Yeni bir döneme giriyoruz.
Yaz öncesinde başlayan krizli dönemde hangi aşamadayız?
Hepimizin dikkatini çekiyor.
Başbakan uzunca bir süredir, İsrail hakkında hiçbir şey söylemiyor. Bir kaç ay önceki sert sözler, şiddet ve tehdit dolu söylemler bitti. Aynı şekilde, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, karşı taraftan ters bir konuşma gelmediği sürece, sesini çıkarmıyor.
Merak ettim. Durum yatışmaya mı başladı, yoksa gerginlik sürecek mi?
Bizde de, Avrupa’da da tatil dönemi kapandı. Komisyon dükkan kepenklerini açtı. Yavaş yavaş tatil mahmurluğu da yok olacak ve önümüzdeki sezon Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, bu defa ağırlıklı olarak gündeme oturacak.
Yeni döneme girerken, geçtiğimiz sezonun dökümünü yapmakta yarar var. Önümüzdeki aylarda bizi ne bekliyor? Herkes merak içinde. Avrupa ile yolun sonuna mı yaklaşıyoruz, yoksa müzakereler taktik nedenlerle mi sürüklenerek yürüyor?
Üstelik bu yıl sonu çok kritik. Kıbrıs sorunu çözülmezse ne olacak?
Hem Ankara’da AB dosyasını yönetenler, hem de Avrupa’dan Ankara’yı izleyenlerle konuştum. Karşıma oldukça gerilimli bir manzara çıktı...
TSK, 1950’lerden başlayan ve 1990’da noktalanan soğuk savaş yıllarında, üç ayrı darbe yaparak, anayasalar hazırladı, kendine görevler edindi. Ülkenin nasıl yönetilmesinden tutun, kimler tarafından ve hangi ilkeler çerçevesinde yönetileceğini saptadı.
İşi oldukça kolaydı. Zira içerde hiçbir sivil iktidar buna itiraz etmedi, edemedi. Sivil Toplum örgütleri ayaklanmadı.
Dışarıdan da, özellikle Washington’dan hep tam destek aldı.
TSK , yıllar içinde, kendine temel üç görev alanı çizdi.
1 - Sınırları korumak ve ülkeyi savunmak. (Gerçek görevi)
2 -Laik sistemi ortadan kaldırmayı hedef alan irtica ile mücadele. (Kendi kendine biçtiği görev)
3-Toprak bütünlüğünü koruma, Kürt milliyetçiliği ve PKK terörüyle mücadele.
Bu şekilde, özellikle 1980’den itibaren, güvenlik sorunlarının çerçevesini genişlettiği gibi, güvenlik nedeniyle hemen her konuda kendini söz sahibi konumuna getirdi. Bazı alanlardaki özelleştirmelerden yabancıların gayrimenkul almalarına, siyasette nelerin konuşulup nelerin konuşulmamasına, TRT yayınlarından tüm özel haberleşme ve özel medya’nın çalışma ilkelerine kadar yüzlerce konunun, şu veya bu şekilde “Askere Sorulması Gereği” günlük hayatımıza girdi.
Dünyanın hiçbir ülkesinde siyasi iktidarla sürtüşen, medya ile kavgalı bir ordu, dışa karşı caydırıcı olamaz. Son iki yıldır yaşananlara bakarak , Türk Silahlı Kuvvetlerinin içerde ve dışarıda etkinliğini yitirmeye başladığını söylemek mümkündür.Önü alınmadığı taktirde de, ülkemiz güvenliğinin tehlikelerle karşı karşıya kalacağını bilmemiz gerekir.
TSK’nın kendi kendine, temele inen bir reform hareketi başlatması artık kaçınılmazdır.
TSK, genel yaklaşım ve tutumuna gerçekçi bir değişiklik getiremez, “Biz bugüne kadar yaptıklarımızdan, belirlediğimiz görevimizden ve ilkelerimizden vazgeçmeyiz. Sivil iktidarlar kendini düzeltsin” yaklaşımıyla yoluna devam ederse, ilerde çok daha tehlikeli sürtüşmelerle karşı karşıya kalabiliriz. O zaman da, aynı reformları siviller yapmaya kalkarlar ki, işin faturası çok daha ağır olur.
En büyük hata, iki yıldır yaşananları tümüyle bir TSK-AKP hesaplaşması gibi veya laik-dinci mücadelesi gibi görmek olur. Sürtüşmenin temelinde bu unsurların da iz düşümü var tabii, ancak asıl önemlisi TSK’nın ülke yönetimindeki yerinin yeniden düzenlenmesi ihtiyacıdır. Artık son 80 yılın yaklaşımıyla yaşanamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Askerimiz kendi kendine “Toplumun önemli bir kesimi neden bize beklediğimiz desteği vermedi ? Neden sokaklara dökülmediler?” sorunu sormalı ve yanıtını da gerçekçi şekilde araştırmalıdır.
İşte o zaman, neden böylesine derinlere inecek bir reform hareketine ihtiyaç duyulduğunu anlayacaklardır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu ülkenin göz bebeğidir. Bu sevgi ve saygının devamı da, kendilerini günün koşullarına göre yeniden gözden geçirmelerine ve ülkenin gerçeklerine uygun bir düzenleme yapmalarına bağlıdır.
Son Şura toplantısı bence asker- sivil iktidar çekişmesinin son raundu idi.
Erdoğan , iktidarı süresince asker- sivil ilişkilerinde tutumuyla çok etkili oldu , ancak son krizde en kritik rolü , Başkomutan konumundaki , Cumhurbaşkanı Gül oynadı. Başbakan Erdoğan da, sonuna kadar destek verdi.
Yaşananlara şimdi geriye dönüp baktığımda “...Başkomutan’ın, başkaldıran subaylarından intikam alışı...” diye niteleyebilirim. Genelkurmay Başkanı ile Başkomutan açıkça restleştiler, ancak sonunda kazanan Gül oldu. Başbakan bu duruşu sergilemese, Gül de istediğini elde edemezdi.
Cumhurbaşkanı, toplantılardan çok önce ilkelerini ve beklentilerini Genelkurmay Başkanı'na açıkladı. Iğsız Paşa’nın ilerde KKK’na atanmasını istemedi. Hem kendinin, hem de iktidarın , Koşaner sonrasında, Genelkurmay Başkanlığı için tercihi Necdet Özel idi.
Kendine göre birçok ilkeli gerekçesi vardı, ancak asıl gerekçe, “Sivil iktidarların, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlarının atamalarında söz sahibi olması gerektiği, geleneklere dayandırılan atama yöntemi döneminin bittiği ...” idi.
Beklenmeyen gelişme, Iğsız’ın yerine önerilen Atilla Işık’ın “kişisel gerekçelerle” aniden istifası oldu. Bu gelişme Çankaya’da , “ TSK’ nın resti , Başbuğ’ un karşı atağı” olarak algılandı.
TSK’nın, AK Parti’ye yaklaşımını iki açıdan gözlemleyebiliriz.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yöneten komutanların büyük hatalarının, başından bu yana Ak Parti liderlerini (Erdoğan ve Gül), doğru tanıyamamaları-doğru okuyamamaları olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sadece asker değil, medyası, iş adamı, akademisyeniyle laik kesim tümüyle aynı hataya düştü.
Veya diğer açıdan da “Asker, Erdoğan’ı çok iyi okudu, teşhisini yaptı, başına gelecekleri anladı ve durdurabilmek, için savaş açtı” denilebilir.
Asker, alışkanlıklardan kaynaklanan bir nedenle, diğer başbakanlar gibi, Erdoğan’ın da kendilerine boyun eğeceğini, hiç değilse uzlaşı arayacağını sandı.
Her iki olasılıkta da (yani, ya anlamadılar veya anlayıp direnme kararı verdiler) mücadele etmeyi tercih ettiler.
Özetle, ilk günlerden itibaren, Erdoğan-Gül ikilisinin kararlılığını anlamadılar veya anlayamadılar veya önemsemediler veya ciddiye almadılar.
Ben de Bodrum’da yazlığı olanlardan biriyim ve emin olun kendimi bir yolunan bir kaz gibi görüyorum.
Biz kazlar, yılda en çok dört ayımızı geçirdiğimiz Bodrum yarımadasına, toplam milyarlarca dolarlık yüz binlerce ev yaptırdık. Kimimiz yemeden içmeden kesti, ailesini mutlu etmek için, dağ başında dahi olsa bir küçük yer edindi, kimi büyük paralar verip lüks yerler yaptırdı. Bunları yaparken de, yarımada’daki belediyeler tarafından resmen yolunduk. Kimi bin lira, kimi yüz binlerce lira.
Belediyeler, gelirlerinin büyük bölümünü üstümüzden elde etti. Durum hala da farklı değil. Bizlerin orada olması, yaz aylarında yüz binlerce kişinin oralara akmasına ve milyarlarca lira para harcamasını sağlıyor.
Bu kazların ise, istedikleri bir tek şey var: Dört ay süresince temiz bir yoldan geçmek, kesilmeyen elektrik ve toplanan çöpler...
Ergenekon davasında şu veya bu şekilde rol alan ve kendi deyimleriyle “kelle koltukta” mücadele edenlerin, şu sıralarda pekte rahat ve mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Bu davanın kendi geleceklerini yani meslek hayatlarını büyük oranda etkileyeceğini çok iyi biliyorlar ve doğrusu rahatsızlar. Zira tünelin sonunda karşılaşacakları manzara konusunda kötümserler.
Özellikle de, kamuoyunun, bu davanın çok uzaması durumunda tüm ilgisini kaybedeceği ve davanın gerçekten de bir yalan rüzgarı olduğu kanısına varabileceğinden kaygılılar.
Belki de bu kaygı ve kuşkuların da etkisiyle, Ergenekon’un operasyon süreci, olağanüstü bir durum ortaya çıkmadığı taktirde şimdilik durdurulmuş durumda. Yani, bir süre önce olduğu gibi, her soruşturmanın yeni bir soruşturmaya yol açması, ardından yeni gözaltılar ve yeni iddianameler hazırlanması süreci kesildi. Olağanüstü bir gelişme olmazsa, yeni soruşturma olmayacak. Savcılar, ellerindeki ek iddianameleri hazırlamakla yetinecek.
Peki bu davalar ne zaman biter?