Paylaş
Bu sorunun yanıtını vermek için, olayın kaynağına bakmak gerekiyor… Global sıkıntıların kaynağında ABD vardı. Konut kredileri pazarından başlayan ‘kriz dalgası’ bütün dünyayı etkisi altına almıştı. Dolayısıyla, yeni bir dönem için, ABD’de işlerin düzeldiği, resesyon tehlikesinin ve yeni banka batış olasılıklarının da ortadan kalkması gerekiyor.
Peki riskler ortadan kalktı mı?
Resesyon olasılığına yönelik tahminleri birkaç hafta önceki yazımda ele almıştım. Önde gelen uzmanların tahminleri yüzde 50 düzeyindeydi. Şimdi tekrar baktım.
Örneğin, ilk ‘resesyon ateşini’ yakan ABD Merkez Bankası’nın eski başkanı Alan Greenspan, hala ‘yüzde 50 resesyon’ riski olduğunu savunuyor. Aynı tarihlerde, benzer bir orana dikkat çeken isim ise Martin Feldstein idi. Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu’nun (NBER) başkanı olan Martin Feldstein, en az Greenspan kadar önemli. Görevi nedeniyle, bütün ekonomiyi yakından izlediği için yaptığı tahminleri çok önemsiyorum.
Feldstein ne bekliyor?
NBER’in çok önemli bir özelliği var. Eğer ülke resesyona girecekse, bunu, Feldstein’in yönettiği kurum açıklayacak. Ocak ayında Capital için söyleşi yaptığımızda, ‘Resesyon riski yüzde 50’yi geçmiş durumda’ demiş ve eklemişti: ‘Verilerin incelenmesi için belirli bir süre gerekli. Bu nedenle biz resesyonu başladıktan en az 6 ay sonra ilan ediyoruz.’
Geçen gün Feldstein’e bu konuyu bir kez daha sordum. ‘Resesyon riskinin azaldığı görüşlerine ne diyorsunuz’ dedim. ‘Bu yorumu yapmak için şimdi çok erken’ diye yanıtladı ve ekledi:
‘NBER olarak böyle bir yorum için yeterli süre geçmedi. O nedenle kurum olarak bir şey söyleyemem. Ama kişisel değerlendirmemi sorarsan, şu anda resesyonun içinde olduğuna inanıyorum.
Fakat resesyonun ne zaman başladığını şu anda bilmiyoruz. Belki Aralık, belki Ocakta başladı. Tipik resesyon 11 ay düzeyinde sürüyor. Fakat bu kez resesyonun biraz daha fazla süreceğini düşünüyorum. Çünkü, kredi piyasasındaki sorunlar çok daha derin. Bir başka risk ise konut fiyatlarının çok sert şekilde düşeceğidir. Bu da konut kredilerinin değerlerini, dolayısıyla bankaları olumsuz etkileyecek.’
Bunları olumsuzluğu artırmak için yazmıyorum. Sorun bir hayli derin. Bir süre sonra mutlaka atlatılacak. Ancak, her yükselişi, sorunun bittiğinin işareti saymamak gerekiyor. Önce kalıcı olduğunu görmekte yarar var.
‘Aynı isimli şirket’ sendromu
Türkiye’de büyük, orta ya da küçük… Bütün grup ve şirketlerin ortak bir özelliği var… Neredeyse tamamına yakını, grup şirketlerine ‘aynı ismi’ vermeyi çok severler. Bunu Erzurum’da, Diyarbakır’da, Denizli’de, İstanbul’da, kısaca her yerde görmek mümkün… ‘Aynı isimli’ şirketler üretmenin, olumlu ve avantaj getiren gerekçeleri olduğunu biliyorum. Ama bazı durumlarda da sıkıntılar yarattığına da şahit oluyorum.
Bazen bunu tüketici olarak yaşıyor, güvendiğiniz bir şirketin kardeş kuruluşundan yaptığınız satın almadan ‘hayal kırıklığı’ duyabiliyorsunuz. Bu durumda fatura ‘müşterisi olduğunuz’ ilk şirkete de kesiliyor.
Geçenlerde böyle bir şirketin genel müdürü ile konuşurken, onun da sıkıntıları olduğu gördüm. Çünkü, kendi şirketinin itibarı ve piyasa gücü, aynı isimli diğer şirketlerden daha güçlüydü. Üstelik, tüketiciye yansıyan ciddi sorunları da vardı. O sorunlar, sektörü iyi tanımayan müşterileri olumsuz etkiliyor, şirkete de negatif yansımada bulunuyordu.
Buradan, ‘aynı isimli şirket’ yaratmak yanlıştır sonucu çıkarmak istemiyorum. Ama bu durumdaki şirketler için özel bir ‘itibar’ yönetimi olması gerekir diye düşünüyorum.
Yabancıların ‘gübre’ aşkına dikkat!
Zaman zaman rakamların ayrıntılarına bakmayı severim. Gelişen, ancak gözden kaçan bazı gerçekler hakkında bilgi almak için önemli ayrıntılara rastlamak mümkündür. Geçen hafta içinde Ekonomist’in borsa editörü Talip Yılmaz’dan, ‘hisseler bazında yabancı oranlarının bir yıllık değişimini’ rica ettim. 2007 Nisan ve 2008 Nisan başı için artış oranlarını hızlı bir şekilde bana iletti.
Yabancı paylarındaki değişimi ortaya koyan tabloda , bazı hisselerde yüzde 10 ile yüzde 27 oranında artışlar dikkatimi çekti. Değişik sektörlerden, farklı neden ve hikayeleri olan hisseler arasında ‘gübre şirketleri’ dikkatimi çekti. Gübre Fabrikaları, Bağfaş ve Ege Gübre’de yabancı payları artmıştı. Rakamları tabloda görüyorsunuz. Hisseler, düşen borsada müthiş prim rakamlarını yakalamışlar. Örneğin, Gübre Fabrikaları, 8.8 YTL’den 25 YTL’ye gelmiş.
Gübre şirketlerine ne oldu?
Bu sorunun yanıtını da ikinci tabloda bulabilirsiniz… Tablo, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) üretici fiyatlarını ölçmek için kullandığı verilerden oluştu. İki ayrı gübre cinsinin 2003-2008 yılları arasındaki fiyat değişimini görüyorsunuz. Birinin n ton fiyatı, 248.1 YTL’den 715.8 YTL’ye, diğerinin ki de 233 YTL’den 704,1 YTL’ye ulaşılmış. Fiyatlar 3 katına kadar çıkmış. Bunu gören yabancılar da hissede pozisyon almış.
İyi de ne oldu da gübre fiyatları bu kadar yükseldi? Üstelik, bu artışın önemli bölümü döviz kurlarının düşük seyrettiği dönemde gerçekleşti. Fiyat artışının bir bölümü artan petrol fiyatlarına bağlanıyor. Bir de biyodizel üretimi için, buna uygun bitki ekiminin gübre tüketimini artırmasına dikkat çekiliyor. Ama yine de gübre fiyatlarındaki bu denli artışı açıklamak için ikisi de yetersiz kalıyor. Gübre fiyatlarından şikayet eden okurlarımız haklı…
Paylaş