EN BÜYÜK UTANCIMIZ
Bu haftayı Türk yakın tarihinin en büyük ayıbını anarak geçirdik. Başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Partili bakanlardan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın 27 Mayıs ihtilalcileri tarafından idam edilmelerinin 49'uncu yıl dönümüydü.
O günleri yaşamış bir insanım.
O günlerde 27 Mayıs İhtilalini heyecanla desteklemiştim. Ardından idamlarla birlikte nevrim döndü ve yapılanlardan iğrendim.
Bu üç insanın idamına bugün isimlerini dahi bilmediğimiz bir grup teğmen yüzbaşı-albay karar verdi. Milli Birlik Komitesi'ne baskı yaptılar ve yangından mal kaçırır gibi bu üç kişiyi astılar. Belki o gün vatana sevgilerini böyle gösterdiklerini sanıyorlardı. Oysa bugün hayatta kalanları herhalde utançlarından sokaklara çıkamıyor, kimselerle konuşamıyordur.
Hepimiz bu büyük ayıbı daha uzun zaman yaşayacağız. Onlardan ne kadar af dilesek de kendimizi affettiremeyeceğiz.
NİYE YUNAN ADALARINI KISKANIYORUM...
Yıllar boyunca Yunan adalarını uzaktan seyrettik. Bizim için düşmanın bağrımıza batırdığı bıçak gibiydiler. Tek ilgimiz "Silahlanıyorlar mı?", "Havaalanı var mı?", "Kıta sahanlığı olur mu?" sorularına yanıt aramakla sınırlıydı.
Kürt sorunu son derece önemli bir sürece giriyor.
PKK, tek taraflı bir ateş-kes ilan etti.
Buna rağmen kahpece vuruyorlar. İşte Hakkari’deki son olay bunun en tipik örneği. En masum insanları öldürüyorlar ve bunun adına da “ateşkes” diyorlar. Bu sözde ateşkes de 20 Eylül’de bitecek. Hakkari olayı sanki 20 Eylül sonrasında yaşanabileceklere bir imada buluyormuş gibi. Yani bu tarihten sonra göreceksiniz neler olacakmış der gibi davranıyorlar.
Kısacası 20 Eylül’den sonra yine eskisi gibi çılgın bir cinayetler dönemine mi girilecek, yoksa silahlar susturulabilecek mi?
Yani,
Hrant Dink cinayeti bu ülkenin ayıbıdır, yüzkarasıdır.
Göz göre göre öldürüldü.
Polis öldürüleceğini öğrenmişti, biliyordu ve hiçbir önlem almadı. Sırf Ermeni asıllı olduğu ve bir kesimimizin duymaktan hoşlanmadığımız sözler sarf ettiğinden dolayı katledildi.
Devlet, Dink’e daha önceden takmıştı. Sarf ettiği bazı sözlerin “Türklüğe hakaret” olduğunu ileri süren savcılar, ünlü 301’inci maddeden dava açtılar.
Şimdi sıkı durun: Mahkeme Dink’i beraat ettirdi. Bu cezayı kim tersine çevirdi biliyor musunuz: Yargıtay.
Yargıtay, mahkemenin kararını değiştirip “Türklüğe hakaret” unsuru olduğunu belirtti ve mahkum olmasını sağladı.
Ne garip bir tutum değil mi?
Kim ne derse desin, zafer kazanmak herkesin hoşuna gider. Hele bu zafer siyaset alanında sağlanır ve sonuç çok ezici olursa, ister istemez insanın başını döndürebilir. Siz soğukkanlı davranmaya çalışsanız dahi, etrafınızdakiler size öyle bir gaz verirler, öylesine pompalarlar ki, dengeleriniz sarsılabilir.
Çok sert bir kampanya yaşandı.
İktidar ile muhalefet arasındaki tüm köprüler atıldı.
Neredeyse, birbirlerinin elini sıkamayacak bir noktaya geldiler.
Çok sert bir referandum tartışması yaşadık.
Olduğunca kaba, sert, sinirli ve kırıcıydı.
Muhalefet, iki açıdan yüklendi.
Biri, bu oylamayı kişiselleştirdi. Erdoğan’ın şahsına yönelik suçlamalar yaptı. Anayasa değişikliği paketine o kadar ilgi göstermedi. Bu pakete yönelik eleştirilerden çok, Başbakan’ın tutumuna saldırdı.
Yarın referandum var. Ancak ne yazık ki buna referandum dahi diyecek durumda değiliz. Muhalefet, başarılı bir şekilde olayı bir “Erdoğan’a EVET veya HAYIR” oylamasına dönüştürdü.
Anayasa değişikliği bir yana bırakıldı ve “Erdoğan’ı istiyorsanız EVET oyu verin, istemeyenler HAYIR desinler” tartışması yaşandı.
Türkiye ikiye bölündü. Zaten son anketler oylamanın baş başa gittiğini gösteriyor.
Aylardan beri yaşanan tartışma, konuyu muhalefet-iktidar kavgasının ötesine taşıyamadı.
Türkiye’nin, ABD ile ilişkilerindeki sarsıntı sadece İsrail ile ilgili değil. Bir de İran konusu var.
Ak Parti’nin tepesi ve Türk Dış Politikası'nın patron konumundaki kişi ve kişilerle yaptığım konuşmalarda, durumun vahametinin farkında olduklarını gördüm. Washington’da bazı çevrelerin oyununun bozulduğunu, kışkırtma politikasının kurbanı olunduğunu söylüyorlar, ancak eninde sonunda, Türk- ABD ilişkilerinin zedelendiğini de Kabul ediyorlar.
Bu durumun tehlikeli olduğunu kabul ettikleri gibi, özellikle Obama Yönetimi nezdinde ince ayar yapmaya devam ettiklerini de saklamıyorlar. Yani, “Kardeşim ben koskoca bir Türkiyeyim, bana kimse karışamaz. Amerika dahi olsa ben aldırmam’’ şeklinde bir yaklaşım yok.
Obama ve Hillary Clinton ile son kişisel ve telefon görüşmelerine özellikle dikkat çekip, tamiratın başladığını ve bunun özellikle Irak üzerinden gerçekleştirildiğine dikkat çekiyorlar. Yönetimin güvenini kazandıklarını ileri sürüyorlar, ancak ABD ve Avrupa’da ki güvensizliğin henüz tümüyle ortadan kaldırılamadığını da saklamıyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti'nin dış ilişkilerini yöneten üst düzey kişi ve güvenlik konularını yakından izleyen yetkililerle yaptığım konuşmanın son bölümü, PKK konusuna ayrılmıştı.
Hepimizin kafasındaki sorulara yanıt aradım.
Türkiye, İran ve İsrail ile ilişkilerde takındığı tutum nedeniyle, Washington’dan kaynaklanan bir eleştiri yağmuruna tutuldu. Erdoğan- Davutoğlu ikilisi, Türkiye’nin geleneksel dış politikasının eksenini kaydırmakla suçlandı. ABD medyasında, Türkiye’ye destek veren kimi gazete ve yazarlarından öylesine sert yorumlar, Obama yönetiminin önemli isimlerinden, katı tepkiler çıktı ki, Ankara’nın tüyleri diken diken oldu.
Böyle bir olasılıkta da ilk akla gelen, ABD ve İsrail’in Türkiye’ye bir ders vermek için kolları sıvayacaklarıydı.