İnsanlar yaşlandıkça sakinleşir, ıvır kıvır şeylere sinirlenmeyi bırakırmış. Öyle diyorlar. Kati suretle doğru değil. Doğruysa da bu şehirde değil. Taksicilerin epey bir süredir ‘Sarı öfke’ diye adlandırıldığı bir kentten bahsediyoruz.
Ben de hiçbir şey yapmasam bile burada araba kullanmak durumunda kalıyorum. İstediğin kadar ‘Ben çok sakinim, öyle kolay kolay heyheylenmem’ de. Kontağı çevirip trafiğe çıktın mı, 5 dakikada bütün o lafları yutturuyor hayat sana.
Aslında haritadan baktığında evle işyeri arası arabayla 20 dakika gibi görünüyor. Ama ortalamada iki katına yakın sürüyor. Sadece Kadıköy’den çıkmam bile 20 dakika! Bir sokağa giriyorum, bir bakıyorum kamyon gelmiş, mal indiriyor. ‘Dur o zaman diğer sokaktan döneyim’ diyorum, karşımda tersten gelmiş bir taksici buluyorum. 3 dakika ‘2 inatçı keçi köprüde karşılaşmış’ oynuyoruz. ‘Oradan dönüp başka bir yerden anayola bağlanayım’ diyorum, aaa burada da taşınma varmış.
Sonra dörtlüleri yaktığı sürece arabasını sokak ortasında 10 dakika bırakabileceğini düşünenler var. Dönüşe dönüşe bitmeyen kentsel dönüşüm faaliyetlerinin moloz kaldıran, bina deviren, çimento döken kamyonları var.
Bütün bu engelleri aştık ve daha karga kahvaltısını yapmadan yola çıkmayı başardık diyelim. Sabah sabah makas atanlar, eli kornadan kalkmayanlar, sanki bir de haklıymış gibi atar gider yapanlarla boğuşup gideceğimiz yere anca varıyoruz. Sonra vay efendim sabah sabah neden sinirlisin? Ters yönden gelen motordan son anda çarpmadan kurtuldum, bir araba öne geçmek için emniyet şeridine çıkıp tekrar önüme girmeye çalışan taksiciyle küfürleştim, yaya geçidindeki yayaya yol verdim diye arkamdan korna çalan arabaya el hareketi yaptım, yol bitmeseydi bir 15 dakika daha gitseydim karakolluk olunacak bir olaya daha da karışırdım. Daha ne sinirlenmeyeceğim?
Ha, belli bir saatte varmanız gereken bir yer yoksa, sabah kahvenin yanında bir de antidepresan yutup olan bitene eğlenceli tarafından bakmayı da deneyebilirsiniz.
Mesela geçen gün şahit olduğum, emniyet şeridinde giden polis aracının arkasına takılanlar sahnesi iyiydi. Polis aynadan bakıp arkasında beş araba görünce zank diye durdu, hoparlöründen “Siz neyin peşindesiniz ya” diye bağırdı. Sonra arabadan inip hepsinin ehliyetini topladı. Aslında onun ayıbı oldu biraz çünkü bu şehirde herkes o şeridin emniyet şeridi değil acele işi olanlar şeridi olduğunu bilir!
Anaokulunda “Büyüyünce ne olmak istiyorsunuz” sorusunu herkes sırayla çeşitli meslekler söyleyerek cevaplamıştı. Sıra bana geldi. Meraklı gözlerle bana bakan öğretmenime ‘Fil’ diye cevap verip, o gözlerin bezginlikle devrilmesini izlemiştim. Bana insanların büyüyünce hayvan olamayacağını anlattı. O an için ikna olmadım, öğretmenimin dünyayı anlamakta sıkıntıları olduğunu düşündüm. Sonuçta kadın haklıymış.
Fil canlısına o aralar bu kadar düşkün olmamın da bir sebebi vardı. Ankara’daki çocukluğumda hayvanat bahçesine götürülmüştüm. Hayvanat bahçesinde bir yavru fil de vardı. Bir ayağı zincirle bağlanmıştı. Bu halinin beni rahatsız ettiğini, bu hayvanın çizgi filmde gördüğüm Dumbo gibi bir karakter ya da oyuncak olmadığını fark edişimi hatırlıyorum. Bulunduğu durumdan memnun değildi. Hayvanların duygularının olduğunu ilk kez kavradığım anın bu olduğunu sanıyorum. Bir daha da hayvanat bahçesine gitme fikrine hiç sıcak bakmadım.
STRES ALTINDAKİ CEYLAN
Bu yüzden şu anda Ankara’da Aslan Parkı’nın içinde bulunuyor olmaktan büyük bir şaşkınlık yaşıyorum. Yanımda da bana daha önce Kırşehir’deki Evcil Hayvan Parkı’nı gezdiren eleman var. Orada etrafı brandayla çevrili bir kafes görmüş, kendisine “Burada ne var” diye sorunca ‘‘Ceylan’’ cevabını almıştım. Kafesi brandayla kapatmışlardı çünkü ceylan insanları görünce stresten kendini tellere vuruyormuş. “Ceylan evcil hayvan değil, burada bulunmanın kendisine uygun olmadığını göstermek için de elinden geleni yapmış, niye koydunuz buraya” diye sorunca “Çocuklarımız hayvanları tanısın istedik” yanıtını almış ve iyice heyheylenmiştim.
Şimdi yine yanımda bitmiş, aslan gezdiriyor. “Bu saçmalık da senin cin fikrin mi yine” diye soruyorum.
“Netflix’teki aslancı adamdan gördük” diyor. Bu kez deliriyorum. “Ya arkadaş, senin kafan bazı basit şeylere niye basmıyor? Gidip bir de ala ala Allah’ın ABD’sindeki meczubu bulup kendine örnek almışsın. Çocuklar katil balina da görmüyorlar. Görsünler diye Kuğulu Park’ta akvaryuma mı koyacaksın” diye iyice yükselmişken aslanların da bu çıkışımı canı gönülden desteklediğini, zıpladıklarını görüyorum.
Burası artık bir şeylerin yanlış gittiğinden iyice emin olduğum yer. Ortada bir rüya görme durumu var. Henüz uyumakta olduğumu fark edince “Dur bari hazır rüyaymış içimde kalmasın bari” diyerek yanımdaki aslancı kardeşe güzel bir yumruk yapıştırıyorum. Uyandığımda hâlâ sinirliyim. Bütün bu tantana yatmadan az önce gözüme çarpan haber yüzünden oldu. Ankara Gölbaşı’nda açılan hayvanat bahçesindeki 12 aslan ve
2 kaplan kükremeye başlayınca mahalleli şikâyetçi olmuş. Hayvanat bahçesi sahibi “Aslanlar 20 saat uyuyor. Günde 1-2 kere kükrüyorlar” demiş. 12 aslan ve 2 kaplanı mahallenin ortasında, kafe ve restoran olması için kiralanan araziye koymuşsun, onu nasıl yapacağız?
Epey bir süre önce artık eskiliğinden bolca huylanmaya başladığım evimi değiştirmeye karar vermiştim. Ama nasıl olsa bir acelem yok, taşınma gibi maddi manevi insanı hırpalayan bir sürece gireceksem bari değsin, içime sinen bir şey olsun diye geniş geniş bakıyordum. Bu geniş bakmaların sonucunda istediğim sonuca ulaşamadığım gibi, kafamdaki makul kirayla reel kiralık ev fiyatları arasındaki uçurumun giderek açıldığına, bütçemi yukarı iteledikçe fiyatların da yukarı gittiğine, ben kovaladıkça onların kaçtığına şahit oldum. O yüzden son dönem gündemde kendine geniş yer bulan “İstanbul’da konut kiraları sapıttı” haberleri benim için pek yeni haber olmadı.
Önceleri kafamda koyduğum fiyat, ihtiyacımı karşılayan evlerin 1.000 lira altında kalıyordu. Bir süre sonra ben kafamdaki rakamı güncelleyip o 1.000 lirayı ekledim. Ancak aynı şekilde ev fiyatları da yukarı gitti. Kendimi aslında “Bu rakamın üzerine 2.000 daha ekleyebilsem oluyormuş” derken buldum. Ben daha ekler miyim ekleyemez miyim, işte şuradan şuradan kessem, sadece evde otursam falan derken hatta daha cümlemi bitirmeden hop fiyatlar daha da yukarı gitti.
Şimdi geldiğimiz noktada, benim kafamda ilk koyduğum fiyata yarı bodrum, 1+1 öneriyorlar. Aralarda da “Pahalı ama en azından düzgün ev” dediğin evler düşerse de senin görmenle o evlerin tutulması arasında 22 dakika falan geçiyor.
Denemediyseniz deneyin, siz de göreceksiniz. Bu ay 2.500’e baktığınız ev, önümüzdeki ay 3.000, ondan sonraki ayda 3.500’e gidecek. Böylesi ani uçuşlu grafikleri bir kripto para borsasında, bir de İstanbul emlak piyasasında görebilirsiniz.
Bütün bu ev bakma, kira grafiği takip etme süreçlerinde öğrendiğim hayat dersleri şöyle:
- Bir ev size makul gibi görünüyor, bütçenize de uygun gibiyse öyle biraz düşüneyim falan demeyin. Siz düşünürken ev gider.
- Benim gibi köpek sahibiyseniz emlakçılar fiks olarak “Cinsi ne” diye soruyor. Aslında sormak istedikleri şey: “Golden mı değil mi?” Sarı reisler az havladıkları ve sorunsuz bellendikleri için kabul edilebilir bulunuyorlar.
Sosyal medyanın döngüsel bir yapısı var. Her yılın belli zamanlarında aynı konular sanki hiç konuşulmamış gibi sıfırdan tekrar açılıyor. Aynı paternleri takip ederek tekrar konuşuluyor. Birkaç gündür “Çocukların alınmadığı restoranlar” tartışmasının büyük bir hararetle sürdüğünü görüyorum mesela. Bu, aynı bu haliyle geçen yaz da önceki yaz da konuşulmuştu.
+7 ve +13 restoranlar/oteller Türkiye’de de dünyada da 30 yıldan uzun süredir var aslında. Ama nedense her yıl yeniden keşfediliyor ve infial yaratıyor. Bu sefer de önüme düşen sosyal medya post’larında kapıdan geri çevrilen çocukların travmatize olacağı, bunun ayrımcılık olduğu (Apartheid -ayrımcılık- ile kıyaslayacak kadar serbest uçuşa geçenler de olmuş hatta) gibi şeyler yazılıp çiziyordu. Aslında bu ‘yetişkinlere özel’ mekânların hepsi rezervasyonla çalışan ve o rezervasyon listesi genelde dolu olan mekânlar. Yani çocuksuz olarak da gitseniz rezervasyonunuz olmadığı için giremeyeceksiniz ama böyle hayali sahnelerin yarattığı demagoji tabanlı etkileşim daha tatlı oluyor herhalde, o yüzden pek çok kişi tarafından vurgulanmasına rağmen bu kısım es geçilmiş.
Şey yazılmıştı mesela: “Gittiğiniz mekânda gürültü yapan çocuk varsa şansınıza küseceksiniz, rahatsız olmaya hakkınız yok.”
Bir diğer yorumda “Bu konu ‘yaşçılıktan’ bağımsız ele alınamaz” yazıldığını gördüm. Ve bir kez daha bütün kavramları alakalı alakasız demeden, kafamıza göre eğip büktüğümüz bu saçma çağda yaşamanın içimi daralttığını fark ettim.
Sonra aklıma geçenlerde deniz kenarında yaşadığım sahne geldi: Kız çocuğu “Ben üşüyorum çünkü kızım” deyince, “Üşüyorum” diye ağlayan erkek çocuğuna annesi kızı gösterip “Bak ne diyor, sen kız olmadığına göre üşümemen lazım” dedi. Diğer tarafa kafamı çevirdiğimde 9-10 yaşlarında bir kardeşimizin yemek yenen masaların arasında elinde zıpkınla gezdiğini ve saçma sapan hareketler yaptığını gördüm.
Böyle anlarda kendimi şöyle hayal ederken yakalıyorum:
-
Yangınlarla geçen bir haftanın ardından hâlâ yeni felaketlere uyanıyoruz. Ben kötü haber yorgunluğuna dayanamayacak hale geldiğimde kendime kaçacak yerler arıyorum. Bu hafta kafamı meşgul etmek için pek de anlamlı olmayan meseleleri düşünerek vakit geçirdim.
Mesela Robin’in ‘dolaptan çıkması’... (‘Dolaptan çıkmak’ İngilizcede bir sırrını gizlemekten vazgeçip ifşa etmek anlamında kullanılıyor.) Biliyorsunuz Batman’ın yardımcısı Robin’in cinsel yönelimi yıllardır tartışılır. Çoğu kişiye göre Robin gizli bir eşcinsel. Ancak çizgi romanın yazar ve çizerleri bu konuyu bulanık bırakmayı tercih ediyordu. Tabii bazı konular biraz da jenerasyon işi. Robin 1940 doğumlu. Hayatının uzun bir kısmını dünyanın çok daha baskıcı ve dar görüşlü olduğu dönemlerde geçirdi. Yani adamın belki ‘dolaptan çıkası’ vardı da konjonktür onun çıkışına hazır değildi. Ta ki bu haftaya kadar...
DC Comics tarafından yayımlanan son sayıda Robin ve erkek arkadaşı Bernard Dowd romantik bir akşam yemeğine çıkmaya karar veriyor. Robin daha önce kadınlarla da romantik buluşmalar yaşamıştı. O yüzden biseksüel olduğu düşünülüyor. Robin açısından sevindirici bir gelişme, ayrıca kafamızı dağıtmak konusunda yardımcı olduğu için de kendisine teşekkürü borç biliyoruz.
Robin’den kafayı kaldırınca ‘Bir süre boşlukta kaldım’ derken Messi PSG’ye imza attı. Elimde hazır bir futbol konusu olmasını fırsat bilerek esnaf arkadaşlarımla muhabbet etmek amacıyla çarşıya indim. Uzun uzun ‘Sen Messi olsan Paris’e gider miydin’ gibi başlıklarla havanda su dövdük.
Bir sonraki günü nereden gelip nereye gittikleri henüz anlaşılamayan fillerle ilgilenerek geçirdim. Duymuşsunuzdur, 14 vahşi Asya fili yaklaşık 17 aydır nerede biteceği belli olmayan bir yolculuk içinde. Koruma alanlarından çıktılar, kilometrelerdir yürüyorlar. Sürekli önlerindeki yerleşim yerleri tahliye ediliyor. Son rapora göre drone’lar ve 25 bini aşkın polis takip ediyormuş filleri.
500 kilometrelik yürüyüşlerinde bir tam tur atıp başladıkları yere doğru tekrar yaklaşmaya başlamışlar. Şimdi bu drone görüntülerini canlı yayımlayan bir mecra var mı, yoksa da niye yok diye aranıyorum. Fil izlemek isteyen kullanıcılar olarak pazarda iyi bir yer kaplıyoruz. Bu beklentimizi karşılayan yayın organı kazanır.
ALACAĞIN OLSUN!
Her şey yıllar önce başladı ama hangi olayla başladı ondan tam emin değilim. Bir tatil döneminde benim “Yeter artık deniz kenarı bir yerlere git, şezlonga yat, geri gel kafası. Ben öyle sıkılıyorum. Bana içinde bir aksiyonu, aktivitesi, yeni deneyimi olan tatil getirin” diye çıkışmamla da başlamış olabilir. Televizyonda Faik Bey’in Safiye Soyman’ı zorla jet ski’ye, paraşüte falan bindirmesini görüp “Ne kadar dinamik bir ilişki modeli, ne kadar ilham verici bir aile” dememle de...
Ama sonuçta o tatilde masaya dalış brövesi önkoşulunu koymuş, ‘Tatile gidilecekse bröve alınacak’ diye tutturmuştum. Bu işlere mesafeli olan eşimi de aynı Faik Bey gibi “Hadi hadi yaparsın; aslansın, kaplansın” diye gazlayarak olayın içine sürükledim. Sonuç iyi oldu ve herkes yeni adım atılan bu aktiviteden memnun kaldı.
O zamandan beri her tatilde Faik Bey’e bağlıyorum. Aradan geçen sürede yapılan tatillerde kaya tırmanışı, yamaç paraşütü, sörf, 10+ km hiking (doğa yürüyüşü) gibi türlü türlü aktiviteyi tema olarak belirleyip benimle yola çıkma gafletinde bulunanları da peşimden sürükledim.
Bu yıl tutturduğum şeyse yelken oldu. “İkimizin de belinde sıkıntı var, ip mip çekerken belimiz elimizde kalmasın” gibi son derece makul itirazları “Yok, bel çalışmış olur, iyidir” gibi son derece bilimsel argümanlarla savuşturdum. Ve yine Faik Bey’den öğrendiğim hafif mizahlı ısrarcılıkla ekibi eğitim teknesine çıkarmayı başardım. İki gün ders aldık. Sonuçta “Beline dikkat et” diyenler haklı çıktı. Üstüne iki gün yattık. Halı sahada devrinin geçtiğini kabul etmeyip kendini paralayan, sonra da her yerini ayrı burkan adam gibi oldum diyebiliriz.
Ama bu adamların bir ortak özelliği vardır. Böyle yenilgileri kolay kabul etmez, ayağa kalkar kalkmaz hemen yeni maç ayarlarlar. Benim de durmaya niyetim yok. Yattığım yerden manyak gibi Volvo Ocean Race videoları izleyip ayağa kalkar kalkmaz üçüncü kur için tekrar denize döndüm.
Sonuç yine bana yakışan şekilde tekrar sakatlanıp yatağa aynen geri girmek oldu. Tatilin hatırı sayılır bir kısmını ‘kendini ve çevrendekileri irili ufaklı sakatlıklara bulaştır, iyileşme dönemi geçir, yine dene, yine yenil’ derken yedim.
ORTA YAŞ KRİZİ SANDILAR
Gazeteci arkadaşımız Burak Kuru geçen yıl bu zamanlar Tanıl Bora ile yaptığı röportajda “Sayfiye diye gittiğiniz yer de şehrin su kenarına taşınmış hali gibi. Futbol deyimiyle, sayfiye eski gücünde değil diyebilir miyiz” diye sormuş, Bora da şöyle cevaplamıştı: “İstanbulluların -hepsini kastetmiyoruz elbette ama onlar kendilerini bilirler de diyemiyoruz, zira kendilerini bilmiyorlar!- her vahayı, her su kenarını, her pınar başını, her çardak altını istila etme kudretini tabii biliyorum. İlk soruda da konuşmuştuk, sahil ve arazi yağması, her köşe bucağı zapt ediyor ve dediğiniz gibi, ‘kendine benzetiyor’. İnşaat ve turizm endüstrisi, Marx’ın güzel tabiriyle her yerde kendi suretinde bir dünya kuruyor. Her yer birbirine benzediğinde, gözünüz gönlünüz dinlenemez artık; merakınızı okşayacak bir şey kalmaz.”
Bu tezahürün tam göbeğinden hepinize selamlar. Güney’in incisinde her yer birbirini andırıyor, bu haliyle de yekpare bir yapıya benziyor. Çoğu zaman aslında bir ilçenin köyleri arasında değil, tek bir yazlık sitenin ara sokaklarında dolaşıyor gibi hissediyorsunuz. Sağınızda denizle aranızda binalar, solunuzda kafanızı kaldırdığınızda görebildiğiniz yere kadar binalar, bir beyaz beton çölü.
ONLAR İNMEDİ BİZ ÇIKTIK
Bu ortamda pek çok yerde sürekli bir “Şuraya domuz geldi”, “Aaa buraya da mı domuz iniyormuş” konuşmaları dönüyor. Ama aslında kafanı kaldırıp bakınca görüyorsun ki domuz bir yere inmiş denecek bir durum çok da yok, biz domuza çıkmışız. Baktığın yerde ev ve tesis görüyorsun. Domuzun üzerine kat çıkılmış. Hayvan da ailesini toplayıp iki yemek bulayım diye 100 metre açılsa hop kendini insan yerleşkesinde buluyor.
Trafik ve tüm yan ürünleri aynen burada zaten.
Turizm ayağı yanmış. Pizza siparişim 1.5 saatte çıktı, arkamda bekleyen 57 pizza daha varmış çocuğun söylediğine göre. Daha da bahçeden dışarı adımımı atmam dedim. Atmadım, kararımdan memnunum. Bir şezlong uğruna ne savaşlar yaşanıyor ne güneşler batıyor dışarıda.
Marketler çok acayip. Pandemi öncesi tuvalet kâğıdı krizi, büyük soğan buhranı falan, bunları tamamen unutun. Marketten Moğol ordusu geçmiş ve sabah geçmeye de devam ediyor. Rafların çoğu 11.00’den itibaren boş. O kadar boş ki zombi filmi gibi görünüyor, bir süre sonra korkup çıkıyorsun bir şey alamadan.
Bir süredir hem arkadaş ortamlarında hem de sağda solda çok sık duyduğum bir şey var: “Biz içerideyken neler olmuş arkadaş ya!”
‘Pandemi var, evde kalıyoruz’ durumu bitip de insanlar sokağa dönünce ilk fark edilen şey; biz eve girerken ortalıkta olan fiyatlarla şimdi biz çıktıktan sonra gördüğümüz fiyatlar arasındaki uçurum. Biliyorsunuz, her şey düz hesap olsun diye ikiye katlanmış. En küçük banknotumuz 5 lira, oldukça anlamsız bir şeye dönüşmüş. 20’lik 5’lik banknota, 50’lik 20’lik banknota tekabül eder olmuş.
Aslında habire markete girip ne alırsan al minimum 200 liradan aşağı çıkamaz olunca buna ufak ufak alışmaya başlamamız gerekirdi. Ancak pandemi süresince bu duyguyu kavrayabildiğimiz tek yer market olunca da işin boyutlarını tam sindirerek anlayamamışız.
Ben “Oldu olacak pantolonu da bırakayım istersen” duygusunun son örneğini geçen gün bizim oradaki küçük markette yaşadım. Birkaç kalem bir şey aldım. Kafamda da ‘aşağı yukarı şu kadar tutar’ dedim, tezgâha para üstü de alma beklentisiyle iki 20’lik bıraktım. Market abi bana baktı ve “Olmadı o abi, biraz daha koy” dedi. Bir 20 lira daha ekledim. Market abi gülümseyerek baktı “Sen koymaya devam et abi, ben dur diyene kadar 20-20 gönder, artık böyle bu işler” dedi.
HOVARDALIĞIN BÖYLESİ!
Aynı “Yok artık, bunlar da bu kadar tutar mıymış” hissini yaşamak için ertesi gün kahvaltıdayım. Bin yıldır dışarıda kahvaltı etmedik ya. İnsan bir şevkle sosyalleşmeye koşuyor. İki menemen, iki çaya 100 lira bayılınca sosyalleşmenin karanlık yüzüyle karşılaştım.
Birkaç gün sonra ABD’den ziyarete gelen arkadaşım “Ne demek lahmacun 15 lira oldu” diye çıldırınca da aynı his geldi üzerime oturdu, köpeğe geçen yıl 12 liraya aldığım ödül mamalarının 27 liraya çıktığını görünce de...
Sonra işe geldim. Burada da günde minimum beş kere “Bu fiyatlar nedir böyle” konusu açılıyor. Beş kere de dayanamayıp ben açıyorum, etti mi sana on.