Eşek çok iyi kulis yapmış ve seçimi kazanmış. Ancak sonuca kendisi de inanamamış. Bunca yırtıcı, vahşi, güçlü hayvanın arasından sıyrılıp “Ormanlar Kralı” olmasını, kendisi de yadırgamış.
Seçimin ertesi günü, ormanda gezintiye çıkmış. Bu arada “gerçekten kral seçildim mi, yoksa bu bir rüya mıydı” şeklindeki kuşkusunu da gidermeyi amaçlıyormuş.
Ağaçların arasına ilerlerken, ilerideki bir ağacın altında uyuklayan bir kurt görmüş. Kurdun yanına yaklaşmadan anırmış. Eşeğin anırmasını duyan kurt fırlamış, sonra yere kapanıp “Kralımıza saygılar sunarım” diye ulumuş.
Eşeğe hafif güven gelmiş. Yürümeye devam etmiş. Karşısına çıkan her hayvana anırarak sesleniyor, onlar da yere kapanarak “Kralımıza saygılar sunarız” diyorlarmış..
Biraz sonra bir başka ağacın altında uyuyan aslanı görmüş. Yanına gidip, uyuyan aslanın kulağına eğilmiş, anırmış. Aslan sıçrayıp gözlerini açmış. Sonra bir pençe atıp eşeği öldürmüş.
Kıssadan hisse- Meğer aslanın yeni kral seçiminden haberi yokmuş.
Zalim yönetim
Bu seçim kampanyasında parti sözcülerinin söylediklerini, propaganda yöntemlerini, kullanılan sloganları alın ve bunları 1950’lerin, 1960’ların seçim kampanyalarına taşıyın, şaşırırsınız. Bunları, geçmişin seçmenleri hiç yadırgamazlardı.
- Vatanı sattınız!
- Bütünlüğümüz ve rejimimiz tehlikede!
- Birkaç kişiyi sallandırsak her şey değişir!
- İç ve dış düşmanlar bizi kuşattı!
Ankara Atatürk Lisesi’nde bir edebiyat hocamız vardı. Aruzla şiir yazardı. Fakat bu şiirlerinde mesela “tayyare” kelimesini kullanınca, çağdaş şiir yazdığını düşünürdü.
Bunun gibi, ha köy kahvesinde seçmene hitap etmişsiniz, ha televizyonda konuşmuşsunuz. Söyledikleriniz eski oldukça, kullandığınız kitleye ulaşma yönteminin değişmesi ne anlam ifade eder ki?
Ben ise, o seçimlerden kalma bir anekdotu hatırlayanlardanım.
Çetin Altan miting meydanında konuşurken, seçmen topluluğunu uyarıyor:
- Oylarınızı kullanırken dikkatli olun, dünya çok değişti, ülkeleri yönetmek çok zorlaştı. Geçenlerde Sovyet semalarından Alaska’ya uçan yaban kazları, Amerikan radarlarında savaş uçakları gibi görünmüş. Amerikalılar tam nükleer başlıklı füzeleri Sovyetlere göndereceklerken, ABD başkanı ile Sovyet lideri kırmızı telefonda konuşup, 3’üncü dünya savaşını önlemişler. Seçeceğiniz kişiler çok bilgili çok dirayetli olmalı. Dünya çok değişti…
Çetin Altan’ın bu sözleri meydandaki kalabalıktan müthiş bir alkış tufanı gelmesine neden oluyor. Alkışlar dinmiyor.
Çetin Altan şaşkın… Kitlenin bu konuşmayı neden böyle coşku içinde karşıladığını anlamaya çalışıyor. Birazdan da anlıyor. Kürsünün arkasına gelenler, onun omzunu sıvazlayıp, “Bravo, çok cesursunuz. Başbakana açık açık kaz dediniz” diyorlar.
Ya inanmıyorlarsa?
-Dünyada çok seviliyor, övülüyorsunuz, dedim.
Güldü,
-Siz bir de Rus halkına sorun beni. Kendi ülkemde en nefret edilen adam benim, diye cevap verdi.
Hülya Avşar’ın kendi dergisinde kendisi hakkında yazdıklarını okuyunca, “Gorbaçev Sendromu”nun evrensel olduğunu düşündüm.
Avşar, önce kendini kendi açısından değerlendirmiş.:
“Selüliti olmayan, proporsiyonu düzgün, sporcu, zayıf ve çok güzelim/ Dünyada bile kendimden güzel bir ünlü göremiyorum/ 43 yaşında en dişi çağımdayım, üstelik kafam çalışıyor/ İş kadını ve anneyim/ Okulum var, vergimi veriyorum/ Uluslararası ödüle sahip tek oyuncuyum/ Sosyal, toplumsal çalışmalarım var/ İki köpeğim, bir kedim var/ Kahve severim, omuzlarımda gamzelerim var/ Gözlerim çok güzel ve güzel bakarım”
Kendi vatanında
Sonra da
Aslında siz de biliyorsunuz ki, hem demokrasinin hem de siyasetçilerin toplum katındaki itibarını düşüren en büyük etken, seçim kazanmak için üretilen bu vaatlerdir. Örneğin Erbakan “Biz iktidar olursak üniversite rektörleri başı örtülü genç kızların önünde selama duracak” dediği için, Türk siyaseti başörtüsüne dolaşmıştır. Örneğin Demirel “İktidar olursak emeklilik yaşını düşüreceğiz” dediği ve üstelik bunu yaptığı için, Türk sosyal güvenlik sistemi, iflas etmiştir.
Bu örnekleri hatırlarsanız, seçim kampanyasında seslendireceğiniz vaatleri listelemekte zorlanırsınız. Hem sorumluluk duygunuz, hem de sonra içine düşeceğiniz mahcubiyet ortamı ihtimali sizi dizginler.
İran bile yapamadı
“Üniversiteye giriş sınavsız olacak” demeyi tasarlarken, üniversitelerdeki sayılarla, lise mezunu gençlerin sayılarını karşılaştırır ve “Bunu vaat edemem” dersiniz.
“Biz iktidar olursak tek taraflı kararımızla Irak sınırını geçeriz” demeyi tasarlarken, Irak’ın ve Ortadoğu’nun durumunu düşünür ve “Ülkemin başını belaya sokmayı mı vaat edeceğim” diyerek, bu vaatten de vazgeçersiniz.
“AB’ye rest çekeceğiz”, “NATO’dan çıkacağız”, “IMF ile ipleri kopartacağız”
Evlilik süresi 6 ila 10 yıl arasındayken boşanma oranı yüzde 21.8 , 11 ila 15 yıl arasındayken de bu oran yüzde 13.5 olarak gerçekleşiyormuş. 16 yılı aşan evliliklerdeki boşanma oranı ise yüzde 22.1 olarak saptanmış.
Açıkçası bu bulgular şaşırtıcı değil.
Evli olanlar bilir. İkisi de ayrı dünyalardan gelen ve farklı kişilik sahibi olan kadın ile erkeğin evlilikteki ilk dönemleri, karşılarındakinin kişiliğini yontup kendisine benzetme çabası içinde geçer. İncir kabuğunu doldurmayacak nedenlerden çıkan karı koca kavgalarının özünde, bu yontma çabası vardır.
Bu ilk dönemi ya da ilk 5 yılı atlatınca, iki taraf da, karşılarındakini olabildiğince kabullenir.
Akıl ve mantık
Akıllı ve mantıklı evliler, eşlerinin olumlu buldukları yanlarını ön plana çıkartır. Örneğin pasaklı ama iyi yemek yapan kadının kocası, hanımının mutfaktaki başarısını görür pasaklılığını görmezden gelir. Hasis ama şefkatli kocanın karısı eşinin eli sıkılığını değil, şefkatini ön plana çıkartır.
Köylülükte bırakın saati ve dakikayı, yılların bile ve fazla anlamı yoktur. Çünkü doğa, Saatli Maarif Takvimi yapraklarındaki bilgiler gibi, kendini tekrarlar. Yazın geleceği ilkbahardan, kışın geleceği de sonbahardan bellidir.Günlük yaşam, gündoğumu ile günbatımı arasında, mevsimlere göre uyarlanan bir tek düzelik içinde sürer gider. Hayat doğum ile ölüm ve ekim ile hasat arasındaki bir süreçtir.
Kentlilikte ise, doğa da zaman da insana uymuştur. İnsanların kollarında da, meydanlarda da saatler vardır. Kişiye övgü “Çok dakik bir insandır” diye düzülür.Dünya kentlerini, saat dilimi farkları birbirlerinden ayırır.
Bazı toplumlar önce sanayi, sonra da hizmetler sektörünün ekonomilerinde ağırlık kazanmasına rağmen, köylülükten pek sıyrılamazlar. Köylüler kentli olurken kentler de köy-kente dönüşür. Siyaset “zaman” öğesini pek önemsemez. Örneğin bir kamu kurumunun baraj yapması önemsenir ama bu barajın yapım süresinin ne olacağına pek bakılmaz.
Dünyadaki diğer ülkelerin 10 yılda elde ettiği başarıları o ülkenin 70 yılda elde etmesi, “Biz de çağdaş uygarlık düzeyine ulaştık” diye kutlanır.
İçe dönüklük
Köylülük, içe dönüklüğü ve dış dünyadaki gelişmelerin gecikmeli algılanmasını da içerir.
Küçük Prens adama “Bu yıldızları deftere yazınca ne oluyor?” diye sorar ve şu cevabı alır:
- Yıldızları deftere yazınca onlar benim oluyor!
Turgut Özal’ın “serbest kur”u ve daha sonra “konvertibilite”yi getirmesine kadar, bizim Merkez Bankası’nın odalarında da, doların, sterlinin, frankın değerini Ankara’da belirleyeceklerini sanan bürokratlar harıl harıl çalışırlardı.
Bunun sonucunda, TL’nin “resmi değer”i ile “gerçek kur” bir türlü buluşamazlardı.
Buna benzer durumları bazen ulusal yargımızın kararlarında da görmüyor muyuz?
Örneğin son olarak Yargıtay 4'üncü Ceza Dairesi Fener Patrikhanesi'nin İstanbul'daki Bulgar Sen Stefan Kilisesi papazını papazlıktan atma kararını onaylarken, Patrikhane'nin böyle bir yetkisi olmasına itiraz edip, bu arada "ekümenik" tartışmasını da karara bağlamış. Özetle şöyle denilmiş:
Vatikan susarken