Daha kısa bir süre önce THY ile gurur duydumu yazmıştım.
Benim gibi yüzbinlerce insanımız da aynı hisleri taşıyordu.
Bu kurumun yıldızı parlamıştı. Ardı ardına rekorlar kırıyor, filosu sürekli şekilde genişliyor ve herkes zarar ederken THY yılı karla kapatıyordu. Hele Kevin Costner’lı reklam ile THY uçağına binen herkesin kendisini “yıldız gibi hissetmesi” vaadi çarpıcıydı.
Sonra herşey birden bire bozuldu.
Garip bir toplumuz vesselam.
Düşündüğümüz, kafamızdan geçenleri açıkça söylediğimiz zaman, bunların başka kafalara da geçeceğini ve birgün karşımıza gerçek olarak çıkacağını sanırız.
Bunun en açık örneği KÜRT kelimesinin kullanımında karşımıza çıkar.
Yıllar boyunca KÜRT kelimesini kullanmamaya çalıştık.
Sanki KÜRT dersek, bazılarının kürtlüklerini akıllarına geleceğinden korktuk. Kendine Kürt diyenlerin, biz o kelimeyi kullanmasak, herkese unutturmaya çalışsak dahi, kürtlüklerinden vazgeçmeyeceklerini düşünemedik. Nitekim, onca yıla rağmen, bugün bir baktık ki, kimse kürtlüğünü unutmadığı gibi, meğer bizi uyutmuşlar. Unutmuş gibi yapmışlar.
Şu sıralarda da, hemen hemen aynı durum KÜRDİSTAN kelimesi için geçerli.
Dilimiz bir türlü bu kelimeyi telaffuz etmeye varmıyor. Bu tanım coğrafi olarak kullanılsa da Osmanlı İmparatorluğu döneminde o coğrafya bu isimle anılmış olsa da biz o kelimeyle mesafemizi koruyoruz.
İçimizde gizli bir korku var. Sanki bu kelimeyi kullanırsak, ilerde bizim ülkemizin bir bölümünde de Kürdistanın kuruluverir diye kaygılarınıyoruz. Önemli bir bölümümüz için bu haklı bir korkudur. Bundan dolayı da sürekli şekilde Kuzey Irak deriz. Bu yaklaşımımıza bir de elbise giydirir ve “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılı olduğumuzu ve Kürtlerin bağımsızlık istemelerine karşı çıktığımızı göstermek için böyle adlandırıyoruz” deriz.
Sanki daha dün gibi…
Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasının üstünden tam on yıl geçmiş. Eminim hepiniz hatırlarsınız. Başbakan Ecevit, Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiğini açıkladığında önce şaşırmış,hatta inanamamıştık.
Aradan geçen on yılda, Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasından yakalanışına kadarki dönemle ilgili çok yazı,hatta kitaplar yazıldı. Gelişmeler ayrıntılı olarak didiklendi. Ancak, 10 uncu yıldönümdeki yayınlar hepimize yeni bilgiler veriyor. Gelişmeleri daha sağlıklı inceliyor ve daha da önemlisi daha doğru veriler karşımıza çıkıyor.
Rıdvan Akar’ın 32 inci GÜN programında yayınlanan belgeseli, Nur Batur’un Sabah gazetesindeki dizisi ve Hulusi Turgut’un Hürriyet’teki Öcalan’ın Türkiye’ye getiriliş öyküsü bir hazıne yükü bilgiyle dolu.
Uzun süredir yazmak istiyordum, ancak şimdi imkan bulabildim. Deniz Baykal’ın Brüksel gezisi ve Avrupa Birliği’nin merkezinde açtığı yeni ofisi ben çok önemsiyorum. Her şeyden önce, CHP’nin AB’ye yaklaşımını çok önemsiyorum. Zira, daha önceki genişlemelere baktığımızda sık sık, katılım müzakerelerinin muhafazakar partiler tarafından yapıldığında, o ülkenin anlaşmasını bitirip son imzayı atanların hep sosyal demokrat partiler olduğunu görürüz. Türkiye’nin katılım sürecinin bir aşamasında CHP’nin bu ülkeyi yönettiğini ya da son imzayı attığını görürsek hiç şaşırmayalım.
Geçtiğimiz yıllarda AB ile ilişkilere önem veren kesimi en çok şaşırtan olay, CHP’nin en ön plandaki bazı sözcülerinin, sert bir AB aleyhtarı gibi konuşmalarıydı. Oysa, CHP’nin Avrupa aleyhtarı olması imkansızdır.
Avrupa, fikir özgürlüğü demektir.
Avrupa, insan haklarına saygı demektir.
Avrupa, işçi haklarının savunulması demektir.
Avrupa, insanlar arasında eşitlik demektir.
Avrupa, sosyal demokrasinin adeta tapınağıdır. Avrupa Birliği fikrinin en güçlü savunucuları, hemen her ülkede daima sosyal demokrat partiler olmuştur.
CHP’nin geçmişine baktığımızda da, Avrupa’ya gidişi hep desteklemiş olduğunu görürüz. İnönü’den Baykal’a kadar, bu süreçte CHP hep ön planda rol almıştır. Hatta, 2000-2004 arasındaki reform yasaları, CHP’nin desteği ile çıkarılmıştır.
Eğer geçen hafta Baros Kocaeline o penaltıyı atabilse ve durumu 3-3 yapabilseydi, bugün Skippe omuzlarda dolaştırılıyor ve zamanın en büyük menajeri diye alkışlanıyor olacaktı.
Nereden nereye...
Futbol dediğiniz işte bu... Ne zaman, kimin ne yapacağı belli olmaz. Süprizlerle dolu bir oyun.
GS’lı futbolcularda elde ettikleri sonuçla, kendilerini de ipten kurtardılar. Zira yönetim için Skippe’i cezalandırıp işin içinden kurtulmak kolaydı, ancak taraftarın gözünde, başta 5-2’lik mağlubiyet olmak üzere, son dönemlerdeki kötü sonuçların asıl sorumluları futbolculardı. Onlar Bordeaux’u eleyerek kendilerini kurtardılar.
Olamadı ve bundan sonra olabileceğine de imkan görmüyorum. Türkiye’nin temel bazı sorunlarını bizim kuşak çözemedi. Bırakın çözebilmeyi bir orta yol bulma çabası dahi yok. “Acaba bir uzlaşıya varabilirmiyiz?” diye düşünmek dahi, her kampın içinde büyük tepkiler yaratıyor.
Çok ayrıntıya girmeden, en temel birkaç konuya bakalım, ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaksınız.
Toplumu bölen, Laiklik-Dindarlık anlayışı...
İç savaş tehlikesi dolu, Türk-Kürt tartışması...
Bağımsızlık-Avrupa Birliği veya batı kampı konusundaki büyük gerilim... Devleti kim temsil eder? Asker mi, seçtiğimiz meclis mi?
Bu konularda ortak bir noktaya veya uzlaşıya yakınlaşamıyoruz.
Geçmişte de uzlaşamazdık. Kimimiz solcuydu, kimimiz sağcı. Demokrasinin uzlaşı ve çok sesliliğine tahammülsüzlükle maluldük. Şimdi kavramlar ve duruşlar değişti. Kutuplaşma anlayışımızı terk etmedik. Zira toplumun bir kesiminin aldığı eğitim, edindiği dünya görüşü ile diğer bir kesimin benimsediği dünya görüşü ve inançlar öylesine derin bir uçurumla ayrılmış durumdaki, araya bir köprü atabilmek imkansız. Hiç değilse, bizim yaş kuşağımız bunu başaramadı. Öylesine korkular yaratmış ve bu korkuları benimsemişiz ki, adeta bunların esiri olmuşuz. İşin daha da kötüsü, yıllar geçtikçe kavramların, insanların değiştiğine dahi inanmıyor, aksine korkuları körüklüyoruz.
Laiklik-Dindarlık tartışmalarına bir göz atalım.
Bu yazıyı okuyacak olanların bir bölümü bana çok kızacak. Türkiye’yi bölmeye çalışmakla, Kürtçülük propagandası yapmakla suçlayacaklar.
Oysa size anlatmak istediklerimin ne bölücülükle, ne de Kürtçülükle ilgisi var. Doğal bir gelişime dikkat çekmek istiyorum.
Ahmet Türk’ün, TBMM gurup toplantısındaki konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapması kıyametleri kopardı. Ankara’da fırtına esti.
Önce Ahmet Türk’ten başlayalım.
Ben artık Erdoğan’ı tanıyamıyorum.
Kendimi esaslı bir “Erdoğan uzmanı” saymam. Eskiden de çok yakından tanıdığım bir insan değildi. Ancak, bir siyaset gözlemcisi olarak, özellikle iktidarının ilk döneminde çok farklı bir Erdoğan ile karşılaşmıştım.
İnsanları dinleyen, farklı bir söz söyleyen varsa dikkatle gözünün içine bakan ve duydukları ilginçse hemen not alan bir liderdi.Etrafına topladığı kişilerin önerilerini dikkate alırdı.
Örneğin, Abdullah Gül’ün uyarı veya eleştirilerini dikkate alırdı. Tepesi attığında, Gül onu sakinleştirir , hatta elini bile tuttuğu olurdu.