Son yıllarda yaşanan ekonomik istikrar, gelişmiş ülkelere ‘yaklaşma’ olasılığımızı artırmıştı. Ancak, son 1 yıldır yaşananlar, iş dünyasını ve vatandaşı yeniden umutsuzluğa soktu. Oysa, yüksek ve istikrarlı büyüme oranları, ‘sanayileşmiş’ ülkelere yaklaşabileceğimizi son 5 yılda bize gösterdi.
Müthiş çarpıcı rakamlar
Evet, bu rakamlar gerçekten çok çarpıcı… Uzun yıllardır Türkiye’de bu tip tahminlere rastlıyoruz. Ancak, şimdiye kadar böyle kapsamlı bir çalışma görmemiştim. O nedenle şimdi paylaşacağım araştırmanın verilerini çok önemsiyorum.
Bu araştırma Dünya Bankası’nın Büyüme ve Kalkınma Komisyonu adlı birimi tarafından yapıldı. Araştırmada, Türkiye’nin de içinde olduğu ülkelerin, ‘sanayileşmiş ülkeleri’ nasıl yakalayabileceği analiz ediliyor. Analizde, çeşitli olasılıklara göre, hangi ülkenin, ne zaman OECD düzeyine gelebileceği değerlendiriliyor.
Bazı önemli sonuçlarını tabloda görüyorsunuz. Üç önemli varsayıma göre ‘yakalama’ tahmini yapılmış. Birinci varsayım, ‘ülkenin son 10 yılda gösterdiği ortalama büyüme’ oranına dayandırılmış. İkincisinde ‘2050’de yakalama için gereken oran’, üçüncüsünde ise 2100’de yakalaması için ihtiyaç olunan büyüme oranı kullanılmış.
Türkiye’nin ihtiyacı olan zaman
‘Sanayileşmiş’ ülkeleri yakalama konusunda en az zamana ihtiyaç olan ülkeler Venezüela, Rusya, Arjantin, Çin, Romanya olarak sıralanmış.
Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu’nun (TESK) rakamlarına göre, 2004-2008 arasındaki dönemde işini ‘terk eden’, kapatan esnaf sayısı 825 bine ulaşmış. Aynı dönemde ‘yeni tescil’ edilen dükkan sayısı da 800 bini yakalamış. Genelde açılmanın, kapanmadan çok daha fazla olması gerekirdi. Burada tersi gerçekleşmiş.
Üzülerek tahmin ediyorum ki, esnafların sıkıntısı önümüzdeki dönemde de devam edecek. Bunu da sadece ekonomi ve piyasalardaki sıkıntıya bağlamamak gerekiyor. Çünkü, etkenler daha fazla…
Esnafı sıkıntıya sokanlar
Uzunca süredir bu konuda çalışıyor, esnaf ve çeşitli kesimlerle konuşuyorum. Bana kızacaklar olacaktır. Ancak, esnafı sıkıntıya sokan nedenleri 5 başlık altında topluyorum:
1. Eleştirenler haklı. Ekonomi ve piyasalardaki sıkıntı, büyümenin olduğu yıllarda da vardı. Büyüme, hayatın bütün alanını aynı ölçüde kapsamadığı için, esnafın işleri yavaşladı. Hükümet de bu konuya duyarlı kalmadı.
2. Esnaf, artan organize perakendeciliğin kıskacına girdi. Çocukluğumuzun bakkal, manav, tuhafiyeci, hırdavatçı gibi esnafları, yeni dönemin devleri ile rekabette yalnız bırakıldı. Milyar dolarlık sermaye ile bin dolarlık sermayenin yarışına seyirci kalındı.
3. Ancak, esnaf da ‘çocukluğumuzdaki halini’ bir türlü bozmadı. Her şey değişti, esnafın önemli bölümü eski alışkanlıklarından vazgeçmedi. Satış, müşteri, finans ve tedarik konularında eksik kaldı.
4. Esnaf odaları da, bence bütün yaşananlara seyirci kalıyor. Ulusal ve bölgesel düzeyde üyelerini eğitme, yeni döneme alıştırma ve mesleki bilgi verme gibi hedeflere yönelmiyor. Onlar da ‘seçimden seçime’ üyelerini hatırlıyor.
Yazıda, özetle, ‘Türkiye’de CEO enflasyonu olduğu, her genel müdürün kendisine bu unvanı yakıştırdığı’ dile getiriliyordu. K Partners’dan Şerif Kaynar’ın görüşlerine de genişçe yer verilmişti. Kaynar da ‘100 milyon dolardan az ciroya sahip şirkette CEO olmaz’ görüşünü savunuyordu.
Birlikte okuduğumuz CEO, ‘Ne diyorsunuz’ diye sordu. Ben de konuya hem Capital’de hem de kitaplarımda yer verdiğimizi belirtip ekledim:
‘Her genel müdürün kendisine CEO unvanını yakıştırması doğru değil. En önemli kriter, unvanın içinin ne kadar doldurulduğudur.’
CEO enflasyonu var mı?
İşin doğrusu, herkesin kartvizitine CEO yazması doğru değil. Genel müdürlüğü (GM) de tamamen ortadan kaldırmamak gerekiyor. Özellikle de patronların tartışılmaz lider olduğu aile şirketlerinde GM de çok gerekli… Sadece yönetmek, temsil ve günlük işleri yürütmek gibi fonksiyonları üstlenen yöneticiler için ideal olanı genel müdürlüktür.
CEO pozisyonu ise strateji, inovasyon, yatırım, gelecek oluşturma ve icra konusunda yetkileri elinde tuttuğunda anlamını buluyor… Cirosu 200 milyon dolar olan, ancak 10 bin dolarlık reklam bütçesi için patronundan onay bekleyen CEO’lar tanıyorum. O nedenle bunu cirodan bağımsız düşünmekte yarar var.
Ayrımı nasıl yapmak lazım?
İnovasyon konusuna inanan, bu alana öncülük yapanlardan biri olarak tanıyorum. İpek Kağıt’ın genel müdürlüğü döneminde hayatımıza dokunan önemli bir inovasyona imzasını atmıştı. Biliyorsunuz, kutudaki kağıt mendillerde kapaklar sadece üstte yer alırdı. Araba kullanırken kutudan mendil almak tam anlamıyla olanaksızdı. Karamercan’ın önerisiyle kapak yana taşınmış ve büyük bir rahatlık sağlanmıştı. Bu, İpek Kağıt’ın yabancı ortağını bile şaşırtmıştı…
Eczacıbaşı’nın bir dizi yeniliği oldu, sırada başkaları da var. En yeni uygulamalarından biri de henüz tam duyurulmayan ‘Bir Projem Var’ olacak. Bildiğimiz ‘fikir ve öneri’ sistemlerinden farklı, proje geliştirmeye dayalı bir sistem bu… Çalışanları proje geliştirmeye yöneltmeyi, inovasyonu özendirmeyi hedefleyen bu projenin ana hatları şöyle:
-Projenin özü, fikir yönetimine, projeyi tanımlayıp uygulamaya götürmeye dayanıyor.
-Bu amaçla bir portal oluşturulmuş, bir de komite kurulmuş. Çalışanlardan öneri değil, bir proje yaratmaları isteniyor.
-‘Benim bir önerim var’ yaklaşımı bu proje için yeterli değil. Detaylara inmek, nasıl işleyip, ne gibi sonuçlar vereceğini açıkça ortaya koymak gerekiyor.
-Gelen öneriler komite tarafından değerlendiriliyor. Beğenilen projelere maddi destek veriliyor. Önce 10 bin YTL, işler iyi giderse 10 bin ve bir 10 bin daha veriliyor. Böylece, kişi ya da ekibin projesini sonuçlandırması, hayata geçirilebilir hale getirilmesi destekleniyor.
-Üstelik bu sistem her türlü projeye açık. Sadece işe yönelik olması gerekmiyor. Toplumsal amaçlı projelere de katkı sağlanıyor.
Binlerce kişinin evini kaybettiği, dev bankaların milyarlarca dolar zarar yazdığı ve batma aşamasına geldiği ABD’de yaralar sarılıyor, borsa endeksleri en yüksek düzeylerine geri dönüyor. Dow Jones, Ekim 2007’de gördüğü en yüksek değer olan 14164 düzeyinden sadece yüzde 7.8 daha aşağıda. Belki önümüzdeki günlerde bir miktar daha yükselecek, belki de gerileyecek. Onu göreceğiz.
Ancak, tsunamiyi yaratan ülkede borsanın keyfi yerinde…11.900 düzeyine inen Dow Jones Endeksi yeniden 13.000’leri geçti. Sadece burada değil, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde ABD’ye ayak uyduranların sayısı az değil. Bir zamanlar Türkiye’nin ‘ekürisi’ olarak görülen Brezilya’ya bakın… Bovespa Endeksi, 2 Mayıs Cuma gününü 69 bin 366 ile tüm zamanların rekorundan kapattı. Türkiye’nin yeni ‘ekürüsi” Güney Afrika borsası da yıl sonundaki değerini yakalamış. Tıpkı Çek Cumhuriyeti gibi…
Borsalar da ayrışma var
Uzun süredir bir ‘ayrışma’dan söz ediliyordu. Şimdi böyle bir ayrışma var. Ancak, bu ayrışma eskisi gibi Brezilya gibi ülkelerle değil, dışa bağımlı ve cari açığı yüksek ülkelerle gerçekleşmiş gibi görünüyor.
Borsaların performansına bakıldığında bu durum açıkça öne çıkıyor. 2007 yılında görülen ‘en yüksek’ değerleri bir kenara bırakıyorum. 2008’in ilk 4 ayının performansı analiz edildiğinde, Türkiye, ‘kayıp liginde’ ilk 5’e giriyor. Bu 5 ülkenin borsasında ilk 4 ayda ortalama değer kaybı yüzde 20’nin üzerinde gerçekleşmiş.
Para birimleri daha güçlü
Borsalardaki bu değer kaybına rağmen yerel para birimlerinin daha güçlü olduğu dikkati çekiyor. Özellikle de gelişmekte olan ülke para birimlerinin dolar karşısındaki değerinin kriz dönemindeki trendi izlendiğinde, hasarların daha az olduğu söylenebilir.
Bu sayfada 20 ülkenin para birimlerinin dolar karşısındaki 5 aylık performansı var. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 5 ülkenin parası değer kaybederken, 15 ülkenin parası değer kazanmış. ‘Güçlenenler’ arasında liderliği ise son dönemdeki performansıyla dikkatleri toplayan Brezilya üstlenmiş.
Sohbetlerde işadamı ve yöneticilerin kafasında da sorular olduğunu gördüm. Herkes özünde iki sorunun yanıtını arıyordu:
Bir: Halkbank ve Vakıfbank’ın bu miktarda krediyi vermesi doğru muydu? Burada siyasi baskı oldu mu?
İki: Büyük özel bankaların genel müdürleri, böyle bir krediyi verirler miydi? Onların önüne gelse yanıtları ne olurdu?
Özel bankalar ne düşünüyor?
Çalık Grubu’nun Sabah ve ATV’yi Halkbank ile Vakıfbank’ın kredisiyle almaları üzerine çok yazıldı. Bu konuda ben kendi görüşümü yazma yerine, doğru adreslere sormayı tercih ettim. İsmi bende saklı 4 bankanın genel müdürüne yukarıdaki soruları yönelttim. ‘Siz olsaydınız, bu krediyi verir miydiniz’ sorusuna gelen yanıtları birleştirdim, aşağıya özetini çıkardım.
Böylece Çalık Grubu’na iki kamu bankasından açılan kredilere yönelik değerlendirmelere farklı bir bakış açısı ortaya koymaya çalıştım. İşte banka genel müdürlerinden ortaya çıkan görüşler:
Yabancı ve yerliler istemedi
-Bu kredi için Akbank, Garanti Bankası, Yapı Kredi ve İş Bankası gibi özel bankalara da gidildi, olumsuz yanıt alındı.
Bu görevi devraldığımda şöyle bir tablo ile karşılaşmıştık: Projenin adı ‘Ekonomide Yılın Adamları’ idi. Ancak, hem çok kadın aday vardı hem de kategoriler arasında ‘yılın kadın girişimcisi’ bulunuyordu. Gerçekten anormal ve bir anlamda kadınları yok sayan tanımlama idi. Bunun üzerine projenin adını ‘Yılın İş İnsanları’ olarak değiştirdik.
‘İş İnsanı’ tanımı genelde çok büyük kabul gördü. Bunun yanında, bir de karşı olanlar vardı. Onlar, ‘İş insanı uydurma bir kavram’ görüşünü ortaya atıyorlardı. Onlara göre, ‘iş adamı’ geniş bir kavramdı ve kadın-erkek ikisini de kapsıyordu. Ancak, geçen zaman ‘İş İnsanı’ kavramını haklı çıkardı. Artık kimseden bu konuda itiraz gelmiyor.
Peki ya TÜSİAD?
Bu sorunun yanıtını vermek için, olayın kaynağına bakmak gerekiyor… Global sıkıntıların kaynağında ABD vardı. Konut kredileri pazarından başlayan ‘kriz dalgası’ bütün dünyayı etkisi altına almıştı. Dolayısıyla, yeni bir dönem için, ABD’de işlerin düzeldiği, resesyon tehlikesinin ve yeni banka batış olasılıklarının da ortadan kalkması gerekiyor.
Peki riskler ortadan kalktı mı?
Resesyon olasılığına yönelik tahminleri birkaç hafta önceki yazımda ele almıştım. Önde gelen uzmanların tahminleri yüzde 50 düzeyindeydi. Şimdi tekrar baktım.
Örneğin, ilk ‘resesyon ateşini’ yakan ABD Merkez Bankası’nın eski başkanı Alan Greenspan, hala ‘yüzde 50 resesyon’ riski olduğunu savunuyor. Aynı tarihlerde, benzer bir orana dikkat çeken isim ise Martin Feldstein idi. Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu’nun (NBER) başkanı olan Martin Feldstein, en az Greenspan kadar önemli. Görevi nedeniyle, bütün ekonomiyi yakından izlediği için yaptığı tahminleri çok önemsiyorum.
Feldstein ne bekliyor?
NBER’in çok önemli bir özelliği var. Eğer ülke resesyona girecekse, bunu, Feldstein’in yönettiği kurum açıklayacak. Ocak ayında Capital için söyleşi yaptığımızda, ‘Resesyon riski yüzde 50’yi geçmiş durumda’ demiş ve eklemişti: ‘Verilerin incelenmesi için belirli bir süre gerekli. Bu nedenle biz resesyonu başladıktan en az 6 ay sonra ilan ediyoruz.’
Geçen gün Feldstein’e bu konuyu bir kez daha sordum. ‘Resesyon riskinin azaldığı görüşlerine ne diyorsunuz’ dedim. ‘Bu yorumu yapmak için şimdi çok erken’ diye yanıtladı ve ekledi: