Artık gerçekçi olalım.
Ermeniler, Soykırım iddialarında yavaş yavaş işin sonuna geliyorlar. 100 yıldır hiç bıkmadan usanmadan ve başarılı şekilde, bir karınca çalışkanlığı ile iddialarını dünya' ya kabul ettirdiler. Yaşadıklarını, acılarını anlatırlarken, bizler ne olup bittiğini kendi kendimize dahi tartışmadık. Kafamızı kuma soktuk ve bugünlere geldik. İddiaları inandırıcı şekilde yanıtlayamadık. Davayı kaybettik.
Hiç farkında değiliz, ancak Ermeniler bizi sürgün ediyorlar.
Bu defa onlar bize Tehçir Yürüyüşü yaptırıyorlar .
Olanlar oldu.
Fransayı yerden yere vurduk. İşin kolay yanı buydu. Ancak , asıl yapılması gereken bundan sonra başlıyor. Zira -biz beğenelim veya beğenmeyelim- Ermeni'ler Soykırım iddialarını, bizler başımızı kuma gömdüğümüz yıllarda, dünya'ya kabul ettirdiler. Bundan sonra sadece kitap-belgesel yayınlayıp, ilişkileri kesme, mallarını boykot etme tehditleriyle, Uluslararası kamu oyunu dönüştüremeyiz. O tren artık kaçtı. Bütün dünyayı karşımıza alıp, tek başımıza yaşayamayız.
2015'te soykırım damgasını yemekten kurtulmak istiyorsak, atmamız gereken üç önemli adım var:
1) 1915 olaylarını, kendi kendimizi aldatmadan sorgulamalıyız. Neler olduğunu, neler yaşandığını öğrenmeli ve kafamızı kuma gömmekten kurtulmalıyız. Artık şeffaf olmalıyız. Arşivlerimizi gerçekten açıp, herkesten önce yaşananları bizler öğrenmeliyiz.
2) Tüm hukuki yollar kullanılarak, ya Soykırım iddialarını çürütme yolu bulunmalı veya Ermeni protokollerinin yeniden hayata geçirilmesi için yeni bir strateji oluşturulmalıdır.
3) 30 yıldır yapılamayan tanıtım ve lobi faaliyetleri (pek ümitli değilim, ancak...) hareketlendirilmelidir.
Ben bunları, gerçekleşmeyeceğini bilmeme rağmen, belki de 120 inci defa yazıyorum .
Göreceksiniz, 2015'te Soykırım damgası vurulacak. Biz de önce ayaklanıp, sokakları dolduracak ve ardından yine unutup gideceğiz...
Fransa Meclisi’nde oylanan bu yasa tasarısına kızmayalım. Eğer utanması gereken biri varsa, o da Sarkozy'dir. Büyük bir ülke ile ilişkileri feda edecek kadar küçük düşünüyormuş. Fransız kamuoyu da utanmalı. Onlar da fikir özgürlüğünü katleden böyle bir yasa tasarısına hiç itiraz etmedi. Bu garipliği görmezden geliyorlar. Bu diplomatik cinayetten haberleri dahi yok.
Aslında en az kızması gereken de bizleriz...
Fransa Meclisi 2001 yılında, hem de Türk dostu Cumhurbaşkanı Chirac döneminde Ermenilere “Soykırım” yapıldığını kabul etmişti. Aradan bunca yıl geçti, ilişkilerimiz yine devam etti. Önce ayaklandık, yeri göğü inlettik. Tehditlerde bulunduk, sonra unuttuk.
Şu anda geçen tasarı, şimdiye kadar 3 defa Fransa Meclisi’ne geldi. Her defasında aynı şey oldu.
Aynı yasayı İsviçre kabul etti, yine tehditlerde bulunduk, ardından onu da unuttuk.
Bu defa durum daha değişik.
Bu defa, konu tümüyle Fransız iç politika oyununa takıldı. Hem Sarkozy hem de gelecek yılki Başkanlık seçimindeki rakibi Sosyalist Hollande, Ermenileri yanlarına çekme yarışındalar. Sarkozy, attığı bu adımla, Hollande' nin önüne geçiyor. "Gördünüz mü, ben boş vaatlerde bulunmuyorum. İstediğinizi size şimdiden veriyorum" diyebilecek. Hollande de, çoğunluğu elinde tuttuğu, Fransa Senatosu'ndaki oylamaya sıra geldiğinde, zorunlu olarak yasanın geçmesini destekleyecek.
Bu iki lider Türkiye'yi gözden çıkardıkları için böyle hareket etmiyorlar. Türkiye'nin bağırıp çağırıp sonra vaz geçeceğini hesapladıkları için bu yasayı kullanabiliyorlar. Yani Türkiye, yıllar boyunca sürdürdüğü vurduydum duymazlığından, geçmişini sorgulayamadığından, soykırım iddialarıyla ilgili hiçbir doğru dürüst veya cesur adım atamadığından dolayı, bu duruma düşüyor.
Hatırlayın, hasta olmadan önce, Erdoğan muhalet tarafından yerden yere vurulur, her konuşması büyük eleştirilere uğrardı. Muhalif kamuoyunda da, özellikle koyu laikler, ulusalcılar başta olmak üzere, hesabı olan herkes Başbakan hakkında konuşur ve düşmesi için senaryolar üretirlerdi.
Bir gün hastalık haberi geldi. Daha da kötüsü, ameliyat olduğu duyulunca sinirler biraz daha gerildi. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Üstüne üslük, halkla iletişimi çok iyi yürüten Başbakanlık ekibi, bu defa en büyük hatayı yaptı ve hiç bilgi vermedi. Tam bir şeffaflık gerekirken, aksine kepenkler kapandı ve kamuoyunda inanılmaz bir spekülasyon başladı.
Başbakan'ın ağır hasta olduğu, bundan böyle çalışamayacağı ve bir süre sonra da, siyasetten çekileceği söylentileri dolaşır oldu.
İşte bundan sonra, herşey değişti.
Amerikan askerleri nihayet yaklaşık 9 yıllık bir işgalin ardından Irak’tan çekildi.
ABD’nin “Kasıtlı yanlış” istihbaratla; tüm dünyaya, hem de Birleşmiş Milletler’de, yalan söyleyerek başlatılan bir savaştan geriye, resmi rakamlara göre 120 bin ölü kaldı.
Britanya’nın en saygın gazetelerinden The Observer’ın ORB kamuoyu araştırma şirketine dayandırarak yayınladığı bir araştırmaya göreyse, ABD “Irak halkını özgürleştirmek” için başlattığı bu savaşta 1 milyon 200 bin kişinin ölümüne neden oldu.
Geride paramparça, kaos içinde, tüm kurumları ve altyapısıyla çöküntü içinde ve daha da fakirleşmiş bir Irak kaldı.
Daha da önemlisi ABD bölgede Şii-Sunni cepheleşmesine yol açtı.
Iraklılar “Amerikalılar geldiğinde tek Saddam vardı. Şimdi binlerce var. Eskiden Şii miydik, Sunni mi bilmezdik, şimdi hayatımızı bu ayırım tanımlıyor” diyorlar.
Özetle ABD herşeyi bozdu. Türkçesi, yüzüne gözüne bulaştırdı.
Zaten daha operasyonun başında Amerikalıların savaş sonrası için bir planı olmadığı ortaya çıkmıştı.
POLİS ASKERİN ROLÜNE Mİ SOYUNUYOR?
Size bir gözlemimden söz etmek istiyorum. Bu sanıyorum ki son yıllarda kamuoyunda da giderek yaygınlaşan bir izlenim. Polis giderek değişiyor. Eskiden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin oynadığı rolü üstüne almaya başlamış gibi görünüyor.
Biraz daha açayım...
Eskiden, Türk Silahlı Kuvvetleri herşeye hakimdi. Siyaseti yönlendirdiği gibi, günlük yaşama da karışırdı. Örneğin, jandarma “Beyaz enerji operasyonu” gibi çok önemli siyasetçileri de kapsayan yolsuzluk soruşturmaları açar, baskınlar yapar, savcıların kolluk gücü gibi çalışır, telefon dinler, duyurular yapardı. Siyasi baskı da olamadığından bu gibi operasyonlarda da sonuç alınırdı.
Asker, adi suçlarda dahi duruma hakim bir konumdaydı. Çok geniş olan istihbaratını polisle paylaşır, ya da operasyonu kendi başlatıp sonra polise devrederdi. Polis adeta askerin taşeronu gibi kullanılırdı; adeta TSK’nın emrindeymiş gibi bir durumu vardı.
Bilmem dikkat ediyor musunuz, birkaç yıldır, bu roller değişmeye başladı.
Hatırlarsınız “Polis ve asker arasında sürtüşme mi var?” diye geçtiğimiz birkaç yılda çok konuştuk.
Bu Türkiye’de yaşanan “Demokratikleşmenin” ve “Asker etkisinin azalmasının” doğal sonucuydu. Polis adeta bu süreçten “Galip çıktı”.
Kendinizi Cumhurbaşkanı Gül ' ün yerine koyun.
Birçok siyasi risk alarak kurduğunuz parti ve kimi yol arkadaşlarınız, Çankaya'daki görev süreniz konusunda esrarengiz bir sessizlik içindeler. Kimi 5 yıl, kimi 7 yıl diyor. Ancak kimseler kesin birşey söylemiyor. Birgün Yüksek Seçim Kurulu’nun karar vereceği ileri sürülüyor, ertesi gün Meclis işaret ediliyor.
Siz olsanız sinirlenmez misiniz?
Herşeye rağmen, Gül bütün bu tartışmaların dışında kalmasını bildi. Spekülasyonlara karışmadığı gibi, etrafındaki ekibi de bu oyunun içine sokmadı. Tam aksine, kararı Erdoğan'ın vermesini bekledi. Son sinyaller de Gül'ün süresinin 2014'e kadar uzaması konusunda bir uzlaşının doğduğunu gösteriyor. Özellikle Bozdağ gibi, Başbakan’a çok yakın bir ismin açıkça 7 yıldan söz etmesi, sorunun üst düzeyde çözüldüğü izlenimini yaygınlaştırdı.
Neydi o günler…
Dışımızdaki sorunları dahi çözmeye çalışıyorduk.
Bölgede düzen kuran ülke durumuna girmiştik.
Esad’ın Suriye’sini kucaklamış, adeta tek ülkeye dönüşmüştük.
Mübarek’in Mısır’ı ile ilişkiler patlamıştı.
Kaddafi’nin Libya’sında da büyük yatırımlara imza atıyorduk.
Netanyahu’nun İsrail’ine haddini bildiriyorduk.
Başbakanımızın posterleri Arap ülkelerinin sokaklarını süslüyor, her yerde bayrağımız dalgalanıyordu.