Etrafımdakileri dinliyorum ve şaşırıyorum. Aramızdaki diyaloglar, genelde hep aynı soruyla başlıyor ve şöyle gelişiyor :
- Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz böyle?
- Seni neler rahatsız ediyor?
- Baksana, şimdi de 12 Eylül ve 28 Şubat yargılanacakmış. Komutanlara sorgulanacak?
- Bu seni neden kaygılandırıyor? Normal değil mi?
- Neresi normal kardeşim, bunların amacı Atatürk'ü silmek ve bu ülkeyi din devletine dönüştürmek.
Artık bıkkınlık vermeye başlayan bir diyalog. Sanki, Atatürkçülük darbecilik demekmiş, sanki darbelerin soruşturulması ve yargılanması Atatürk'e karşı çıkmakmış gibi anlamsız bir tartışmaya giriyorsunuz.
Evet, Ak Parti iktidarı muhafazakar bir Türkiye görmek istiyor. Zaten muhafazakar olan bu toplumu daha da muhafazakarlaştırmanın sakıncaları var tabii, ancak din devleti kurmak apayrı bir şeydir. Büyük bölümümüz de aradaki büyük farkı ayırt edemiyoruz. 9 yıldır büyük çoğunlukla iktidar olan Ak Parti’nin, eğer Türkiye'yi din devletine dönüştürmek gibi bir niyeti var idiyse, artık çok geç kaldığını göremiyoruz.
Son haftalarda gazetelere düşen bazı haberleri alt alta yazdığımızda son derece garip, gereksiz, kontrol dışı olduğunu tahmin ettiğim bir süreç ile karşılaşıyoruz.
- 19 Mayıs gösterilerinin kırsal yörelerde, stadlardan okullara alınması.
Öğrencilerin kılık kıyafetleri zaten uzunca bir süredir Milli Eğitim’i rahatsız ediyordu. Şimdi buna bir de gösterilerin kısıtlanması buna eklendi. Milli Eğitim’den yapılan, ne denildği doğru dürüst anlaşılamayan ve inandırıcılığı olmayan açıklama da tam anlamıyla içler acısı. Yok öğrenciler dersten uzaklaşıyormuş, yok havalar soğukmuş. Bunun yerine, açıkça ortaya çıkıp, "1940' lardan kalma tek lidere tapınma gösterileri yerine, 19 Mayıs törenlerinin şeklini değiştirip, gençliğin daha fazla katılacağı bir şölene dönüştüreceğiz" denilse, böyle tepki çekmezlerdi. Bu yapılmayınca da MEB'nin kararı, “Kızları örtünmeye ve Atatürk'ü geri plana çekme çabası” olarak nitelendi.
- Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın, Umre'ye öğrenci götürme kararı.
Doğrusunu söyleyeyim hiç beklemiyordum. Twitter’e gireli 1 yılı biraz aştı ve bakınca 313 bin arkadaş edindiğimi gördüm. Bundan daha güzel ve heyecan verici bir şey yok. Düşünün, birçok gazeteden daha fazla tirajım var...
Kimi gerçekten beni seven, kimileri de belki sırf eleştirmek için izleyen, ancak tümü söylediklerime değer veren 313 bin takipçi... Üstelik Başbakan’ın dediği gibi “Hakara, makara yapmadan” bu rakama ulaştım.
Bazen dayanamayıp tepki göstermemem gerekenlere 1-2 defa cevap verdimse de, genelde Twitter arkadaşlarımla düzeyli bir diyaloğumuz oldu. Demek ki, küfürsüz de bu rakamlara ulaşılabiliyormuş.
Benim Cem Yılmaz, Gülben Ergen gibi starlarla yarışacak halim yok ama bakalım, ikinci yılda 500 bin rakamına ulaşabilecek miyiz?
Beni seven, güvenen tüm dostlarıma teşekkürler.
GS MAÇLARINA ARTIK KORKMADAN GİDİYORUM...
Galatasaray ikinci devre daha da dirildi. İlk devreye cılız başlamıştık. Maçlara korkarak gidiyorduk. Durum değişti, artık kazanan bir takım taraftarı olarak özgüvenle Ali Sami Yen’ e (Arena) koşuyoruz. Korkmuyoruz, aksine coşuyoruz.
Ülkemizi yönetenlerden hep şu sözleri duyarız :
- Gelin kendinizi adaletin şefkatli ellerine teslim edin...
- Burası bir hukuk devletidir. Herşeyin üstünde hukuk vardır...
- Adil yargılamadan korkmayın...
Türk kamuoyu bu sözleri dinler, ancak inanmaz. Genelde, adaletin terazisi riskli görülür. Yargının çarklarına kendini teslim eden, ne kadar haklı görülürse görülsün, sonu belirsiz bir sürece girdiğine inanır.
Bütün gözler de yargının üstünde.
Dışardan bakıldığında yargının aldığı kararlarda kesin bir sinirlilik ortamı hissediliyor. Gerilimli bir hava esiyor.
Bunu nerden çıkardığımızı soracak olursanız, herhangi gizli bir bilgiden kaynaklanmadığını, ancak kamuoyunun bir kesimindeki izlenimin böyle olduğunu söyleyebilirim.
Özellikle CHP lideri Kılıçdaroğlu hakkındaki fezleke bu sinirliliğin en somut işaretidir.
Kılıçdaroğlu, Silivri’yi ziyaret edip yargıyı etkilemekle suçlanıyor. Oysa, Silivri'de CHP'nin milletvekilleri tutuklu yatırılmaktadırlar. Bir siyasi liderin partisine mensup (Balbay ve Haberal gibi...) kişileri ziyaret etmeye hakkı yok mudur? Bir siyasi liderin yargıyı eleştirmeye hakkı yok mudur?
Sadece bu değil, Tolon'un yeniden tutuklanması olsun, Özel Yetkili Mahkemenin Başbuğ'un yargılanmasını üstüne alması da bu gerilimli havayı yaygınlaştırdı . Sanki bir mesaj verilmek isteniyormuş, bir çekişme yaşanıyormuş gibi izlenim ediniliyor.
Aslında bu kararların altında bir gözdağı verme isteği de yatmıyor mu?
Medyaya, siyasi partilere , sivil toplum örgütlerine yönelik bir gözdağından söz ediyorum.
Defalarca yazdım, yine yazacağım... Tekrarlayacağım... Bu yasalar ve uygulamalar değişene kadar da ısrarla üstünde duracağım. Bu konuda benimle aynı görüşte değilseniz ve bana kızıyorsanız o zaman bu köşeyi okumayın. Aynı görüşteysek, gelin siz de bu kampanyaya katılın.
Basın, yani söz ve ifade özgürlüğünden söz ediyorum. Yargıdaki çarpıklıklardan söz ediyorum.
Eğer demokratik bir sistemi benimsiyorsanız, basın özgürlüğü bu sistemin en vazgeçilmez kuralıdır. Tek istisna terörü açıkça desteklemek, insanların öldürülmesi için çağırı yapmak, silahlı kalkışmaya tahrik etmek. Fiilen teröre karışmanın dışında, her türlü söz ve fikir yazılabilir. Her konu tartışılabilir. "Evet, ancak..." diye başlayan hiçbir gerekçe geçerli olamaz.
Oysa bugün Türkiye'de 90 civarında gazeteci hapiste. Bunların hiçbiri terörist faaliyetten dolayı tutuklanmamışlardır. Önemli bölümü, terör örgütüne sempati duymak, destek vermek gibi muğlak suçlardan ve çoğu da yargılamaları sürdüğünden dolayı içerde tutulmaktadırlar. Fiilen teröre karışmamış, sadece görüşlerini yansıtmışlardır. Ayrıca, savcıların elinde halen yüzlerce suç duyurusu ve soruşturma vardır. Sadece 2011'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, genel özgürlükler konusunda 9 bin şikayet başvurusu yapılmıştır.
İlker Başbuğ'un görev dönemini incelediğiniz zaman, Asker- Sivil İlişkilerinin en kritik sürecinde talihsiz bir Genelkurmay Başkanlığı yaptığı sonucuna varabilirsiniz.
Başbuğ ,Genelkurmay Başkanlığını Büyükanıt'tan devralırken, Asker-Sivil ilişkileri son derece gerilimli bir sürece girmişti . Hatırlayacaksınız, Büyükanıt başta olmak üzere, çeşitli rütbedeki Komutanlar Ak Parti'ye çok sert tepki göstermişler, bu tutumlarını da konuşmalarla açıkça göstermişlerdi. Hele Büyükanıt ' ın imzasıyla yayınlanan 27 nisan muhtırası, bu ilişkilere tüy dikmişti. Taa ki, 4 Mayıs 2007 tarihinde Erdoğan-Büyükanıt arasında yapılan ve içeriği bugüne kadar açıklanmayan Dolmabahçe görüşmesine kadar süren bu gerilimin ardından, 1 inci Başkanlık bayrağı 2008'de İlker Başbuğ 'a geçmişti.
Yeni Genelkurmay Başkanı son derece gerçekçi bir kişiliğe sahipti .
Dünya görüşleri ne kadar uyuşmasa dahi, Genelkurmay ile sivil iktidarlar (özellikle de Ak Parti ile) arasındaki ilişkilerin, artık eskisi gibi sürdürülemeyeceğini çok iyi görüyordu. Türk toplumunun eğilimleri, Kürt sorununun geldiği nokta, PKK terörünün gücü ve Dünya konjonktürünün artık Asker üstünlüğünü, hatta bir Askeri darbeyi kabul ettiremeyecek noktaya ulaştığını çok açıkça biliyor ve etrafına da söylüyordu.
Artık, Demokrasi çağına girilmişti. Siyasi iktidarlarla kavga edilmemeliydi . Hukuk herşeyin üstünde olmalıydı .
Bir türlü şu asker korkusundan kurtulamıyoruz.
Ankara'da kaç gündür garip bir hava var.
“İlker Başbuğ tutuklanırsa , kuvvet komutanları istifa edeceklermiş...”
“Arınç'ı ziyaret edip, hükümete uyarıda bulunmuşlar ...”