vardır.
İnsanın değeri, güç ve kudreti, şekilde, bedende ya da maddede değil onun ruh ve manasındadır. Maddeyi yönetip yönlendiren, şekillendirip hareketlendiren ve canlı tutan ruhtur. Nitekim Mevláná, "Madde bizim manamızdan var oldu, biz ondan değil/ Şarap bizden mest oldu, biz ondan değil" diyerek bu hususa işaret etmiştir. Demek oluyor ki, madde ruha hizmet etmek için Yüce Allah tarafından meydana getirilmiş olan hazır bir malzemedir. Bize sadece bu hazır malzemeden yararlanmak kalıyor. İnsanı değerli kılan şey, içinde taşıdığı "ilahilik"tir. İşte insanı geliştirip, yetiştirip, yükseltip yücelten cevher budur. Her insanın özünde bu cevher bulunmasına rağmen, bazıları bunun şuurunda olmadıklarından tekámül edememişlerdir.
* * *
Mevláná’nın mumla aradığı insan kámil, başka bir ifadeyle evrensel insandır. Evrensel insanın sıradan insanlardan farkı, güçlü bir iman ve ilahi aşkın kazandırdığı seviye yüksekliğine ermiş olmasıdır. Bu insanda ilahi emirlere bağlılık ve saygı vardır. Üstün bir sorumluluk anlayışı vardır. İnsanlara hizmeti kendine şiar edinmiştir. İçi sonsuz bir şefkat ve sevgi doludur. Yüce iradeye karşı şuurlu, istekli ve bilinçli bir sadakat vardır. Tek kelimeyle Kuran’ın tarif ettiği insandır.
Böyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, zalim, sevgisiz, katı yürekli, değişken, türlü ihtirasların rüzgárında durmadan bir o yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla. Yer ile gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Unutulmamalıdır ki, her yazıya Kuran denilmediği gibi, her şekli Adem olana da insan denilmez. İnsanlık ulvi bir mefhumdur.
İkbal’in bir sözüyle sohbetimi noktalıyorum: "Canım firavundan da bıktı, zulmünden de/ İmran oğlu Musa’nın yüzündeki nuru istiyorum ben."
SORALIM ÖĞRENELİM
Bir ilahiyat hocası geçen hafta televizyonda, "Fıkıhta zina edenin katli vaciptir denildiğinden ve bu cezayı devletin mi şahsın mı uygulaması yolunda bir açıklık olmadığından ötürü, töre cinayetleri işlenmektedir" dedi. Bu doğru mudur?
Davut ŞANGÜZEL/ANKARA
Kesinlikle doğru değildir. İslam fıkhı, zina yapan kadın ve erkeğe had (ceza) tatbik etme hakkını devletten başkasına vermez. Bütün müçtehidler suçluya ceza uygulamanın umuma veya bir şahsa ait olmadığında ittifak halindedirler. Cezalandırma yetkisi sadece hákimlere aittir. Ayrıca töre cinayetlerinin buna bağlanması da isabetsizdir. Çünkü yıllardan beri, müftülerimiz, vaizlerimiz töre cinayetlerinin dinimizde yeri olmadığı hususunda insanları aydınlatmakta ve camilerde bu konuda hutbeler okunmaktadır.
Peygamber efendimiz diyoruz, halbuki efendi sözü günümüzde hizmetliler için kullanılmaktadır. Geçen gün bir kaymakama efendi dedim, ters ters baktı ve rahatsız oldu. Bu konuda bir açıklama yapar mısınız?
Ayhan ALTINYOL/İSTANBUL
Mutlak hákim anlamına gelen "efendi" kelimesinin aslı eski Yunanca’da "authentes", Rumca telaffuzu ise "aftendis"tir. Dilimize fetihler sonucu giren bu kelime 13. asırda Mevlana’nın kızı Melike Hatun için söylenmiş, 15. asırda Fatih Sultan Mehmed, Galata ahalisine verdiği Rumca fermanda kendisi için kullanmıştır. Efendi kelimesi, ilim, irfan ve rütbe sahibi insanlar için kullanılırdı. Padişah efendimiz, Şeyh’ül-İslam efendimiz, hoca efendi gibi. Peygamberimiz için de bu tabir bir saygı ifadesi olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu kelime geniş ölçüde yayılmıştır. Evin efendisi, İstanbul efendisi gibi. Eskiden padişahların nikáhlı eşlerine de kadın efendi denilirdi. Efendi kelimesinin bugün müstahdemler için kullanılması, bu kelimenin asaletine gölge düşürmediği gibi kaymakam veya herhangi bir zatın bundan rahatsızlık duyması yersizdir.
İmam okurken Süphaneke’yi okumalı mıyız?
Hüseyin TARTAN/KARS
Bilindiği üzere, Süphaneke’yi okumak sünnettir. Dolayısıyla, imam okurken onu dinlemeliyiz, artık Süphaneke okunmaz.