Paylaş
Olamadı ve bundan sonra olabileceğine de imkan görmüyorum. Türkiye’nin temel bazı sorunlarını bizim kuşak çözemedi. Bırakın çözebilmeyi bir orta yol bulma çabası dahi yok. “Acaba bir uzlaşıya varabilirmiyiz?” diye düşünmek dahi, her kampın içinde büyük tepkiler yaratıyor.
Çok ayrıntıya girmeden, en temel birkaç konuya bakalım, ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaksınız.
Toplumu bölen, Laiklik-Dindarlık anlayışı...
İç savaş tehlikesi dolu, Türk-Kürt tartışması...
Bağımsızlık-Avrupa Birliği veya batı kampı konusundaki büyük gerilim... Devleti kim temsil eder? Asker mi, seçtiğimiz meclis mi?
Bu konularda ortak bir noktaya veya uzlaşıya yakınlaşamıyoruz.
Geçmişte de uzlaşamazdık. Kimimiz solcuydu, kimimiz sağcı. Demokrasinin uzlaşı ve çok sesliliğine tahammülsüzlükle maluldük. Şimdi kavramlar ve duruşlar değişti. Kutuplaşma anlayışımızı terk etmedik. Zira toplumun bir kesiminin aldığı eğitim, edindiği dünya görüşü ile diğer bir kesimin benimsediği dünya görüşü ve inançlar öylesine derin bir uçurumla ayrılmış durumdaki, araya bir köprü atabilmek imkansız. Hiç değilse, bizim yaş kuşağımız bunu başaramadı. Öylesine korkular yaratmış ve bu korkuları benimsemişiz ki, adeta bunların esiri olmuşuz. İşin daha da kötüsü, yıllar geçtikçe kavramların, insanların değiştiğine dahi inanmıyor, aksine korkuları körüklüyoruz.
Laiklik-Dindarlık tartışmalarına bir göz atalım.
Görüşler öylesine farklı ki, tartışma dahi yapılamıyor. Hemen kavga çıkıyor.
Dindarlık adına atılan her adımı, Türkiye’ye şeriatı getirmek isteyenlerin bir oyunu olarak görüyoruz. Öylesine derin kuşkulara sahibiz ki, karşımızdakilere hiç güvenmiyoruz. Aksi ispatlanana kadar dahi sabredemiyoruz.
Laikliği bambaşka algılamışız. Adeta yaşam biçimimizin yapı taşı olarak görmüşüz. Tabii geçmişteki örnekler, özellikle İran İslam Devrimi ve Erbakan dönemi de bu kuşku ve kaygılarımıza körüklemiş. Herşeyi kendi başımıza hayal etmişiz. Ancak, bunu yaparken de işleri abartmışız.
Hatırlayın, Özal iktidara geldiğinde, ANAP’ı önce “Takunyelilar ülkeyi İslamlaştırma operasyonu başladı” diye suçladık. Hatta, Özal AB’ye tam üyelik başvurusu yaptığında bunun bir oyun olduğunu vurgulayan laik cephenin en önde gelen aktörlerinden Coşkun Kırca “AB’den red yanıtı geleceği biliniyor. Sırf, Avrupa reddetsin de Türkiye’yi İslam dünyasına daha kolay taşıyalım diye bu başvuruyu yaptı” tezini ısrarla sürdümüştü.
Özal’a takunyeli damgasını vurdu, tahammül edemedik.
Bugün mumla arıyoruz.
Aslında karşılıklı kaygıları giderecek adımları atmak çok önemli.Örneğin CHP’nin “açılımları” bu açıdan önemli. Bunun bir siyasi manevra olmadığını kanıtlamak yani samimiyet testinden de geçmesi tarihi bir adım olur. Ama CHP neredeyse ağzıyla kuş tutsa inandırıcı olmuyor ya da şüpheyle karşılanıyor. Anlayacağınız, bizler başarılı olamadık. Belki sizden sonraki kuşaklar biraz daha yakınlaşabilirler.
Kürt sorununda da aynı katılık içindeyiz
Kürt sorunu, yine iki ayrı dünyanın birbirine karşı duyduğu güvensizliğin diğer bir örneği.
Bu defa Laik-Dindar değil, neyin Türkiye için tehlike olduğu, neyin Türkiye’yi daha sağlıklı bir demokrasiye taşıyacağı konusundaki farklı görüşlerden kaynaklanıyor.
Bir yanda, büyük bir korkumuz var: Batı , Osmanlıları böldü, şimdi de Türkeye’yi bölmek istiyor. Demokrasi adına, Avrupa Birliği uğruna, İnsan Haklarına saygı ve Uluslararası anlaşmalara uymak adına, Kürt sorunuyla oynuyorlar.
Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?
Bu sorunun yanıtı, bizim en büyük çıkmazımız.
Bölüneceğiz korkusuyla, gözümüz ne demokrasiyi görüyor, ne insan haklarını...
Yine, bizim kuşağa verilen eğitim “Bölünme korkusunu ve bağımsızlığın vazgeçilmezliğini” ön plana çıkarttı. Kafalarımıza bu değerler çakıldı. Dünya değişse dahi, biz değişemedik. Ancak altını çizerim. Bağımsızlığın vazgeçilmezliği bir değerdi. Değer olmaya da devam ediyor. Ancak bize öğretilmeyen çok sesli, çok kültürlü demokrasi deneyimlerileriydi. Asıl çözüm de buradaydı. Ama bu seçeneğe de çok şans tanıdığımız söylenemez.
Kürt sorununu böylesine dar bir çevçeveye sokunca, çözüm bulamaz noktaya geldik.
Bundan 15-20 yıl önce kolaylıkla çözebileceğimiz bu konuyu, bağnazlığımız nedeniyle bugün artık içinden çıkılmaz bir noktaya getirdik.
Askeri de böyle yetiştirdik
İçimize işlemiş olan “bölünmü” ve “ itrica” korkuları öylesine yaygın ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Ordu’yu sigorta olarak kabul ettik. Ona “Sen Devletsin ve bu Devleti bölünme ve irticaya karşı koruyacaksın” diye bir görev verdik. Bugün bile KONDA’nın “Biz Kimiz” anket çalışmasına yanıt veren 7 bin denekten yüzde 48’i hala askeri bir darbeyi onaylayabiliyor.
Hal böyle olunca da subayları bu göreve göre eğittik. Onlar da, verilen bu rola titizlikle sahip çıktı. Kendi kıstaslarına göre ve laik kesimin de etkisiyle üç defa darbe yaptı. Her müdahele, demokrasiye büyük yaralar açtı.
Artık darbeler dönemi kapanmasına rağmen, hala ülkeyi seçilmişlere bırakmıyoruz. Hala askeri zorluyoruz.
Özetle, bizim kuşağımız değişimleri hazmedemedi.
Uzlaşı aramadı.
Karşısındakileri anlamaya çalışmadı.
Acaba bizden sonraki kuşaklar bu uzlaşıyı sağlayabilecek mi?
Evet göreceksiniz, sonunda çoğunluğun istediği ağır basacak. Karşılıklı bir denge, bir uzlaşıya varılacak...
Ali Kalkancı '32. Gün'de'
28 Şubat’ın sahte şeyhlerinden Ali Kalkancı yakalandı. Hem de fabrikasında uyuşturucu imal ettiği için. Haberi görünce bir an o günlere geri gittim. Emire Kalkancı’yı, Fadime Şahin’i, Aczimendi şeyhi Müslüm Gündüz’ü hatırladım. Sonrasında tüm o olayların “Ergenekon” sanığı Veli Küçük tarafından “tezgahlandığı” iddia edilmişti. Ali Kalkancı alkolik bir gençken alınıp şeyh yapılmış, şantajla Emire Kalkancı’yla evlendirilmiş, sonrasında da “Tarikat şeyhi ünlü işadamının kızını nasıl kandırdı?” diye haber patlatılmıştı. Anlaşılan aynı şeyler bizim çocukların da aklına gelmiş vewww.32gunhaber.com’a 32.Gün arşivinden Ali Kalkancı’nın tarikat dergahında o dönem çekilmiş zikir görüntülerini koymuşlar. O dönemi hatılamak isteyenler girip bir göz atabilir.
Paylaş