Her genel seçimde “Hangi parti bana daha iyi hizmet eder” arayışı içinde kararlarını şekillendiren “yüzer-gezer oylar”ın sahiplerine, sadece teşekkür edebiliriz.
Çok partili demokrasiye geçtiğimizden beri Türkiye’de bir şeyler yapılabildiyse, demokratik siyasetin varlık sebebinin “hizmet” olduğunu bilen seçmenlerin kullandıkları oylar sayesinde bu mümkün olmuştur.
Takıntısız, kan davasız, ön yargısız, saplantısız, akılcı bir kitledir büyük seçmen çoğunluğu.
Eğer askeri rejimler kalıcı olamadıysa… İç ve dış konjonktürün rüzgarı ile iktidar olup da ülkeye ve halka hizmet edemeyenler bir dönem sonra siyaset liginden düştülerse… Türkiye’yi kriz-kolik bir ülke haline getirenler TBMM dışına itildilerse… Bu ancak demokrasimizin derin aklını temsil eden yüzer-gezer oyların sahipleri sayesinde böyle olmuştur.
Bu büyük kitlenin sağı solu yoktur.
Onlar toplum mühendislerini değil değişim mühendislerini ararlar.
O da Star’daki köşesinde “Eğreti Burjuvanın Eğreti Hastalıkları”nı yazmıştı geçen gün. “Eğreti burjuva etek boyu gibi, çorap deseni gibi, saç rengi gibi, ayakkabı topuklarının yüksekliği gibi, hangi hastalıkların moda olduğunu da yakından takip ediyor” demekteydi yazısında…
Gerçekten de yakın geçmişe kadar “reflü” olan var mıydı tanıdıklarınız arasında? Veya babalarınız sürekli “kolesterol”den yakınır mıydı? Eskiden ne güzel “bunama” denilirdi yaşlıların hafıza zayıflamasına. Şimdi ”Alzheimer” denilmezse ayıp kaçıyor
Prof. Dr. Küçükusta’nın listelediği “eğreti burjuva hastalıklarına aday” olan illetlerden bazıları da şunlar:
Hasta bina sendromu… Kronik yorgunluk sendromu… Janjanlı paket hiperaktivitesi… Regl öncesi disforik bozukluk… Körfez Savaşı sendromu… Fibromyalji… Huzursuz bacak sendromu… Temporomandibuler bozukluk…Cep telefonu alerjisi… İrritabl bağırsak sendromu… Sosyal anksiyete… Dikkat eksikliği sendromu…Gerilim tipi baş ağrısı…Çeşitli kimyasal maddelere duyarlılık…
Eğreti demokratlar
Aslında bu “e
İstanbul’da Anadoluhisarı’nda oturuyorum. Daha yakın olur diye Bodrum’a uçmak için Sabiha Gökçen Havaalanı’nı seçtim. Eski Doğu Avrupa’nın komünist ülkeleri terminallerindeki gibi, küçücük bir mekanda yüzlerce kişi, uçağa binmek için bekledik.
Beraberimdeki yakınlarım “Böyle rezalet olur mu?” diye söylenmeye başlayınca dayanamadım, müdahale ettim:
- İnsaf edin… Bodrum’a eskiden gitmek için uçak mı vardı ki? Üstelik İstanbul’daki iki havaalanından evinize yakın olan birini seçebiliyorsunuz şimdi. Bodrum’da da bir hava alanı var ayrıca…
Benim bu itirazım, bazılarının insaf duygularını harekete geçirmiş olacak ki, onlar da eski Bodrum yolculuklarını hatırladılar…
- Doğru söylüyorsun. Benzin olmadığı için karaborsadan bulabildiğimiz benzinleri bidona doldurarak bagajlarımıza atar, öyle yola çıkardık. Bazıları akaryakıt pahalı diyor şimdi. Ama en pahalı malın, olmayan mal olduğunu yaşayarak öğrendik.
Sen bunu oto san
“Bu sefer Cumhuriyet kazanacak” vurgulu gazete reklamları ile seçmenlerine mesaj veren CHP’nin geri tepmeli siyasi silahlardan kaçınması gerektiğini bu vesile ile yine hatırlatmalıyız. Çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın da söylediği gibi, “Toplumu bilinçlendirmek, dolmayı pirinçlendirmeye hiç benzemez.”
Bu açıdan bakarsanız, “cumhuriyet”in alternatifi “monarşi”dir ya da “padişahlık”tır. Mesela İran bir “cumhuriyet”tir ve “şeriat devleti”dir. Saddam rejimi uygulamaları açısından Sünnilerin egemen olduğu ve Şiilerin bastırıldığı bir “laik cumhuriyet”ti. İngiltere cumhuriyet değildir; üstelik Kraliçe İngiliz Kilisesi’nin de Başkanıdır.
Küçük ayrıntılar
Toplumu bu gibi “ayrıntılar” konusunda hiç eğitmeden, kazanmanız mümkün olmayan her seçimi baş örtüsüne dayalı ve şeriat tehlikesi içerikli bir “rejim kavgası”na dönüştürürseniz, sizin sloganlarınızı Bodrum plajlarının selülitli ve selülitsiz kalçaları geri plana iter.
Türkiye’de kadınların görüntüsünün Suudi Arabistan’dakine veya İran’dakine benzemesini tabii ki istemiyoruz. Ayrıca “tesettür”, elbet bazı kadınların bireysel tercihi değildir. Çünkü din bireysel bir olgu değil sosyal bir kurumdur. İslam da Türk toplumunun ve kültürünün temel bir öğesidir.
Yani “Cumhuriyet kazanacak” yerine “Demokrasi kazanacak” deseniz ve bu arada kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, töre cinayetleri, kadına dayak ve kadın eğitimi gibi konularda sloganlar üretseniz, bunu toplum algılar ve seçim laikçiler ile şeriatçılar arasındaki bir karşılaşma olmadığı için, başı örtülü kadınlar ve onların erkekleri de size oy verebilir.
Bu tür haberlere bir örneği önceki günkü Akşam’dan verebiliriz. Haberi hatırlayalım:
- Hande Yener, popçu Serdar Ortaç’la Demet Akalın’ı hedef alan, “Onlar bakkal tarzı, bayağı bir müzik yapıyorlar” sözleriyle ortalığı karıştırdı. Serdar Ortaç, bu yoruma, “Ben 18 yaşında Marmaris’te DJ’lik yaparken o günün piyasasının hitlerine bakkal şarkılar derdik. Ben eğer bakkal yapıyorsam bununla gurur duyarım. Bakkal toplumun her köşesine hitap eden müzik türüne denir” sözleriyle cevap verdi. Yener’in, ‘Onlar bakkal şarkısı yapıyorlar’ sözleri İstanbul Bakkallar Odası’nı da harekete geçirdi. Oda Başkanı İsmail Keskin, “Bakkal amcalar, baba yarısıdır. Hande Yener bu sözleriyle bakkalları basit görmüş, küçük düşürmüştür. Hem kendisine manevi tazminat davası açacağız hem de onu boykot edip, albümlerini almayacağız” dedi.
Hacı Arif Bey Bu haberi okurken, kendinizi yağlı güreşe çıkmış
bir pehlivan gibi hissetmiyor musunuz?
- Acaba neresinden tutarsam, elim kaymaz?
Şu haberin kıspetini bir yakalayabilsem, elimi geçirebilirim, diye düşünmüyor musunuz?
Hande Yener “Bakkal tarzı” diyerek, müzik dünyasındaki bizim bilmediğimiz bir kavramı seslendirmiş. Serdar Ortaç da “Ben eğer bakkal yapıyorsam bununla gurur duyarım” diyerek bu kavramın varlığını doğrulamış.
Buna göre “bakkal, toplumun her köşesine hitap eden müzik türü”ymüş.
Aslında bu tablo, devlette diplomat ve asker olarak görev yapan insanların içinde bulundukları dramatik ikilemleri yansıtıyor.
Düşünün ki Dışişleri’nde en üst makamlara gelmişsiniz. Gerek Türk-Amerikan ittifakının, gerekse Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin gelişmesini, mesleğinizin ana misyonu olarak benimsemişsiniz. Hükümetler değişmiş ama siz bu misyonu hiç aksatmadan, siyaset üstü bir “devlet politikası” biçiminde yarınlara taşımışsınız.
NATO generali
Siyasetçiler “Çekiç Güç”e takmışlar. Siz onları, “Çekiç Güç olmazsa olmaz”a ikna etmişsiniz. Siyasetçiler bazen Amerika’ya, bazen Avrupa’ya kızmışlar. Siz “devlet sorumluluğunun gereği” olarak, onlara Türk dış politikasının değişmezliklerini anlatmışsınız.
Aynı şekilde orduda muvazzaf olarak görev yaparken, “NATO generali” kimliğini hep ön planda tutmuşsunuz. Stratejiler belirlenirken, silahlar alınırken, eğitim metotları benimsenirken, hep “Amerikan modeli”ni vurgulamışsınız.
Siyasetçiler ikili ve çoklu ittifaklara aykırı kararlar almasın diye, onlara sürekli brifingler verip uyarmışsınız. Muvazzaflığınız döneminde ağzınızdan hiç
Hukuk eğitimi görüp de, bunun pratiğini yapmayan bu satırların yazarı gibi kişilerin “genel hukuk kültürü”nde, anayasalar “yumuşak” ve “katı” diye iki kategoride ele alınabilir.
Yumuşak anayasalar (Flexible), her dönemde, kolayca değiştirilebilir. Katı anayasalar (Rigid) ise, zor yöntemlerle değiştirilebilir.
Bir anayasayı “katı” yapmanın yolları ise sayısızdır. Örneğin anayasa değişikliğine ilişkin şu kurallar da anayasaları katılaştırır: Üye tamsayısının salt çoğunluğu kuralı/ Nitelikli çoğunluk kuralı/ Halkoylaması şartı/ Değiştirilemeyecek maddelerin varlığı v.b.
Bunlar gibi mesela belirli süre ve dönemlerde anayasaların değiştirilmesinin yasaklanması da “katılık” sağlar. Örneğin 1975 Yunan Anayasası’nın da ilk beş yıl içinde değiştirilmesi yasaktı. Veya 1958 Fransız Anayasası cumhurbaşkanına vekâlet edildiği dönemlerde Anayasanın değiştirilmesini yasaklamaktadır. Bazı anayasalar da (1978 İspanyol Anayasası; 1976 Portekiz Anayasası gibi) savaş, sıkıyönetim ve olağanüstü hâl durumlarında anayasanın değiştirilmesini yasaklamaktadır
Yumuşak olanlar
Uludağ Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kemal Gözler,
- Yok birbirimizden farkımız. Ama biz Osmanlı Bankasıyız…
Şu seçim döneminde yarışan siyasi partiler bu reklamın söylemini aynen tekrarlasalar, seçmen de “Acaba bunların birbirlerinden farkı ne?” diye araştırmak durumunda kalmazdı.
“Türkiye gerçeği” ve “dış konjonktür” ışığında siyasi partilerimizi sağ-sol gibi ayırımlara vurup sınıflandırmak yerine “iktidardaki partiler” ve “muhalefetteki partiler” diye kategorize etsek, en doğru tabloya ulaşırız.
Muhalefetteki partinin her konuda her şeyi söyleyip, vaatlerde bulunması mümkündür. Muhalefetteki partinin sözcüsü Öcalan’ı asabilir, Irak’a girebilir, ABD ile savaşabilir, mazotu 1 liraya, benzini 50 kuruşa satabilir, üniversiteye sınavsız girişi ve hatta sınavsız üniversite diplomasını da gerçekleştirebilir.
Hep o şarkı
İktidar olan partinin ise, iç ve dış konjonktürün koşullarını içeren yumurta sepeti yüklenir sırtına.