Eğer UEFA ve FİFA'nın sopası (Milli maçlar ve diğer uluslararası turnuvalardan çıkarılması tehdidi) olmasaydı...
Eğer başta GS olmak üzere, 2. ve 3. lig takımları ayaklanmasalardı ...
Şikenin cezalandırılması sorunu böyle sonuçlanmazdı. Bizim kulüpler ne yapıp ederler ve 58. maddeyi bir değil, bir kaç defalığına delecek bir formülü kabul ederlerdi.
Korktular. 2 ve 3. lig takımları içeride para kaybetmekten, GS ise Avrupa Şampiyon Kulüpler’e katılamadığı taktirde yok olacak milyonlarca eurodan korktu. Sonunda kerhen doğru yolu buldular.
Bundan kısa bir süre öncesine kadar, 2014 yılında ve sonrasında neler yaşanacağı pek konuşulmazdı. Hele Başbakan'ın ameliyatı ve nekahat döneminde, kimseler ağzına dahi almazdı. Şu sıralarda, giderek yaygınlaşan bir tartışma konusuna dönüşüyor. Siyasi hesaplar yapılmaya başlanıyor. Önümüzdeki 1-2 yılda giderek daha fazla konuşulacak.
İlk hareket, Cumhurbaşkanı Gül'ün görev süresi epey bir süründürüldükten sonra, 7 yıl olarak saptanınca başladı. 7 yıl ve 1 defalığına seçildiğine dair yasa çıkınca, Başbakan'ın 2014 yılında Köşk'ün boşaltılmasını istediği izlenimi doğdu .
Ardından Başbakan'ın iyileşmesiyle birlikte durum daha da netleşti .
Erdoğan, hiçbir yerde, hiçbir zaman Cumhurbaşkanlığı konusunu tartışmadı. Ne Gül, ne de en yakınındaki arkadaşlarıyla paylaştı, ancak vücut dili olsun, Cumhurbaşkanlığı konusu açıldığındaki genel yaklaşımı olsun , etrafına Çankaya'yı istediği ve içine sindirdiği havasını verdi. Hiç değilse etrafındakiler böyle bir algılama içindeler.
Toplumlar heyecanlanıp ayağa kalkınca, gözü hiçbir şey görmez.
Fransa’nın son yaklaşımı, toplumun bir kesimini ayağa kaldırdı. Kılıçlar çekildi ve Paris'e doğru yola çıkmak üzere hazırlandık. Allahtan Başbakan soğukkanlı bir davranış sergiledi de heyecanlar bir oranda yatıştı. En azından şimdilik öyle gibi görünüyor.
Peki, 2015 yılına kadar hep böyle mi devam edeceğiz?
2015 yılı, Ermeniler için çok önemli. “Soykırım” iddialarının bütün dünya tarafından kabul edilmesi ve Türkiye'nin cezalandırılması için hedef aldıkları tarihtir. Bu hedefe varabilmek için de ellerinden geleni yapacaklardır.
Biz ne yapacağız?
Tehditler ederek, elçileri çekerek, ambargolar koyarak, bağırıp çağırarak, başkalarını korkutmanın çok güç olduğunu artık anladık.
Buna karşılık, “Soykırım” iddiaları karşısında dik durmaktan ve kendimize güvenerek yolumuza devam etmekten başka çaremiz yok. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da 1915 olaylarının ne olduğunu anlayabilmekten geçiyor.
Artık olan oldu ve beklenen sonuç çıktı. Nadide bir vazo paramparça oldu.
Fransa'da kabul edilen yasa tamamen siyasi niteliklidir. Biz istediğimiz kadar sert tepki gösterelim, ayıplayalım, yerden yere vuralım, Sarkozy istediklerini elde etti.
Hem seçimler öncesinde Ermeni oylarının Sosyalistlere gitmesini önledi, hem Türkiye'ye karşı duran bir cumhurbaşkanı olarak aşırı sağ oylarına göz kırptı. Bu arada da Ankara'nın Avrupa Birliği yolunu biraz daha tıkamış oldu. Yani bir taşla -kendi politikaları çerçevesinde- birkaç kuş vurdu.
Fransız Parlamentosu ve senatosundaki tartışmalar sırasında eminim dikkatinizi çekmiştir. Konuşmacıların hemen hemen tamamı “Soykırım”ın yaşandığını, Türkiye'nin sorumlu olduğunu kabul etmişlerdir. Kimseler çıkıp, bunun aksini söylememiştir. Bizim asıl gözden kaçırdığımız işte bu algıdır. Sadece Fransa değil, uluslararası kamuoyu ne yazıktır ki “Soykırım” yaptığımızı kabullenmiştir. Şimdi tartışılan, bunun nasıl cezalandırılacağı ile ilgili konulardır. İleride daha da yeni yaptırımların gelmesi söz konusu olacaktır.
Başbakan gazetecilere, 4-5 ay önce, Kürt Sorunu konusunda , ikili yaklaşım sürdüreceğini söylemiş ve "Pkk ile sert bir mücadele vereceğim, aynı zamanda da görüşmeler yaptıracağım" demişti. İki ayaklı bir politikayı işaret etmişti.
Bugün gelinilen noktaya bakıyorum ve PKK ile mücadelenin son derece sert bir şekilde sürdürüldüğünü görüyorum. Güvenlik güçlerinin farklı bir yaklaşımı mıdır nedir bilemiyorum, ancak Devletin bir üstünlük kurduğu izlenimi gittikçe yaygınlaşıyor. PKK'ya karşı kırsal alandaki silahlı mücadelenin yanı sıra, kentlerde de KCK'ya karşı operasyonlar sürdürülüyor. Bunlar yetmiyor, BDP üzerinde de büyük bir baskı kurulmuş durumda. Üç alanda da Kürt Sorunu sıkıştırılıyor.
Bunlara karşılık, Başbakan'ın "görüşme veya müzakere" olarak nitelediği ikinci ayağı ise henüz görebilmiş değiliz. Acaba henüz görüşmelerin açılması için vaktin gelmediği mi düşünülüyor, yoksa "Durum lehimize gelişiyor, iyice hırpaladıktan sonra masaya oturtalım" mı deniyor?
Ankara'dan bu konuda hiçbir şey sızmıyor.
KCK'DA GAZETECİ- SİYASİ VE DÜŞÜNÜRLERİN TUTUKLANMASI TERS TEPECEK
PKK 'ya karşı savaşın hangi aşamada olduğunu ve bunun örgüt üzerindeki etkilerini dışardan net şekilde görmek güç. Ancak, BDP ve KCK operasyonlarının tahribatı gözle görülüyor.
Emin olun hiç abartmıyorum. Ayrıca yazacaklarımdam dolayı bana dava açılırsa da hiç alınmayacağım. Zira kamuoyunun genelindeki bir izlenimi yansıttığımdan eminim.
Eğer Rüstem Eryılmaz hiç konuşmamış olsaydı. Söylediklerini söylememiş olsaydı, ben bu yazıyı böylesine kesin ve köşeli yazamayabilirdim. Yargıcın neler dediğini TV'lerden ve yazılı medyadan izlemişsinizidir mutlaka.
Aman Allahım! Nedir bu?
Ne biçim bir yargılama mantığı, nasıl bir gerekçedir?
Özetlemek gerekirse, sayın yargıç kendi vicdanlarının da bu sonucu kabul etmediğini, ancak yargılamayı bir an önce bitirebilmek için hızlı hareket etmek zorunda kaldıklarını söylüyor...
İnanamadım.
HSYK, bu konuyu herhalde bu haliyle bırakmayacaktır. Kurul bu yargıcımızla mutlaka görüşmeli ve bazı sorular sormalı (!) Ardından da kendi kendilerine "Böylesine bir dava nasıl oldu da bu noktaya getirildi ve bunda “Kurul” olarak bizim bir sorumluluğumuz var mı?" sorusunu sormalılar.
Bütün bu yaşananlardan sonra da Yargıtay'ın dava sonucunu temyiz etmekten başka çaresi kalmamıştır herhalde...
Bir süredir 28 Şubat Belgeseli için Başbakan’dan randevu bekliyordum. Randevumuz 17.30'da idi. Söyleşiyi yapıp, hemen 19.00'daki Ana Haber 'e geçecektim. Ancak olamadı. Başbakan gecikti de gecikti ve çekime başladığımızda saat 19.00 bulmuştu bile...
"Ana Habere yetişemedim, çocuğumun rızkına mani oldunuz (!), bari buna karşılık önce günlük konuları konuşup başlayalım" deyince dayanamadı. Ben itiraz edeceğini bekliyordum, baktım ki kabul etti...
Eh günah benden gitmişti...
Merak ettiğim herşeyi sordum.
Daha önce gördüğüm Erdoğan ile bugünkü Erdoğan arasında fark var tabii.
Bu defa karşımda, kendine daha dikkat eden , temposunu beşinci vitesten ikinci vitese indirmiş, ancak tekrar beşinci vitese çıkmak için de gün sayan bir Erdoğan buldum. Neler geçirdiğini ve neler hissettiğini, bundan sonrası için beklentilerini çok açık şekilde anlattı. Ameliyatını pek saklamamış. Sadece açıklama yaptırmamış. Meğer, medya olarak bizler atlamışız.
En fazla spekülasyonu yapılan konu, Başbakan'ın bağırsak kanseri olduğu, hastalığın etrafa sıçradığı, bağırsaklarının önemli bir bölümünün alındığı ve sürekli kemoterapi gördüğü idi.
Ben de kanser tedavisi gören, kemoterapi olan bir insanım. Bunun ne demek olduğunu, insanı nasıl sarstığını çok iyi bilirim. Birine bakınca, kolaylıkla kemoterapi görüp görmediğini anlarım... Baktım, anladım; “Hayır, görmüyor...”
Bazı yargı kararları vardır, "Oooh, cezasını buldu..." dedirtir.
Bazı yargı kararları vardır , "Ooooo, bu kadarı da olmaz..." dedirtir.
Yargımıza olan tüm saygıma rağmen, kusura bakmasınlar, ancak Hrant Dink davasıyla ilgili kararın nasıl bir tepki topladığını herkes gördü. Kamuoyundan yansıyan bu çığlığı dikkate almak gerekir.
Yargı, bu cinayetin bir gurup tarafından planlanıp uygulandığı iddiasını reddetti! Meğer, pişpirik oynayan iki çocuk "Hadi gel İstanbul'a gidip şu Ermeni’yi öldürelim" demiş. Ellerini kollarını sallayıp Agos Gazetesi’nin önünde Hrant ile karşılaşınca biri tetiği çekivermiş...