Spor yapıyor musunuz? Ben kendimi yapıyor sayıyorum. Aplikasyonlarda falan data girmem gerekirse ‘aktif bir yaşam tarzı var’ seçeneğini işaretliyorum. Çünkü İstanbul’da kaldırım kullanıyorum. Üstelik bunun sadece fiziksel değil, zihinsel de bir egzersiz olduğu, sağlam kafanın sağlam vücutta bulunmasına katkı sağladığı kanaatindeyim.
Mesela bu haftanın konuyla bağlantılı ev içi diyaloğu şöyle gelişti:
–Ne demek caddenin köşesindeki binayı yıkmışlar! Orası benim veterinere gitmek için seçtiğim en sakin rotaydı. Şimdi hafriyat kamyonundan geçilmeyecek. Ben nereden gideceğim veterinere?
–Yukarıdan git.
–Olmaz, orada kaldırım daralıyor, o dar kısım da scooter otoparkı olarak kullanılıyor. Yola inmek gerekiyor. Yola inince köpek olay çıkarıyor.
–Şuradan gitsen?
–Orada da gençlerin Instagram noktası var, geçiş zor.
Görüldüğü üzere sadece yürümüyor, strateji de yapmak durumunda kalıyorum.
Oxford İngilizce Sözlüğü yılın kelimesini seçmiş. Seçilen kelime ‘vax’, yani aşının kısaltması. Bizde yeterince kısa olduğu için daha da kısaltmaya gerek kalmıyor. Geçen yıl yılın kelimesini seçmemiş, “Eşi görülmemiş bu yıl için uygun bir kelime olmadığına karar verdik” demişlerdi.
Bu yıla aşı kelimesini koyabiliyorsak geçen yıla da virüs, pandemi gibi bir kelimeyi koyabilirdik. Evden çalışınca rehavete kapılmış, işin kolayına kaçmışlar kanaatindeyim.
Oxford Sözlük ekibinden bir kere kıllandığım için şöyle son 10 yıla bir bakasım var...
2019’un kelimesi ‘İklim acil durumu’ seçilmişti. Bu niye seçilmiş? Muhtemelen o yıl Greta Thunberg’den biraz çekinmişler.
2018’de düzgün çalışılmıştı. O yılın kelimesi ‘toksik’. Yıl içinde sözlükte en çok aranan kelime olmuş. ‘Toksik kültür’, ‘toksik erkeklik’, ‘toksik ilişki’ gibi kullanımlardan hatırlıyoruz. Güzel seçim... O yıl listeye giren ama yarışı kazanamayan diğer kelimeler içinde de ilginç şeyler var. Mesela BDE (‘Big Dick Energy’ olarak İngilizce açıyor ve öyle bırakıyorum)... ‘Involuntary celibate’ yani istemsiz bekârın kısaltması olan ‘incel’... Bunu acaba Türkçeye ‘isbek’ olarak geçirsek uygun düşer mi?
2017’de seçilen kelime ‘youthquake’. Deprem kelimesinden ayarlanmış, ‘gençlik sarsıntısı’ anlamına geliyor. ‘Antifa’ kelimesiyle yarışıp kazanmış. O yıldan sonra bu kelimeyi bir daha duyan olmamış. Başakşehir’in şampiyonluğu gibi denebilir.
2016’da nabza ve konjonktüre göre şerbet vermemiş sevgili Oxford’umuz. ‘Post-truth’ (gerçeklik ötesi) kelimesini seçmiş. Beğendik, devam...
2015’te tamamen zırvalanmıştı. Hatırlayan, hatırlayacaktır. Gülmekten ağlayan surat emojisi yılın kelimesi seçildi. 2020’de de saçmaladıkları göz önüne alınırsa demek ki beş yılda bir zırvalıyor bu çocuklar. Uzun uzun da anlatmışlardı ‘Emojilerin de artık kelime sayılmasından hareketle’ falan diye. ‘Bu yıl uğraşamadık, bir uyanıklık yapalım, geçelim’ dedik demiyorlar da...
Oyuncu Feyyaz Yiğit’in ‘Gibi’ dizisinde attığı bir hilti tiradı var... Hilti sesinin insanın kendi kafasındaki düşünceleri bile bastırdığından bahsediyor. “Belki son iki saatte çok güzel bir şeyler düşündüm. Ama bilmiyorum, hiçbirini duyamadım” diyor. Bir haftadır ben de dövizle ilgili bu ‘hilti sesi’ni duyuyorum. Kafamdaki kur grafikleri diğer sesleri bastırıyor. Kafayı dağıtmak, düşünceleri kurdan murdan çekmek için başka şeylere odaklanmaya çalışıyorum, olmuyor.
Mesela kurun ilk uçuşa geçtiği gün kendimi Barbados gündemine verdim. Tam biz “Aha, bir günde yüzde 15 daha fakirleştik” diye dertlenirken bu güzide Karayip ülkesi ilk cumhurbaşkanını seçiyordu. Birleşik Krallık ile yollarını seviyeli olarak ayırıp cumhuriyete geçiyorlar. “Ne güzel bak” dedim, “bugün dünyada birileri için mutlu bir gün olarak hatırlayacakları bir tarih.” Ama Barbadoslular kafamdaki rakamları, dış mihrakların ekonomimiz üzerindeki oyunlarını bir yere kadar susturuyor. Madem konu başlığını değiştiremiyorum bari bükmeyi deneyeyim, o konuyu alıp pozitif noktalara doğru çevireyim, dedim. Dolar kuru denince aklıma gelen eğlenceli anları düşünmeye başladım.
Mesela çocukluğumda evimizin telefon numarasıyla bir döviz bürosunun numarası arasında tek rakam fark vardı. Bundan dolayı sürekli olarak döviz bürosuna ulaşmak isteyenler tarafından aranıyor, “Yanlış numara” deyip kapatıyorduk. Tabii bu çok tekrarlanınca artık kendimize bazı eğlenceler yaratmak gerekiyordu. Bazı sabahlar kalkıp babamı telefonda şöyle konuşmalar yaparken duyuyordum: “Dolar sabah 1.400’dü, şimdi 2.700... Elbette, getirin, bozarız. Ama hemen getirin, aniden düşebilir.” Böyle böyle çok insanı evden dolar bozdurmaya fırlattık.
Şimdiki aklımız olsa “Getirin tabii, hatta bozdurduğunuz dolara karşılık tavuk döner de hediye ediyoruz” derdik. Bu anı beni bir yere kadar götürdü. Sonra baktım yine “Ne olacak bizim bu ekonomik darlanmamız” diye kaygılanır oluyorum. Hemen başka bir kur anıma odaklandım.
2018’de kendimizi heyecanlı bir Balkan seyahatine atmıştık. Girdiğimiz ülkelerde euro kullanan tek diyar olan Karadağ’a giriş yaptık. Biraz sonra çın çın telefonum ötmeye başladı. Ülkemizde kur patlamış. Öyle olunca sen benim bütün rezervasyonlar birer birer dönmeye başla... Vaat ettiğim ödemeler kart tarafından ödenemez olmuş. Tek tek arayıp “Rezervasyonu ben iptal edersem yüzde 50 kesinti yapıyor, böyle de bir durum var, bir güzellik yapıp siz iptal eder misiniz” demek durumunda kaldım. Allah’tan dünya gündemini takip eden, empatisi yüksek rezervasyon sahiplerine denk geldim de hepsi “Olur tabii, ne demek” dedi, yardımcı oldu.
Sonrasında şöyle bir kafayı toplayalım diye deniz kenarına oturduk. Tam o sırada havadan süzüle süzüle bir 20 euro geldi ve bacağıma yapıştı. “İşte” dedim, “adamlar ‘onların doları, euro’su varsa bizim Allahımız var’ derken yerden göğe kadar haklıymış. Gökten kafamıza euro düştü.” O 20 euro’yu hemen harcadık.
Bu kur işlerine bu kadar kafayı takacağımı bileydim en azından kur bağlantılı bir iş seçerdim.
Üç sene önce taksilere, bakın tek bir taksiye de değil, birden fazla taksiye makul bir zaman aralığında binmişim, bunu da ‘Çek dedim Sarı Öfke’ye’ başlığıyla buraya yazmışım. İnanılmaz. Taksiye biniliyormuş. Hem de öyle haftada ortalama üç-dört kere binilebilecek bollukta. Hey gidi zamanlar... Bunu hatırlayınca, bu eski bol taksili zamanları da hatırlamak biraz çarptı herhalde. Sonrasında şöyle bir şey oldu...
Öylesine yürürken sokağın köşesine geldiğimde duran boş bir taksi gördüm. Şoför içinde küfür kâfir halinde, kendi kendine. Birisi aplikasyondan bunu çağırmış ama başka taksiye binmiş gitmiş. Hop bindim. O da hop diye küfrünü hızlıca bağladı, kapattı, “Sen mi çağırdıydın abi” dedi.
“Yok. Ben çağırmadım ama taksi bulmayalı yıllar oldu. Boşa akmasına göz yumamam. Çek Beşiktaş’a” dedim. Niye Beşiktaş? Bir sebebi yok, makul bir mesafe göründü. Kısa değil, beni indirmez; uzun değil, beni bitirmez; yolu biliyorum, hat uzamaz.
CANIM MUHABBET ÇEKTİ
Şoför aplikasyondan çağırıp binmeyen yolcuya sallamaya devam etme ama istersem benle beraber sallama eğilimindeydi. Hiç oraya girmeden “E” dedim, “Nasıl gidiyor siyaset?” Böyle eski günlerdeki gibi, inince eşe dosta anlatırım da şöyle olacakmış, böyle olacakmış, taksiciler böyle diyormuş, arabaya bilmemkim binmiş geçen de o şöyle demiş falan... Niyetim o.
Eskiden takside bu sohbetlere girmeye de hiç yanaşmazdım ama o kadar zaman olmuş ki taksiye binmeyeli, resmen canım çekti.
Ama bütün bu nostalji basmasının içinde yine de bir tuhaflık var. Sonuçta başkası çağırmış, binmemiş falan da olsa taksiye bir denemede binmişim. Bir de üstüne turistik yerdeyiz.
Burada taksi dediğine Türkçe konuşarak pek binilmez. Taksici “Ben o tarafa gitmiyorum” diyebilirdi, “Arabayı teslim edeceğim” diyebilirdi, hiçbirini demedi.
Yahya Kemal’in “Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür” sözünü biliyorsunuzdur. Pek sevilir, bol kullanılır. O zamanlar öyleydi belki bilinmez ama kimse kusura bakmasın, günümüzde ne Ankara’nın ne de başka bir yerin İstanbul’a dönüşü güzel falan değil. Bir kere nereden geliyorsanız gelin, İstanbul’a yaklaşmaya başladığınızda şehrin güzide trafiğinin içine düşüyorsunuz. Bu trafiğin içinde evine çabuk varmaya çalışan hemşerilerimiz makaslar atarak ilerliyor. Siz de yolun zaten yorgun olarak girdiğiniz son kısmında, en zor etaba konsantre olup kazasız belasız şehre ulaşmaya çalışıyorsunuz. Mesela bu yolu geçen hafta Ankara’ya doğru aldım. Ankara’ya varınca şehre temiz temiz giriyorsunuz.
Bu konulara nereden geldik, derseniz ben bu aralar İstanbul’dan çıkıp nereye gitsem ‘Bunlar bizden baya bir daha iyi yaşıyorlar’ diyorum. Bu konseptte bu haftaki konuğumuz Ankara’ydı ve aynı şeyi yine dedim. Evet sevgili izleyenler, Ankaralıların yaşam kalitesi biz İstanbulluları her türlü katlıyor.
FRANSIZ BALKON ZIRVALIĞI
Bir kere barınma meselesinde her türlü öndeler. Malum ben hobi olarak emlak fiyatlarını takip ediyorum. Gittiğim şehirlerde de bu evi kaçtan kiralıyorlar acaba gibi boş işlerle uğraşmayı seviyorum. Ankara şehrinde nezih semtlerin göbeğinde koca koca evler tutabileceğiniz fiyatlara bizim İstanbul’da parkta bank kiralayabilirsiniz anca.
Sonracığıma çok güzel ağaçlı sokakları, az katlı binaları ve balkonları var. Biz İstanbul’a en son balkonu 90’larda inşa ettik, o da depremde yıkıldı. Şimdi Fransız balkon denen zırvalıkla muhatabız.
Sonra mesela fiyatlar. Dışarıda yeme-içme işi bizim buraların ortalama yüzde 40 civarı altında. Az ileride gözüme otoparkın üzerindeki yazı takılıyor. Bir saat 15 lira. Sonra her saat başı 1 lira diyor. Bizim sokaktaki otopark bir saat 30, sonra saat başı 10, 10 yapıştırıyor.
Geçenlerde sokakta yer bulamadım. “Arabayı şuraya koyayım, sonra yer açılınca çekerim” dedim. Bir süre sonra da üşendim, “Kalsın sabaha kadar” dedim, demez olaydım. Sabah sabah zönk diye 100 lira kaybederek başladım güne.
Mesela yine Ankara’da dikkatimi çeken ve bizde pek olmayan bir şey daha. Koyduğun binayı aynı yerde buluyorsun. “Şurada” diyorsun, “30 yıl önce şey vardı”, bakıyorsun, aa yine var. Buralarda 10 yıl önce gördüğün yapıyı tekrar görürsen ‘Ne güzel, henüz yıkılmamış’ diye seviniyorsun.
Kış 2021 isimli filmi hepimiz izledik. Film biraz karışık eleştiriler aldı. Bazıları hayatın alışageldiğimiz hızlı temposuna oranla evden çalışmalı, bazı şeyleri askıya almalı bu versiyonu sakinleşme arası olarak gördü. Bazıları çatı senaryo idare etmesine rağmen sonradan temponun aşırı düştüğünü, sıkıcı bir hal aldığını savundu.
Çeşit çeşit maskelerin, eldivenlerin kullanıldığı film kostüm açısından dikkat çekiciydi. Herkesin yüzünü kapatan bu maskeler filme bir ‘The Dark Knight Rises’ (Kara Şövalye Yükseliyor) hissi katmıştı. Ancak karakterlere gizem ekleyen bu maske faktörü aynı zamanda yüzün büyük kısmını kapattığı için duyguların aktarımı konusunda biraz sıkıntı yarattı. Karakterlerin çoğu sadece sesleriyle ayrışabildi. Set tasarımı açısından da ilginç işler gördük bu filmde. Şehrin en büyük arterlerinin, üniversitelerin, yoğunluktan girmekte zorlanılan binaların bomboş görüntüleri Will Smith’in ‘I Am Legend’ (Ben Efsaneyim) filmiyle aşık atabilecek bir görsellik ve duygu ortaya koydu. Ancak ‘hızlı yayılan virüs’ olayının bir süreden sonra hâlâ çözüme ulaşmaması, bitmeyen pandemi hikâyesine bağlanması başta da dediğimiz gibi bir tekdüzelik yarattı.
Şimdi adım adım ‘Kış 2022’ isimli devam filminin gösterim tarihi yaklaşıyor. Bu devam filmleri genelde pek bir şeye benzemez. Gidişata bakılırsa bu seferki de pek farklı olacak gibi durmuyor. Şu an için karşılaşmamız beklenen muhtemel şeyleri şöyle sıralayalım: Kostüm tasarımında çok bir revizyon yok. Sadece biraz hafifleyecek. Yüzü komple kapatan maskeler, eldivenler azalacak, sadece kritik karekterlerde ağırlıklı olarak kullanılacak.
AŞI SAVAŞLARI BAŞLASIN!
İlk filmin çatışmalarından biri olan ve filme teknoloji tabanlı bir gerilim katan ‘Bize çip takarlar mı’ sorusu yine çeşitli karakterlerin ağzından duyulacak.
Bu filmin en temel çatışması aşı savaşları olacak gibi duruyor. Aşı karşıtları, aşı karşıtı olmayıp tereddütleri olduğu için aşı karşıtı poşetine atılanlar, aşı taraftarları, konuya taraf olacak kadar mesai ayırmayıp ‘neyse ne’ diyerek aşıyı bastıranlar arasındaki kavgalar geniş yer tutacak. Aksiyon sahnelerinin bu konu ekseninde dönmesi bekleniyor.
‘Kış 2022’ içinde geçecek önemli gerilimlerden birinin de ‘Kapanacak mıyız, kapanmayacak mıyız’ konusunda yaşanması muhtemel. Bu konu zaten çok su kaldıran bir mesele. Az mı kapanalım, çok mu kapanalım, bazı yerleri açık tutalım, bazılarınıysa açık bırakalım ama garip saat uygulamaları koyalım gibi numaralarla seyirci hop oturtulup hop kaldırılabilir, hop kapatılıp hop açılabilir.
Evet, epey uzun bir süre küçük esnaf kategorisine giren ne var ne yoksa birer birer kapanıp da yerlerine üçüncü nesil kahveci açılmasına söylendim. “Bu ne kahve aşkıymış arkadaş”, “Bizim terzi nereye gitti ya”, “Bir ülke yılda kaç litre latte tüketebilir kardeşim, yetmiyor mu!” dedim. Ama şimdi geldiğimiz noktada kararımı değiştirmiş bulunuyorum. Muhitimde veya yolum üzerinde herhangi bir yerde bir dükkân kapandığı zaman hemen “İnşallah yerine üçüncü nesil kahveci, gastro pub ya da ‘tuhaf bi şeylerci’ açılır” diye dua etmeye başlıyorum. Çünkü şimdi de sürekli market açılıyor.
Alt sokağımda yıllardır kullandığım pastane, pandemi tantanasına dayanamadı, kapandı mesela. Yerine ne açıldı? Perakende market. Aynı marketin aynı markalısından 300 metre sonra bir tane daha var. Herhalde, dedim onu kapatacaklar. Yooo, kapatmadılar. Strateji gereği onun açtığı caddeye bir şube açmak durumunda olan rakibi de karşısına geldi. Onun sokağının içine turuncu olanın jet versiyonu açıldı. 500 metrekarelik bir alanın içindeki altıncı market olan diğer arkadaş da eskiden dershane olan binanın alt katına girdi. Böyle bir perakendeci bolluğu...
Birkaç yıl önce bir arkadaşımla, bir vesileyle İstanbul’un Allah’ın unuttuğu mahallelerinden birine gitmiştik. Merkeze uzak, herhangi bir sosyal faaliyet alanı yok, ev hariç pek bir şey yok hatta. Bir kuruyemişçi bulduk kazara. Su alırken sorduk “Burada günlük hayat nasıl geçiyor” diye. Adam anlattı bir şeyler. Sonra da “Aslında burası hızla gelişiyor, bak şu köşeye büyük süpermarket açıldı” dedi.
Bir yerin gelişmişlik endeksindeki birinci kriterin süpermarketin varlığı olduğunu ilk kez orada duymuştum. O zaman bunu komik bulmuştuk. Yıllar sonra adamın toplumun genel kanaatini yansıtmada bize oranla ne kadar başarılı olduğunu görmüş olduk.
Gelişmekte olan mahalleye üç perakende market, gelişmiş mahalleye jetinden gurmesine, indirim marketinden şarküteri fiyatına fabrikasyon peynir satan indirimsizine türlü türlü perakende marketler dizilmiş durumda.
Pandemi sağ olsun, bütün işletmeleri bir bir batırırken perakendeyi iyice uçurmuş ve dört yanımızın marketle çevrilmesine vesile olmuş. Mahallede son kalan üç-beş bakkalın gözünün içine bakıyorum artık. Her an ‘Yeter’ deyip giderler de yerlerine küt diye bir büyük market gelir, kendimi kasa sırasında “Arkadaki indirim reyonundan bir şey ister misiniz” sorusunu cevaplarken bulurum diye.
Şimdi, geçen haftanın haberlerine göre marketlerde fiyat denetlemeleri de başlayacakmış. Ekonomi yönetimimizdeki bu yeni açılımla hayat pahalılığıyla mücadelede tek tek etiket okuyacak ekip istihdam etmeyi makul bulmuşuz. Diğer yandan marketçi kardeşlerin en yetkili ağızlarından biri, kahvaltıda yürek yemişçesine çıkıp “Pahalılık bizden değil, ekonomi yönetiminden kaynaklanıyor” demiş. Onun marketleri diğerlerinden biraz önce denetlenecektir muhtemelen.
Bisikletle dünya turu yapan ‘Japan kişi’ Elazığ’da kamp yaparken bıçaklanmış. Olay, dişini fırçalarken gerçekleşmiş. Haberi görüp de benimle paylaşan arkadaşım altına “Bu milletin sinir uçlarıyla oynamayı bıraksınlar artık. Elazığ’da diş fırçalayacak kadar küstahlaşan birine tabii ki haddini bildirirler” notunu da üzerine iliştirmiş.
Japon kişi daha sonra hastanede “Buralılar nasıl insanlar” sorusuna “10 numara” yanıtını vermiş, Elazığlılardan birçok ikram gördüğünü, gerek yiyecek ve içecek gerekse de konaklama konusunda kendisine çok yardım edildiğini söylemiş. Tabii adamın az önce bıçaklandığı yerin hastanesinde yatarken başka bir şey söyleyecek hali yok. ‘Olmaz olsun böyle Elazığ dersem bir daha bıçaklanabilirim’ diye düşünmüştür kesin...
Anadolu misafirperverliği çok övündüğümüz bir şey olmasına rağmen böyle haberler de sık sık önümüze düşer. Turistin durumunu ben bilmem. Gezdikleri yerlerin sakinleri hangisini çaya davet edip hangisini bıçaklayacağına nasıl karar veriyor, bir kriter var mı, varsa turistin bu kriterlerden haberi var mı gibi hususlar benim için muallak.
Ama ülkemizi çok gezmiş biri olarak kendi deneyimlerim var. Onlardan yola çıkarak bir temel saptama yapabilirim: Evet, ülkemizde bir misafirperverlikten bahsedebiliriz. Ama size ayran ikram edecek her teyzeye karşılık orada bulunmanıza gıcık kapacak bir dayı da mutlaka vardır.
Mesela bir Niğde seyahatimizde ekipteki erkek arkadaşlardan biri atlet giydiği ve biraz da kaslı olduğu için domatese iki kat fiyat ödemiştik. “Domates ne kadar” diye sorduk, “8 lira” dedi. “Üstünde 4 yazıyor ama” dedik, “Doğrudur ama size 8 lira” dedi. Dağa çıkmak için gitmiştik, en yakın marketle de aramızda mesafe vardı, verdik 8 lirasını, aldık.
Aynı arkadaş sonra Akdeniz Bölgesi’nde başka bir tırmanış projesi için kamp kurmuşken gece çadırının önünde, elinde kürek olan köylüleri buluyor. Allah’tan Japon olmadığı için hırsızlık veya bölgenin ahlakına aykırı herhangi bir durum için orada bulunmadığını anlatmayı başarıyor da küreği kafasına yemeden kurtuluyor. Sonrasında ne zaman Yaşar Kemal’in ismi geçse “Hiç anlatmasın bana o Anavarza insanının misafirperverliğini, bıraksın o işleri, gözümle gördüm ben, kafama küreği indiriyorlardı durduk yere” der dururdu.
Sonra bir iş arkadaşımızı görev aşkıyla Karadeniz’e gönderip mide krampıyla geri almamız var. Büfede meyve suyu sıktırırken “Abi greyfurt koyma, mideme dokunuyor” demiş. “Greyfurt dokunur muymuş! Sen nereden geliyorsun” diye sormuş. Bizimki “İstanbul” deyince “İstanbul’dan geldin, bana şekil mi yapıyorsun, al iç şunu, bi şey olmaz” diye greyfurtlu meyve suyunu dayamış burnuna. “Mesele yaratacak gibiydi, içtim mecburen, üç gündür midem yanıyor” diye döndü.