Türkiye’nin eline inanılmaz bir fırsat geçmiş durumda.
Eğer bu fırsat iyi kullanılabilirse, ülkenin önü açılacak, insanlarımız rahatlayacak, zenginleşecek ve Türkiye bölgenin gerçek lideri konumuna girecek.
Bu açılımı AKP gerçekleştiriyor diyerek karşı çıkmak, bu ülkeye ihanet etmek olur.
AKP’nin bir çok politikasını ben de sevmiyorum.
TBMM salı günü Türkiye’nin en önemli, en hayati sorununu ele aldı. Öylesine hayati bir sorun ki, çözümlenebildiği taktirde, ülkenin önü açılacak, insanları zenginleşecek ve barışa kavuşacaklardı.
Ne yazık ki, TBMM’de yaşananlar, böylesine önemli bir ortama uygun değildi.
Elimizi ayağımızı bağlayan teröre karşı ortak bir tavır alması gereken mecliste, mahalle kavgası gibi bir manzara vardı.
Çok üzücü manzaralar yaşandı.
Başbakan’ın son TRT söyleşisi, ben dahil herhalde nice gazetecinin ağzının sularını akıtmıştır.
Fehmi Koru, Derya Sazak, Prof. Mustafa Erdoğan, Prof. Fuat Keyman`ın soruları ve söyleşinin genel havası da çok güzeldi. Kimse aksini söyleyemez, her soruyu da sordular. Başbakan’a şirin görünme telaşları olmadığı gibi, hiçbiri lafını da gevelemedi. Her biri tebriği haketti.
Başbakan da çok ilginç bir performans sergiledi. Verdiği her yanıt manşetlikti. Tabii, özellikle TSK ile ilişkiler hakkındaki söyledikleri , sivil iktidar - asker ilişkilerinde bir yol ayrımının perçinlenmesi gibiydi.
Herşey, 27 nisan 2007 gecesi Genelkurmay’ın internet sitesine konan ve AKP’ye oy verilmemesini isteyen elektronik mesajla başladı.
İktidarların bazıları çok şanssızdır.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar başarılı kararlar alırlarsa alsınlar, toplumlara yaranamazlar. Bazıları da Uluslararası konjontürün kurbanı olurlar. Ne kadar parlak politika üretirlerse üretsinler, Uluslarası gelişmeler önlerini kapar.
Erdoğan, neresinden bakarsanız bakın, şanslıların başında geliyor.
İçerde ve dışardaki konjonktür, ona yardımcı oluyor.
Sevgili okurlarım, kelimenin tam anlamıyla bir insanlık suçu ile karşı karşıya kaldık. Bu suçu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti işledi..
Yazarken bile sinirleniyorum.
İster katil, ister hırsız olsun. İnsan insandır ve suçu ne olursa olsun Devlet onun sağlığını korumak zorundadır. Oysa bakın, Güler Zere’nin başına neler geldi. Milliyet’te hafta içindeki haber içler acısıydı:
“
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde son derece ilginç gelişmeler yaşanıyor. Aslında sadece AB ile değil, Türkiye’nin dış ilişkilerinde genel olarak, bir kabuk değiştirme denemesi ile karşı karşıyayız. Ben bunu “Türkiye’nin batıdan ayrılıp, doğuya kayması” olarak nitelemiyorum. Başbakanı da, “Hayır, yön değiştirmiyoruz. Olması gerekeni yapıyoruz” diyor. Ne denirse densin, ortada açıkça yaşanan bir değişim var.
Ne demek istediğimi, örnekleyerek anlatmam daha kolay olacak.
Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin dış ilişkileri tek yönlüydü.
Batı kampındaydık ve bizimle birlikte olanlara müttefik adı takmıştık. Müttefiklerimizle ilişkilerimizde genel olarak sorun çıkarılmazdı. Karşı cephedekiler ise Komünist kampın üyeleriydiler. Onlara düşman muamelesi yapılırdı.
Dünkü yazımda sizlere, İstanbul’da American University ve Atlantic Counsel’ın birlikte düzenledikleri Türk- Kuzey Irak yakınlaşmasını konu alan konferansından söz etmiştim. Bu konferanstaki atmosferi anlatmış ve Kuzey Irak Kürtlerinin, Türkiye’den beklentilerine değinmiştim.
Gerçekten de, çok farklı sözler duyduk. Konferansa katılanların duyarlıklarını anladık. Ancak, madalyonun bir de öbür yanı var. Ben hem konferans sırasında bu konuya değindim, hem de burada açıkça anlatmak istiyorum.
Türkiye ile Kuzey Irak’ın birbirilerine muhtaç olduklarına inananlardanım. Kuzey Irak yarın, şu veya buradan gelen bir saldırı veya baskı ile karşı karşıya kalırsa, Türkiye’den daha etkin bir yardım eli bulamaz.
Sırtını İran’a dayayamaz. Sünni veya Şii’lerden de destek gelmez.
Keşke, Pazartesi ve Salı günleri İstanbul’da, ne yazık ki çok kısıtlı bir konferanstaki konuşmaları ülkenin hemen tamamı dinleyebilseydi.
Atlantic Council ve American University tarafından organize edilen konferansa, büyük çoğunluğu Kuzey Irak’tan gelen Kürt yönetimi yetkilileri ve daha az sayıda Türk katıldı. Konu, Türkiye ile Irak Kürtleri arasındaki ilişkilerin bundan böyle nasıl gelişeceği idi.
David L. Phillips’in gerçekleştirdiği bu toplantının en ilginç yanı, Kuzey Irak’tan gelen üst düzey yetkililerin bizlere anlattıklarıydı. Onları dinledikçe, uzun yıllar boyunca birbirimizi nasıl tersten okuduğumuzu çok daha iyi anladım. Daha da önemlisi, Türkiye ile Kuzey Irak Kürtlerinin sonunda gerçek kimliklerini bulduklarını gördüm.
Kuzey Irak Kürtleri, çok açık ve seçik şekilde, bölgede güvenebilecekleri, bir felaket durumunda sırtlarını dayayabilecekleri tek ülkenin Türkiye olduğunu anlattılar.