Eğer beyaz beyaz yakalarınız varsa sizin de uzuuuun zamandır duyduğunuza emin olduğum bir tanım var: ‘Wording’e dikkat etmek.
Beyaz yakanın hangi alanında olduğunuz fark etmiyor. Her sektörün wording’e dikkat etmesi gereken günler, anlar, olaylar olabiliyor.
Her toplantının, her e-posta zincirinin, her iş üzerinde el sıkışmanın bir noktasında wording’e gösterilecek özenin bahsi bir tur geçer.
Mesela benim geçenlerde girdiğim bir toplantıda uzun uzun Ukrayna’da olan bitene savaş mı denirse wording’e daha iyi dikkat edilmiş olur, işgal mi denirse diye tartışıldı. Birisi bir noktada “Aslında Batı’da ‘attack’ diyorlar” dedi. Hemen atladım “Attack bence de mükemmel” diye. Sonra “Ama attack kelimesini Türkçeye çevirirken wording’e dikkat etmeliyiz, hücum diye mi kullanacağız yoksa saldırı diye mi, bu detay önemli” diyerek yeni bir keşmekeşin fitilini ateşledim. Toplantılarda böyle şeyler yapmayıp gerçekten işi hızlandıracak, daha etkili hale getirecek şeyler üzerine konuşursanız çok az konuşmuş oluyorsunuz.
O zaman da insanlar sizin çalışmadığınızı düşünüyor. Çalıştığınızı, herkes kadar kurumsal bekaya kafa yorduğunuzu göstermek için yeri geldiğinde herkesle beraber havanda su dövmelisiniz. Bu net böyle.
Ben havanda suyumu döverim, wording’ime dikkat de ederim. Bu dikkat meselesine bir süredir kafa yoruyorum. Ve görüyorum ki wording’ler her yerde. Mesela iş hayatında artık pek ‘için’ kullanmıyoruz, ‘adına’ diyoruz. “Sana şu konuda bilgi vermek adına yazıyorum”, “İşimizde aksama yaratmamak adına saatinde ofise gelelim” gibi...
Bir anda belirdiler
İşin ciddileşmeye başlamasının ilk etabında ofisler küçük çaplı önlemler almaya başlamıştı, hatırlarsınız. İlk önlem masalara kolonyalar ve dezenfektanlar yerleştirmek oldu. Ofislere koli koli kolonya alındı. Herkeslere dağıtıldı. Ben bu kolonya bombardımanının gayri ihtiyari popkek ve çay ikramıyla süreceğini düşünmüştüm o dönemde ama olmadı.
Kolonyanın bitişi
Aslında önce tuvalet kâğıdı bitti gibi oldu ama çabuk döndü konunun onunla ilgisi olmadığı anlaşılınca. Sonra kolonya bitti. Çünkü dediğim gibi zaten başta bile deli gibi toplanmıştı piyasadan. Bu kolonya süreci bende belli açılardan travma oldu. Yıllarımı “Ben kolonya sevmem” diye geçirmiş, uzun yollarda muavinlere “Ben almayayım kardeşim” demiş bir kişiden iki gün içerisinde markette kolonyanın bitmesine canımın sıkılacağı noktaya geçmem fazla hızlı oldu. Sonrasında da hızlıca kolonya bağımlısı oldum. Demek ki bıraksalar belki de kendi zamanım içerisinde kolonyadan hoşlanmaya başlama noktasına gelecektim. Neyse, pandeminin benim açımdan kazanımlarından biri kolonya oldu. Kokusunda falan bir sıkıntı yokmuş. Ben muhtemelen lisedeki kız arkadaşım “Kolonya kokusu sevmiyorum” deyince ona yaranmak için “Ben de” demiş, sonra da bu palavramı zamanla içselleştirmişim.
Ofislerin kapanışı
ŞÖYLE BİR HAVA ALMAYA ÇIKTIM
İlk kez “Tarihe tanıklık ediyorsunuz” cümlesini duyduğum anı iyi hatırlıyorum. İyi derken, hem net hatırlıyorum hem de olumlu bir olaya tanıklık etme durumu olarak hatırlıyorum. 1989’da Prekazi’nin Monaco’ya attığı gol. Ondan sonra bu tanıklık olayı aldı başını gitti.
Misal, yıl 1990. Biz tabii ufağız. Büyüklerimizle televizyon seyrediyoruz. Kimdi hatırlamıyorum, bir yetkili büyük, sırtımı taptaplayıp “Bak ne şanslı kuşaksınız, tarihe tanıklık ediyorsunuz” dedi. Çünkü televizyonda Berlin Duvarı yıkılıyor. Ben tabii Berlin Duvarı’nın varlığının da olayının da farkındayım. Ama yani toplasan üç-dört senedir farkındayım. Duvara has bir durum değil. Ağzımın yerini tek başıma bulmaya da aşağı yukarı beş sene önce başlamışım zaten.
Tarihe tanıklık etme meselesine o zaman çok takılmadım. Scorpions ‘Wind of Change’i çıkardı, ona takıldım. İngilizce de bilmiyorum, bilen birini buldum. “Sözlerini Türkçe okunuşlarıyla yaz bunun bana” dedim. O da böyle “Ay falov dı Moskova, davn tu Gorki Park” falan şeklinde yazdı sağ olsun. Oturdum ezberledim.
“Berlin Duvarı yıkıldığı sırada olayın az çok farkındaydım.”
ŞÖYLE BİR HAVA ALMAYA ÇIKTIM
Haftanın spesifik günlerinde spesifik işlerim var. Mesela salı akşamları anneme kahveye giderim. Yine bir salı oradayım. Ama fiziksel olarak orada olmama rağmen zihinsel olarak olamıyorum. Aynı anda üç işle birden uğraşıyorum ve bunların arasında olmayan tek şey annemin az önce bana ikram ettiği kahveyi içmek.
Telefonumda çın çın vatsap sesleri... Oradan aldığım mesajı Slack’ten konuştuğum başka birinin mesajıyla birleştirip bir küçük iş krizini çözmeye çalışıyorum. Bu Slack yazılımı, biliyorsunuz çağımızda pek çok iş ortamında kullanılan bir app. Ama benim üç ayrı iş deneyimimden edindiğim tecrübeye göre Türkiye’de büyük bir coşkuyla kurulup sonra yalan oluyor. Sonuçta içeride vatsap üzerinden iş yapılmasını tasvip etmeyen, iş ve özel hayat iletişim kanallarının ayrı kalmasını savunan iki-üç kişi kalıyoruz. Kalanlar her şey için ayrı bir vatsap grubu kuruyor. Böylece bir sabah kendimizi 12 yeni vatsap grubuna eklenmiş buluyoruz.
Sonunda bunlardan bir ders çıkardım. Mesajlara dönmeme hakkımız var! Çağımız ilişkilerinde ‘ghosting’ denen durumu iş ilişkilerinde uygulamak gayet yasal bir davranış. Huyumdur, bir şeyi düşündüğüm zaman mutlaka “Bunu ilk kez ben düşünmüş olamam, düşünülmüşü de vardır” derim.
Varmış tabii ki. 2018’de yapılmış bir araştırma buldum. Katılımcıların üçte biri romantik bir ilişki içinde olmadıkları bir arkadaşlarına ‘ghosting’ uyguladıklarını söylemiş. İş temalı bir mesaja dönmeyerek iş arkadaşlarına ‘ghosting’ uyguladıklarını söyleyenlerin oranıysa yüzde 46 olmuş.
Bir sürü yağmurlu şarkı var malum. Ama geçen haftaki gibi bir sabah ansızın yağan yağmurlarda aklıma hep aynı şarkı takılır. Tina Turner’ın ‘I Can’t Stand The Rain’i. Mealen ‘Allah cezasını versin böyle yağmurun’ diyor. Tabii onun derdi, işte yağmurun kendisinde bazı hatıralar canlandırması falan. Benimki İstanbul’da yaşıyor olmam. Londra’da olsam yağsın yağabildiğince, bana ne. ‘Sen sev yağmurları, yağmurlar yağsın üzerime’ falan gibisinden yurdumdan bir şarkı tutturur, dalgama bakarım.
Neden ben bu yağmura dayanamıyorum? Çünkü coğrafyamın insanı pek çok şey gibi yağmurda adabıyla hareket etme işini de halledemiyor. Mesela ne yapamıyor? Üç temel konu var her yağmura fikslenen, onları yapamıyor. Sayıyorum.
Öncelikle hava koşullarına uygun şekilde araç kullanmayı başaramıyor. İşbu sebepten yağmurlu havalarda evden çıktığınız anda önünüze ilk denk gelen araba tarafından ıslatılırsınız. Su birikintisinden geçerken yavaşlamak kültürümüzde yoktur. Hatta sürücülerimizin vakti olsa durup sizi o birikintinin yanında durduğunuz için kalaylayabilir de.
Sonra neyi yapamıyor? Taksi sırası başta olmak üzere çeşitli sıraları kendince baypas etmeye yönelik mini çakallıklardan kendini alıkoymayı. Sırayı görüp Allah’ın akıllısıymışçasına karşı kaldırıma geçip yengeç gibi yan yan az ileri gitmeyi ve gelen taksiyi önden kapmayı sevme durumu var yurttaşlarımızda. Bu durum, trafikte de dışarıdan gelip araç sırasının en önüne girmeye çalışmak şeklinde tezahür ediyor. Vapur, motor, toplu taşıma vs. sırasındaysa aynı şekilde düz sıraya huni formu verip yandan kaynama söz konusu.
GÖZ ÇIKARAN ŞEMSİYE
Bitti mi? Bitmez. Dışarıdan bakan gözler, yağmurlu havada araba kullanma noktasındaki başarısızlığımızın arabanın nispeten komplike bir araç olmasından kaynaklandığını düşünebilir. Böyle bir yanlış anlaşılmaya, kültürümüzün hatalı tanınmasına izin veremeyiz. Bu sebepten üç numarada çok daha basit bir aparat olan şemsiyenin kullanımında gösterdiğimiz akıllara ziyan özensizlik var. Birbirimizin kaşını gözünü çıkarmalı şemsiye kazalarına sebep olmak için elimizden geleni ardımıza koymadığımız kullanım modeli defalarca eleştirildi, şakalara konu oldu. Ama yok. Toplum bu konuda bir adım bile yol alamadı sağ olsun. Sonra vay efendim, yağmurda insanı temize çeken ve düşüncelere sevk eden bir hüzün... Ya bırak Allah’ını seversen. Anca şarkıda olur o romantiklik buralarda.
Olabileceğim kadar aşı olup geçirebileceğim kadar kovid geçirmiş olmanın getirdiği hafif rahatlıkla gitmediğim, gidemediğim yerlere gidesim var. Zaten şimdi bir de varyantlar bir süre sonra tekrar bulaşabiliyor, bulaştırılabiliyor deniyor. Hazır karşıtından taraftarına, aşıcısından doğal bağışıklıkçısına, Neil Young’ından Joe Rogan’ına hiçbir türlü fraksiyonun itiraz edemeyeceği kadar kovid eksi iken fırsat bu fırsattır.
İlk durağım sinema. Kapıda yalandan bir HES kodu sorgulama durumu var ama kodu yeterince seri açamazsanız sorgulamasalar da oluyor. Yargıladığımdan değil, yanlış anlaşılma olmasın. Bu kod işinin samimiyetini kaybettiğini ben de düşünüyorum. Kendi kovidimin 7’nci gününde gittim, bir test daha yaptırdım. Yine pozitif çıktım. Tee bir sonraki haftaya kadar da pozitif çıkmaya devam ettim. Ama kodum beni direkt risksiz olarak işaretledi, ‘nereye girersen gir, bana ne’ der oldu. O yüzden yani baksalar ne bakmasalar ne, kodun kendisinin bile sahibinden haberi yok bence.
RANDIMANLI ÜÇ SAAT
Neyse sinemalarda ortam güzel. Maskeyle film izlemek biraz zorlayıcı. Kendime not aldım, bir daha bu denkleme bir de gözlük dahil etmeyeceğim. Buğulanıyor malum. Bu arada film de ‘Drive My Car’dı. Yoldayken, sinemaya gitmeyip gitmeyip bir anda küt diye üç saatlik film seçmek ne kadar doğru, sadece soruyorum türünden bazı endişelerim oldu.
Ama son derece randımanlı bir üç saat oldu. Bir kere çok uzun zamandır şunun yeniden çevrimi, bunun bir daha denemesiyle Marvel/DC ortamlarına sıkışmış sinema dünyasına çemkiriyor ve ‘çekilmemiş bir şey kalmadı sanırsam, bitti mi bu iş şimdi’ diye söyleniyordum. Film gibi film izledim sağ olsunlar. Gittim hemen IMDB’ye 9 puan verdim. Sonra döndüm Uğur Abi’ye (Vardan) baktım, o da dört yıldız vermiş. Hadi benim elim geniştir, ama o yıldızlarını böyle ferah ferah dağıtmaz, demek haklıyım. Teşekkürler Japon, katman katman film yapmışsın, eline sağlık.
Ertesi gün hızımı alamadım, ki almaya da niyetim yoktu. Tiyatroya gittim. Burada işler bir şekilde daha sıkı. Koda ciddiyetle bakılıyor. Maske işi denetleniyor. Salon da daha dolu bu arada. Tiyatro izleyicisi de haklı, film işini evde halledebiliyorsun ama ekrandan oyun çok da efektif olmuyor.
Oyun tek kişilik. Afişlere bakıyorum girmeden, diğer oyunların da çoğu tek kişilik. Artık pandemik midir, ekonomik midir bilinmez az kişili, dekoru bir bavula toplanıp götürülebilen oyunların sayısında artış var gibi. Buradan da belli bir randıman alarak ayrılıyorum.
Bir sonraki gün yine sinemadayım. Bu kez AVM sinemasına gittiğim için zaten binaya girişte, salona girişte kodlaya kodlaya gidiyorum. AVM sineması da biraz sıkıcı, film de...
Ulaşım durdu, insanlar evine varamadı. Kar yağışının olanca olumsuzluğunu bolca yaşadık. Ama ben konunun olumlu sayılabilecek yönlerine bakacağım.
Eski kışlardan bahsetme fırsatı çıktı. Biz kendi yakın çevremizde uzun uzun arabaların Barbaros Bulvarı üzerinde terk edildiği, Boğaz Köprüsü’nün halatlarından birinin koptuğu 2004 kar bombardımanını konuştuk. Yaşı tutanlar, onun yanında yalandan yağış gibi kaldığı, okulların iki hafta açılamadığı 1987 kışına kadar uzandı nostaljide.
Mahalle ruhunda bir canlanma yakalandı. Bütün yokuşlarda çeşitli aparatlarla kayma yarışları yapıldı. Muhitin en büyük kardan adamını yapma konusunda da çok güzel bir koordinasyon sergilendi.
Gecenin 1.00’inde bir aile reisinin “Çocuklarla köpekleri birbirleriyle organize etsek, işleri bitince birbirlerini evlere bıraksalar, biz gitsek” cümlesi tatlı olduğu kadar haklıydı. Gerçekten bahsi geçen iki ekip de aralıksız çılgın atıyor ve eve falan dönmeye hiç niyeti yok gibi görünüyordu. Ben en başta aralarında alan sorunu çıkar; “Köpeğiniz bu tarafa gelmese”, “Hayır efendim, bilakis siz çocuğunuza mukayyet olun” gibi tartışmalara mahal veren sıkıntılar çıkar diye endişelenmiştim. Aksine hayvan gibi kar topu atan çocuklarla, ergen gibi koşturan köpekler birbirlerine rahatsızlık vermeden eğlenmeyi başardı.
Ergen demişken, çeşitli aşırı genç kardeşlerimizin yüksek alkollü içeceklerini alıp güzel bir romans havası yakaladığını da gördüm bol bol. Gençlerimizi çok darlıyoruz; biraz gevşemeye, eğlenmeye ihtiyaçları var. Ortalık böyle karışıkken gelip onlara ‘Öyle yapmayın, böyle etmeyin’ diyecek insan da olmuyor. Olanlar da kara saplanmış muhtemelen.
Araç trafiğinin durması çok kaliteli bir sessizlik yarattı. Gecenin ilerleyen saatlerinde bile kornasını çalmaktan imtina etmeyenlerin, yüksek sesli müziği eşliğinde ara sokaklarda gezinmekten ne olduğu bilinmez bir haz alanların ortalıkta olmadığı bir güne herkesin biraz ihtiyacı varmış.
İnsanlara ekstra bir yardımseverlik, bir dayanışma hali geliyor böyle zamanlarda. Normalde herkesin birbirine gıcık olduğu bir yerde yaşamamızdan kaynaklı üşüyen sokak köpeklerini apartmanlarına alanları, karda yürümekte zorlananlara yardım edenleri, düşenleri kaldıranları falan görmek iyi geldi. Kar eriyince bu sevimliliğimizin bir kısmı da erir muhtemelen.
Ben çoook uzun bir süredir iş vesilesiyle her hafta PCR testi olan bir kişiyim. O çubuk burnuma o kadar çok sokuldu ki COVID’i geç, IQ’mu falan ölçebilecek kadar bile sürüntü toplanmıştır. Ben diyeyim 40 test, siz deyin 50. Bu sebepten son testimde herkesin yakala-
dığı varyantı yakalayıp pozitif çıkınca neredeyse biraz sevindim bile diyebiliriz. Bir kere sürekli bir yerlerime bakıp “Bu semptom mu acaba ya” diye kaygılanmaktan kurtulmuş oluyorum. Öksürdüm ama düz mü öksürdüm yoksa COVID miyim, sırtım ağrıyor ama sabah damacanayı ayı gibi kaldırmaya kalktığım için mi yoksa COVID miyim, hapşırdım ama burnuma bir şey mi kaçtı yoksa COVID miyim diye diye, insan inceden deliriyor.
Şimdi biliyorum ki COVID’im. Kafam rahat. Ama 7 günlük resmi karantinamın sonunda yaptığım testten de hâlâ ‘pozitifsin’ sonucu çıkınca o kadar memnun olmadım tabii. Devlet beni risksiz diye kodlamış, sen kafana göre dolaşabilirsin yazmış aplikasyonda ama test başka şey dediği ve hâlâ küçük küçük semptom gösterdiğim için oturduğum yerde oturmaya devam ediyorum. Ofisim de testim negatife dönmeden beni geri almıyor zaten.
Madem ısrarla pozitif çıkıyorum, hayatın kalan alanlarına da pozitif bakmaya çalışayım dedim ve bitmeyen pozitifliğimin artıları üzerine kafa yordum.
İNSAN BOŞTA KALINCA...
En önemli artısı haftada iki posta gelen benzin zamlarından etkilenmemek oldu. Nereden baksanız bir depo benzin almamış kadar kârdayım. Üstelik fiyat da ben pozitif çıkalı beri litre başına 40 küsur kuruştan iki tur arttı. Gerçi buradaki küçük hesap çarşıya uymayabilir zira karşılığında evde fazladan kaldığım zamanda yaktığım kombinin gideri gelecek. İnsan evde ve boşta olunca kafayı yoracak boş şey de çok oluyor. Benim için bu şeylerden biri de doğalgaz/benzin paritesi oldu bu şekil.
Pozitif bir gelişme olarak hep gözümün korktuğu 950 sayfalık Mo Yan romanına girebildim. Hatta neredeyse çıkabilecek kadar da yol aldım. Çin kültürü ve ahlak bilgisi konusunda önemli kazanımlar elde ettim. Beni bu karantinaya tıpalayan virüsün de Çin çıkışlı olmasıyla her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu gibi bazı mistik çıkarımlara kapı açabilirim kendi içimde. Bu da boş vaktimde kafamdan geçen diğer boş şeylerden biri olarak listeme eklenebilir.
‘MADEM EVDESİN...’