Pazar günü maça gideceğim..
İnönü Stadı'na
Beşiktaş-Galatasaray maçına..
Kat kat giyineceğim..
Cebimdeki bozuk paraları tümleyeceğim..
''Çarşı''dan geçersem ''Çarşı''da,
Geçmezsem stadın orada,
Üstümdeki fazla kazağı, atkıyı, bereyi
Van depremiyle ilgili olarak şikayetler bitmiyor.
İhtiyaçların zamanında karşılanamamasından başlayıp, koordinasyon eksikliğinden tutun, hükümetin yeterli refleksi gösteremediğine kadar giden şikayetlerin hepsi doğru.
Çadır gerekiyor dendi. Gecikmesine rağmen sonunda çadırlar geldi. Ancak bu defa kar bastırdı. Dağıtılan çadırlarda barınma sorunu başladı. Deprem sonrasında karın bastırması, insanların günlük yaşamlarını daha da zorlaştırdı. Bürokrasi bir türlü organize olamadı. Belediye ile Vilayet arasındaki çekişme, işleri daha zorlaştırdı. Sonunda halk Van'dan göç etmeye yöneldi. Şikayetlerin sonu gelmedi. Hala da sürüyor. Hangi TV kanalını açsanız, ağlayan, içini döken insanlarla karşılaşıyorsunuz.
Sorarım sizlere: Bu şikayetler haklı değil mi?
Hepsi haklı. Sorarım sizlere: Böyle bir felaket ile karşı karşıya kalan ve çaresizlik içinde kıvranan bu insanlar şikayet etmeyecekler de ne yapacaklar?
Peki, bu şikayetlerin sorumlusu kim? Hükümet değil mi?
Amma gelin görün ki hükümet de eleştirilerden şikayetçi. Ellerinden geleni yapmalarına rağmen, bir türlü kimseye yaranamadıklarını söylüyorlar. Gerçekten de depremin ilk gününden itibaren, Başbakan ve bakanları Van'a adeta kamp kurdular. Belki ilk günlerde biraz geç kalındı, ancak devletin elindeki imkanların tümü seferber edildi. Yetmedi, Türkiye'nin deprem bölgesine yardım etmesi için kampanya açtırdılar. Türk toplumu da şimdiye kadar az görülmüş şekilde harekete geçti. Yardım yağdırıldı.
Peki kim haklı?
Ekonomimiz ne kadar gelişmiş olursa olsun, bölgede lafı dinlenen ülke konumuna girdiğimizi ne kadar tekrar edersek edelim, bir an geliyor ve “Şarklılığımız” hemen ortaya çıkıveriyor.
Milli Takım Teknik Direktörü Hiddink konusunda yaşadıklarımız bunun en son örneğidir.
Her başarısız teknik direktör işini kaybeder, kabul ediyorum. Ancak bizdeki kadar seviyesizce işine son verilmez. Özellikle de medya tarafından linç edilmez.
Toplum olarak başarısızlığımızın tüm faturasını hocaya çıkardık.
Sanki futbolcuların hiç hatası yokmuş, onlar birer yıldız gibi parlamışlar da Hiddink onlara yanlış taktik verdiği için oynayamamışlar gibi bir hava estiriliyor. Futbolcular konusunda kimseler ağzını açmıyor. Biri seyirciyle kavga eder, öbürü oyundan alındığı için küfür eder, başkası oynamak istemediğini açıkça belli eder. Onlara dokunulmuyor, vur abalıya Hiddink dövülüyor.
Bu topraklardan çıkarabildiğimiz futbolcu bu kadar… Sanki daha fazlası vardı da Hiddink mi göremedi?
Bu yazıyı, Maldivler dönüşü uğradığım Dubai’den yazıyorum.
Gazeteleri önüme açınca, durum çok daha netleşti. Uzaktan seyrederken aynı izlenimi alamıyorsunuz. Ne zaman ki “Körfez gazetelerini” okuyorsunuz, o zaman durumun vahameti daha iyi anlaşılıyor.
Sünni Arap dünyası kaygı içinde. İran’ ın nükleer bomba yapma yolunda attığı adımlar, buralarda uzun süredir açık bir Şii tehdit olarak görülüyor. Şu sıralarda Washington’un kışkırtmasıyla kaygılar daha da artıyor.
İki cephe kurulmuş durumda.
Şii ( İran-Suriye-Hizbullah-Hamas ) cephesi ve Sünnilerin (Suudi Arabistan-Mısır-Körfez Ülkeleri-Filistin-Ürdün) cephesi.
İran’ ın nükleer bir güç konumuna gelmesi, Sunnileri fena halde korkutuyor. İşte bu korku da ABD’nin işine yarıyor. Washington şu sıralarda hem bu zincirin en zayıf halkası sayılan Suriye’deki iktidarı değiştirmeye çalışıyor hem de Sünnileri İran’a karşı silahlandırıyor. Suriye rejimi değişirse, Hizbullah-Hamas bağlantısı daha kolay kırılacak. Bu şekilde de tek taşla iki kuş vurulacak. Bir yandan İran yalnız bırakılacak. Vurulması kolaylaşacak. Sünniler rahata kavuşacak, öte yandan da İsrail üzerindeki baskı azalacak. Ancak gelin görün ki ABD’nin bölgedeki inanırlığı en alt seviyelere inmiş durumda. Irak’tan çekilmesi dahi Washington’u kurtaramıyor. Irak’ı eskiye oranla daha da berbat bir durumda bıraktığı apaçık ortada. Buna rağmen, ABD’nin yerini doldurabilecek başkaca bir güç de yok.
Son gelişmeler, Suriye lideri Esad’ın Arap dünyasında giderek köşeye sıkıştırıldığını gösteriyor. Ancak hala yerine kimin geleceği konusunda kimsenin kesin bir fikri yok. Eğer Esad sıkı bir “U dönüşü” yapamazsa, durumu önümüzdeki aylarda daha da zorlaşacak.
TÜRKİYE’ NİN “SERT GÜCÜ” (Askeri ve ekonomik) YETERLİ DEĞİL…
BU SEYAHATİ YAPACAĞIMI TAHMİN ETMİYORDUM…
Fazla değil bu haziran ayındaki ameliyatımdan sonra bir daha ailemle uzun bir seyahat yapamayacağımı düşünmüştüm. İnsanoğlu zayıf düştü mü dünyaya bambaşka bakıyor. Hiçbir şeyin anlamı kalmadığına hükmediyor. Sonra, güçlendikçe diriliyor, eski günlere dönüyor. Ancak yine de herşeyi farklı görüyor.
Bende de aynen öyle oldu.
Ameliyat ve tedaviler sonrasında ayağa kalkıp güçlenince ilk işim, o “yapamayacağımı sandığım” seyahati gerçekleştirmek oldu.
Irak Kürdistan’ı lideri Mesud Barzani ile dün sabah uzun bir konuşma yaptık. Her zaman olduğu gibi, direkt konuştu. Bundan yıllar önce ne diyorsa, aynı tutumunu sürdürdü. Neleri yapabileceğini ve neleri yapamayacağını çok açık şekilde anlattı. Türkiye'de bazı çevreler, Barzani'ye güvenilemeyeceğini söyler. Oysa Kürt Lider şimdiye kadar ne demişse, arkasında durmuştur .
Barzani ' nin son derece önemli mesajları vardı :
1) Benim için en önemli unsur, Kürt-Türk dostluğunun zedelenmemesidir. Artık yeni bir dönem başlamıştır ve bu dostluk bozulmamalıdır. Oysa PKK, asker ve polis öldürerek bu dostluğu zedeliyor.
2) Bu sorun silahla çözülemez. Ne Türkiye ne de PKK silahla bir yere varamaz. Ben de buraya askeri operasyonların bırakılmasını istemeye geldim.
3) Biz herhangi bir askeri operasyona katılamayız.
Eski Genelkurmay Başkanı Koşaner’in internete düşen konuşmasını okuduğumdan beri bu soru beni hep düşündürüyor.
Bu konuda medya eskiden ikiye ayrılırdı.
Bir kesimi askeri destekler, hatta açık-gizli işbirliği yapar, diğer bir kesimi de korku içinde sessiz kalır veya uzaktan izlemekle yetinirdi.
Gazetecilerin genelde asker ve sivil iktidarlarla ilişkileri ve bu kesimde bıraktığı izlenim de giderek değişiyor.
Başından itibaren, Türkiye'nin Suriye politikasına akıl erdiremedim.
Bir zamanlar PKK'yı beslediğinden dolayı, Türkiye haklı olarak neredeyse Suriye ile savaşa girecekti. 1998'de Öcalan'ı ülkelerinden çıkardılar. Baba öldü ve yerine oğlu Beşar Esad geçti. Herşey değişti.
Hele 2003'ten itibaren, Ak Parti iktidarıyla birlikte, Esad ile Erdoğan yepyeni bir ilişki geliştirdiler. Türkiye açıkça Suriye'yi kucakladı.
Hatırlarsanız; vizeler kaldırıldı, ekonomik işbirliği inanılmaz rakamlara ulaştı, ortak bakanlar kurulu toplantıları yapılır oldu. Bu şekilde adeta iki ülkenin kader birliğine gittiği yorumları çıktı.