Her şey iyi hoş da, şu domuz gribine karşı dün başlatılan aşı kampanyasını engellemek için yapılanlar, artık -özür dilerim- kabak tadı verdi.
Muhalefetin eleştiri hakkı vardır. İktidarları uyarmak ve toplumu aydınlatmak da görevleridir. Ancak bu kampanya öyle bir hal aldı ki, artık halkın sağlığını tehdit eder bir noktaya geldi.Yeni bir ölüm haberinin daha duyulduğu şu günlerde, ne yapıp edip bu sorumsuzluktan vaz geçilmesi gereği ön plana çıktı.
Bu ülkenin koskoca bir Sağlık Bakanlığı var. Kimi zaman hataları olmuşsa da, tüm uzmanlarının ısrarla bize anlattıklarına kulak vermeyecek ve güvenmeyeceğiz de, neye ve kime güveneceğiz?
Dünya’nın en büyük ve en önemli kurumu sayılan Dünya Sağlık Teşkilatının bu aşının mutlaka kullanılması gerektiğine dair tavsiyelerine inanmayacağız da, kime ve neye inanacağız?
Bizler istediğimiz kadar¸ Kürt Açılımı’nın sekteye uğradığını, bir süre için ertelendiğini yazıp çizelim, tam aksine, açılımın diğer uzantıları hızla ilerliyor.
Dün Türkiye’nin iki bakanı, Kuzey Irak Kürdistanı bölgesindeydi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Sanayi Ve Ticaret Bakanı Çağlayan, Erbil’e bir ziyarette bulundular. Kuzey Irak Kürdistanı Başkanı Mesut Barzani ile görüştüler. Ardından da, bölgenin başkenti sayılan Erbil’de bir Türk Başkonsolosluğu açtılar.
Irak Kürdistanı bağımsız bir devlet değil. Ancak Irak’ın içinde farklı bir statüye sahip. Kendi kendini yönetiyor. Kendi parlamentosu, kendi polisi ve askeri var. Irak’ın toprak bütünlüğünü kabul ediyor, ancak otonom hareket ediyor.
Türkiye bugüne kadar, Kürdistan yönetimini, PKK’ya karşı mücadele etmediklerinden dolayı, görmezden gelirdi. Resmi hiçbir temas yapılmazdı.
Her şey önce Davos’ta başlamıştı.
Başbakan Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile katıldığı toplantıdaki, ünlü “one minute” çıkışı herkesi şaşırtmıştı. Zira Türkiye’den ilk defa böylesine farklı bir tepki görülüyordu.
Erdoğan, hem kendi kamu oyunda, hem de Arap dünyasında alkış toplamıştı. Ancak Başbakan, aldığı tüm alkış ve övgüye rağmen, Davos krizini kısa sürede söndürmesini bildi. Olayın üstünde çok durmadı. Davos fatihi muamelesi yapılmasına izin vermedi.
İsrail de olayı germedi.
Kamuoyunda son derece ilginç bir hava esmeye başladı.
Aralarında, Türk Silahlı Kuvvetlerine hayat boyu destek vermiş, İrtica ’ya karşı mücadelenin en önemli unsuru olarak gören önemli yazarlar, makale veya TV’lerdeki açık oturumlardaki konuşmalarını incelediğinizde, ilk defa havanın dönmeye başladığını görüyorsunuz.
Ağırlıklı olarak genel izlenim, “AKP ve Fetullah Gülen Cemaatini yok etme” diye adlandırılan ve resmi adıyla “İrtica ile mücadele planı”nın doğru olup olmadığı ve gerçekten doğru ise, sorumlulukların mutlaka cezalandırılması şeklinde. Eskiden, TSK ’yı koruyup kollayan nice gazeteci veya düşünürün bugün “İrtica ile böyle mücadele edilmez. Askerin işi oraya buraya silah sokarak komplo kurmak değildir.” der oldular. Bu gurubun beklentisi, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un biran önce ortaya çıkması ve gerçekleri bu topluma anlatıp sorumluları açıklamasıdır.
Buna karşı, sayıları az dahi olsa, bazı yazar ve siyasi çevre ise, bu belgenin sahte olduğunu veya büyük bir komplo ile karşı karşıya bulunulduğunu belirtiyorlar.
Ben, gelişmelerden son derece rahatsızım. Bir şeyler bilip de saklamıyorum. Lafı ağzımda gevelemeye de çalışmıyorum.
Ortada, bir an önce açıklığa kavuşturulması gereken bir iddia var. Şu soruların da yanıt bulması gerekiyor:
BAŞBUĞ’U İSTİFAYA MI ZORLUYORLAR?
Org. Başbuğ, yakın tarihin en talihsiz Genelkurmay Başkanlarından biri oldu. Tanıdığım Başbuğ’un böyle bir plan hazırlanmasını isteyeceğine de , göz yumabileceğine de ihtimal dahi veremiyorum.
Ben hala bu gelişmenin Başbuğ’un dışında, ondan habersiz geliştiğini veya belgenin tümüyle büyük bir dış komplo olabileceğine inanmak istiyorum.
Ben, Geri Dönüş Projesinin bu kadar çabuk ve sert tepkiyle karşılaşacağını beklemiyordum. Bu gösteri senaryosunu kim hazırladıysa, yani PKK veya DTP, özellikle ikinci gün, kamuoyundan gelen mesajları doğru dürüst algılayabilmiş ve değerlendirebilmiş olsalardı, süreç böylesine duraklamazdı.
Gelinilen bu noktadan, hem DTP, hem de PKK sorumludur.
Yapılan gösterileri, Güneydoğu halkının barış şenliği olarak niteleyip, üstüne bir de miting yapmasalardı, bugün farklı bir noktada olabilirdik.
Dikkat edecek olursak, ilk gün sorun çıkmadı. İkinci ve üçüncü günlerde, gösterilerin boyutları genişledikçe tepkiler de arttı. Hele ardından, Ankara’ya yürüyüş ve TBMM’ne mektup verme eylemlerinin gerçekleştirileceği, Brüksel’den gelecek olan guruplar için de aynı törenlerin düzenleneceği haberleri arttıkça, olaylar büyüdü.
Yıllardan beri yanıp tutuşuyoruz.
Kürt sorunu nedeniyle alevlenen PKK teröründen nasıl kurtulabileceğimizi tartışıyor, ancak bir sonuç alamıyorduk. Ya kendi içimizde anlaşamıyor veya dış güçler ve gelişmeler terör örgütünün yaşamını kolaylaştırıyordu.
Yakın tarihimizde ilk defa her şey istediğimiz gibi oldu.
İlk defa, Çankaya, MİT, Asker, İktidar ve TBMM aynı görüşleri paylaşmasalar bile, bir çözümün kaçınılmazlığını gören ve destek veren kişilerden oluşuyor.
Son günlerde yaşananlar bazı çevreleri çok rahatsız ediyor.
Türkiye’nin felakete doğru yol aldığını, PKK’nın ülkeyi teslim aldığını, zafer gösterileri yaptıklarını ileri süren bir kesim var.
TV’lerdeki görüntüler bu şekilde yorumlanabilir... Ancak bu yorum şekli hem çok haksızlık, hem de kendi kendimize eziyet etmektir.
Sadece bir ar için düşünelim: