Hesap verecek kimseniz yoktur. Alacağınız kararlarla insanların ölümüne yol açmaz veya ülkenizin büyük kayıplara uğramasına neden olmazsınız.
Dün sabah Ankara’ya giderken bunları düşündüm.
Başbakan, medya sahipleri ve genel yayın yönetmenleriyle bir toplantı yaptı. Bize durumu anlattı ve medyadan beklentilerini sıraladı.
Başbakan konuşurken kendi kendime en zor soruyu sordum: “Sen Erdoğan’ın yerinde olsan, şimdi ne yapardın?”
PKK'yı anlayabilmek, stratejisini çözebilmek giderek imkansızlaşıyor.
Kandil'deki liderleri sayılan Murat Karayılan'ın Türk kamuoyuna yolladığı mesajlar başka, giderek artan kanlı eylemler ise bambaşka bir görüntü çiziyor.
Kürt ve Türk toplumları bir barışa varılmasını, artık terörden kurtulunmasını istiyor.
PKK ise tam aksine daha fazla kan döküyor. Barış istemiyormuş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin burnunu sürtmeyi daha çok tercih ediyormuş gibi bir havada davranıyor.
Cumhurbaşkanı Gül'ün Güneydoğu gezisinden sonra, sanki "Sen oralara gidersen, bak biz de oraları nasıl vururuz..." der gibi bir saldırı sergiledi.
Bu tutum bir savaş ilanıdır.
Başka türlü bir izahı olamaz.
Böyle bir durumda da iktidarda kim bulunursa bulunsun, barış veya uzlaşı kelimelerini telaffuz edemez. Bugünden itibaren devletin yapabileceği tek şey kendi kamuoyuna gücünü göstermek üzere harekete geçmesi olacaktır.
Neresinden bakarsanız ona göre bir değerlendirme yapabilirsiniz tabii ancak Filistinlilerin takasından bize düşen bölüm epey başımızı ağrıtacağa benziyor.
Bardağın dolu tarafı, Türkiye’nin bu takas konusunda ağırlığını koyduğunu ve Mısır ile birlikte önemli bir rol oynadığını gösteriyor.
Filistinlilerin Türkiye’ye yollanmasını Hamas’ın istediği anlaşılıyor. Bu da Arap dünyasının belirli bir kesiminde Ankara’ya prestij getirecektir. “Bravo Türkiye’ye” sloganları duyulacak, Erdoğan’ın posterleri sokakları süsleyecek.
Bardağın boş tarafına bakarsak; orta ve uzun vadede ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınacağını söyleyebiliriz.
Türkiye’de yaşamak sorunda bırakılacak olan Filistinlilerin sonuna kadar yıllarını burada geçireceklerini ve sakin-sessiz bir hayat süreceklerini beklememek gerekir. Hele bir süre sonra intikam hissiyle bazı eylemlere karışmaları da büyük olasılıktır.
Peki o zaman ne olacak?
Topraklarımızda Mossad ajanları cirit atmaya başlayacaktır. Filistinlileri gözetime alacaklar ve attıkları her adımın hesabını bizden soracaklardır.
İsrail ile ilişkiler daha da gerilecek. Türkiye’nin dış imajı farklılaşacak, topraklarında Filistinli gerilla besleyen ülke konumuna sokulacaktır.
Haftasonunu Hasan Cemal’ in son kitabını okuyarak geçirdim.
“Barışa Emanet Olun” (Everest yayınları), yakın tarihimizin en kanlı dönemini kapsıyor. Bizim kuşağımızın önceleri anlamak istemediği, sonra döverek yok edeceğini sandığı, ancak bir türlü ne yapacağını saptayamadığı Kürt - PKK sorununu anlatıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ nin bu sorunu çözebilmek için nereden başlayıp, bugün nereye geldiğini çok canlı şekilde ortaya koyuyor.
Benim de Kürt sorunuyla ilk tanışmam, 1966 yılında, dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in kaymakamlık döneminde yaşadığı bir anısını anlatmasıyla olmuştu.
Aman Allahım! Nasıl büyük bir keyif aldım tahmin edemezsiniz.
Çarşamba akşamı, Çırağan Oteli’nde bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Kanal D ana haberi tamamladıktan sonra koşarak otele geçtim.
Salona girdiğimde donup kaldım.
Masalarda sakin şekilde yemek yiyenlerin son derece ünlü isimler olacağını tahmin ediyordum ancak bu kadarını beklemiyorum. Şaşırdım ve heyecanlandım. Zira bunlar öyle isimlerdi ki inanamazsınız. Hepsi 45 yıllık gazetecilik hayatımın önemli bir bölümünü doldurmuştu. Yanlarına yaklaşmak dahi imkansızdı. Bir soru sorabilmek için yüzlerce gazeteci sıraya girerdik.
BU RAPOR YALAN SÖYLEMİYOR...
Avrupa Birliği her yıl, tam üyeliğe giden ülkeler için bir rapor yayınlar. Adına da “İlerleme Raporu” denir. Aday ülkenin, Demokrasi, İnsan Hakları ve Fikir ve Söz Özgürlüğü ve Ekonomik Kriterlere (ünlü Kopenhag Kriterleri) ne oranda uyum sağladığı incelenir. Daha doğrusu, bu raporlar o ülkenin içinde bulunduğu durumun bir resmini çeker.
Türkiye hakkında yıllardır, İlerleme Raporu hazırlanıyor. 27 üye ülkenin Ankara’daki temsilciliklerinden alınan bilgiler, AB’nin Ankara’daki temsilciliğinin bulgu ve değerlendirmeleri ve uluslararası kurumların yayınladıkları raporlar, Brüksel’deki AB Komisyonu uzmanları tarafından bir araya getirilerek hazırlanır.
Raporu okuyunca göreceksiniz, içindeki eleştirilerin neredeyse tamamı, Türk medyasında çıkan haber ve yorumlardan alınmıştır. Yani, bizler hangi konuda şikayet ettiysek, AB raporu da aynı konularda eleştiri getiriyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Baş Müzakereci Egemen Bağış’ın raporu reddetmeleri ve tepki göstermeleri doğaldır. Alkışlamaları beklenemezdi, ancak biraz öncekilerle karşılaştırılacak olursa, bu yılki rapor, şimdiye kadar gördüğümüz en iyi rapordur.
Eskiden ne işkenceciliğimiz kalırdı ne Kürtlere eziyetimiz... İnsan Haklarından Azınlıklara kötü muameleye kadar, yerden yere vurulurduk. Bugünkü raporda da eleştiri var, ancak temel konularda, resmin iyi tarafı da gösteriliyor.
Bu raporda yalan yok.
Kızmak yerine, eksikliklerimize bir göz atmamız çok daha yararlı olur.
MEDYA TERÖRE HİZMET Mİ EDİYOR ?
Başbakan bir süredir ısrarla medyanın terör haberlerine yer vermesine karşı çıkıyor. Medya (özellikle televizyonlara dikkat çekiyor) bu haberleri vermese veya büyütmese, devletin PKK ile mücadelesinin çok daha kolaylaşacağını belirtiyor.
Hükümet sözcüsü Arınç, terör konusu uzmanı konumundaki Atalay ve RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun’un bu konuda sayısız girişimleri olduğu gibi. Sanıyorum yakında yine yayın kuruluşlarının kapılarını çalacaklar.
Bu şikayet hiç yeni değil. Daha önceleri Genelkurmay başkanları da aynı konuda şikayetçi olurlardı. Özellikle şehit cenazelerinin ve ağlayan annelerin görüntülerinin yayınlanmasının toplumun beklentilerini kamçıladığını söyler, güvenlik kuvvetlerinin işini zorlaştırdığının altını çizerlerdi.
Gazetecilik hayatımın önemli bir bölümünü yurt dışında geçirdim. Türkiye’nin konu edildiği konferanslara, uluslararası toplantılara katıldım. 1970 ve 2000 arasındaki yıllarım bu şekilde geçti. 30 yıllık süreçte kemikleşmiş bir Türkiye imajı vardı.
- İnsanlarına işkence yapan…
- Askerin yönettiği, yarı faşist bir yönetim şeklini savunan…
- İnsan haklarını hiçe sayan…
- Çarpık bir demokrasiyle yaşayan…
- Kürt vatandaşlarına kötü muamele eden bir ülke…
Tabii bunlara bir de Kıbrıs’ı , Ege ve Ermenistan’ı eklemek gerekiyor.
Her toplantının eleştiri menüsünde bunlar vardı.