İki krizi birbirine benzetenler kadar, son yaşananı daha ağır görenler de var. Bazıları 1929’a, bazıları da şimdikine ‘yüzyılın krizi’ diyor.
Bence bu tartışmalar devam edecek, aradan yıllar geçtikten sonra daha anlamlı değerlendirmeler yapılacaktır. Ancak, şimdiden bakınca iki kriz arasında bazı fark ve benzerlikler görmek mümkün. Benim bulabildiklerim ise şöyle:
1. 1929 yılında yaşanan krizde, ekonomiyi yönetenler ve iş dünyası önce gelen dalgayı küçümsediler. O yıllarda yapılan açıklamalara baktım, ‘Gelip geçicidir’, ‘Her şey yoluna dönecek’ gibi değerlendirmeler var. Bu kez, güçlü bir şekilde, ‘Yüz yılın krizi’ değerlendirmesi yapıldı, bütün dünya hükümetleri ve merkez bankaları önlemler aldılar.
2. 26 Ekim 1929’da başlayan büyük çöküşte Dow Jones, en yüksek düzeyinden yüzde 47 değer kaybetti. Ardından 1930 yılının baharında, ‘enayi rallisi’ denen dönem başladı, Temmuz 1932’ye kadar aralıklarla sürdü.
Şimdi bazı benzerlikler var. Dow Jones, 9 Ekim 2007’deki düzeyinden 27 Ekim 2008’e kadar yüzde 42 değer kaybetti.
3. O yıllarda Amerikan vatandaşının hisse sahipliği çok düşüktü. Oysa şimdi 2006 verilerine göre, emeklilik paketlerinin üçte ikisi hisse senedine yatırım yapıyor. Bu nedenle içinde bulunduğumuz düşüşte vatandaşın, emeklinin de canı yandı.
4. Büyük buhranda sırasında kötü krediler ve spekülasyon bankacılığı sakat bırakmıştı. 1930’ların ortalarında batan banka sayısı 5 bine ulaşmıştı. Şimdi batan banka sayısı 20’yi geçmedi, bankalar yavaşlatsalar bile kredi vermeye devam ediyorlar.
5. ABD’nin 1929 yılındaki krizinde Merkez Bankası faiz oranlarını yukarı çekti, piyasadaki likiditeyi adeta kuruttu. 2008 yılında ABD Merkez Bankası (FED), son 1 yılda 9 defa faiz indirimine gitmek zorunda kaldı.
Demokrat adayın önde gittiği dönemlerde ilk gün değer kaybeden Dow Jones Endeksi bile 4 Ekim Salı gününü yüzde 3’ün üzerinde artışla kapattı.
Şimdi ise Obama döneminin borsaya neler getireceğine gözler çevrilmiş durumda… Birkaç hafta öncesinde 8000 düzeyine inen, son günlerde 9600’e kadar yükselen Dow Jones’un nasıl seyir edeceği merak ediliyor.
Bunun yanıtını kesin olarak vermek zor. Piyasalar kısa vadede önemli konuları satın alıp, ardından kar satışı yaparlar. Ancak, orta ve uzun vadede yeni başkanın etkisi mutlaka görülür. Bunun boyutunu da geçmişteki hareketlerden anlamak, o doğrultuda bir tahmin yapmak mümkün.
Yeni başkan borsaya ne getirir?
1948-2007 arasında yapılan bir başka değerlendirmede ise 4 yıllık dönemde borsanın nasıl performans gösterdiği ortaya konuluyor. Buna göre, Demokratlar’ın ilk yılında borsa ortalama yüzde 15.7 prim yapıyor. Cumhuriyetçi Parti’de ise ilk yıl performansı yüzde 1.9 düzeyinde…
Sonraki yıllarda Cumhuriyetçiler arayı kapatsa bile, Demokratlar’ın borsaya etkisi daha olumlu oluyor. Çünkü, 1948-2007 arasında borsa yüzde 13.1 yıllık ortalama yükseliş göstermiş. Demokratlar’da bu oran yüzde 15.4, Cumhuriyetçiler döneminde ise yüzde 11.4 olmuş.
Borsa açısından göründüğü kadar mesaj şöyle… Demokratlar’ın ilk etkisi olumsuz, sonradan olumlu oluyor. Bakalım bu kez nasıl devam edeceğiz.
BEREKET BULUTLARI TÜRKİYE’Yİ TERK EDİYOR MU?
Rakamlarda, özellikle küçükleri temsil eden ‘ticari unvanlı’ işletmelere yönelik çok önemli mesajlar öne çıkıyor. Çünkü, uzun yıllardan beri ilk defa ‘açılan’ ve ‘kapanan’ işletme sayısının bu kadar birbirine yakın olduğunu, Anadolu’nun bazı yerlerinde iflas vurgusunun ön plana geçtiğini görmemiştim.
TÜİK’e göre, yılın ilk 9 ayında 37 bin 713 ticari unvanlı işyeri kurulmuş. Buna karşılık 31 bin 417 işyeri de kapanmış. Şimdi yazacağım rakamlara dikkat edin… 2006 yılının aynı döneminde 42 bine yakın işyeri kurulmuş, onun üçte biri kadarı, yani 17 bin 800’ü kapanmış. 2007’de kapanma, kurulmaya biraz daha yaklaşmış. Bu kez 38 bin işyeri kurulurken, 18 bini de kapanmış.
Esas darbe Anadolu’da
Aslında esas alarm sinyali Anadolu’dan geliyor… Çünkü, İstanbul’da her kurulan 3 işyerine karşı 1’u kapanırken, bu oran İzmir’de 1.6’ya karşı 1’e düşüyor. Ankara’da ise neredeyse 2 açılan işyerine karşı 1 kapanma gerçekleşmiş.
TÜİK, Anadolu’yu toplu olarak değerlendirmiş. Örneğin, 2006’da Anadolu’da her 2 yeni kurulana karşı 1’i kapanırken, 2007’de 1’de 1’e yaklaşmış. 2008’in ilk 9 ayında ise 1 yeni kurulan işyerine karşı neredeyse 1.5 işyeri kapanır hale gelmiş.
Küçüklere sahip çıkma zamanı
Krizin sarstığı İngiltere’ye bakıyorum. Hükümet, bankaların yanı sıra küçük işletmelere de sahip çıkıyor. Okuduğum kadarıyla Küçük İşletmeler Forumu adlı bir oluşum kuruluyor. İngiliz Hükümeti, 14 milyon kişiye iş sağlayan, 4.5 milyon küçük işletmeyi hayatta tutmak için, ilk etapta 350 milyon pound’luk paket hazırladılar.
Türkiye’de de hükümetin acil olarak küçük işletmelere bu tip paketler hazırlaması, onları teşvik edecek, moral verecek önlemler açıklaması gerekiyor. Çünkü, küçüklerden ciddi kötü sinyaller geliyor.
Bu kapsamda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, işadamı ve yöneticilerle bir araya geldi. Konuştuğum işadamı ve yöneticiler, görüşmelerin olumlu geçtiğini belirtiyorlar. Durumdan memnunlar ama gelişme bekliyorlar. Özellikle de IMF ile stand by konusunda hızlı bir karar alınması gerektiğinin altını çiziyorlar.
Toplantıya iki banka genel müdürü katılmıştı. Bunlardan biri de Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen idi. Hafta içi yaptığımız sohbette, görüşmelerle ilgili kısa görüşünü alma şansım oldu. ‘Maliye Bakanı ile toplantılar verimli geçti. Sorunlara bir çözüm yaratabilir diye düşünüyorum’ şeklinde konuşan Özen, birkaç konuya dikkat çekti:
IMF anlaşması havayı yumuşarı
-Gördüğüm kadarıyla toplantıya katılan işadamı ve yöneticiler sakindi. Bir panik havası gözlemedim.
-Herkesin ortak görüşü, yurtdışında işlerin sakinleştiği, stresin azaldığı yönünde idi. Ancak, Türkiye’ye yönelik endişeler var.
-IMF ile imzalanacak anlaşmanın işimizi kolaylaştıracağı, işleri olumluya çevirebileceği düşünülüyor.
-Krize iyi girdik, tamam. Ancak, bundan iyi de çıkmamız gerekiyor.
-Krize girerken iyi yönlerimiz vardı. Bunun yanında BB- notumuzun olduğunu, cari açık ve dış borçta sorunlarımızın olduğunu unutmamalıyız.
Ancak, bunlara rağmen hala dev dalgalar piyasaları vuruyor, gelişmiş, gelişmekte olan, bütün ülkeler bir türlü durulmuyor. Tam ‘duruldu’ derken, yeni bir dalga daha kıyıya vuruyor…
Böyle bir ortamda herkesin aklında doğal olarak ‘ne zaman’, ‘en kötü geride kaldı mı’, ‘daha ne kadar sürer’ gibi sorular var.
İşin doğrusu bu soruları bir kişinin kesin olarak bilmesi mümkün değil. Ancak, şimdiye kadar olanları iyi tahmin edenlerin, gelecek hakkında da isabetli tahminler yapması mümkün. O nedenle birkaç ay önce görüşüne başvurduğum ve ‘daha kötüsü gelecek’ değerlendirmesi aldığım Barry Eichengreen ile tekrar konuştum. ABD’de Berkeley Üniversitesi profesörlerinden Eichengreen’in yine ilginç tahminleri var. ‘Bizim kuşağın gördüğün en kötü durgunluk’ diye değerlendiren Prof. Eichengreen’in global krizin geleceğine yönelik analizleri şöyle:
-Bu aşamada artık Amerika’da hiç alışılmadık kadar derin ve uzun süreli bir resesyon kaçınılmazdır.
-Biz Amerikalıların çoğunun bugüne kadar görüp görebildiği en ciddi resesyon, işsizlik oranının yüzde 10’a çıktığı, 1980’lerin başındaki dönemdi. Zannedersem böyle bir durumla 2009’un sonunda tekrar karşılaşacağız.
-ABD’de şu anda yüzde 6.1 olan işsizlik oranı , normal bir resesyon ortamında 2 p
1990 yılına girerken sadece 34 mağazası vardı. Zamanın genel müdürü Bülend Özaydınlı, ‘büyük mağazacılık’ taraftarı idi ve bu konuda patronları ikna ile uğraşıyordu. İlk sırada ise doğal olarak merhum Vehbi Koç vardı. Bülend Özaydınlı, bunun için çok sayıda görüşme yapmış, her seferinde ‘büyük mağazacılığın’ önemini ortaya koymuştu. Vehbi Koç ise bu işin zorluğuna dikkat çekmişti.
Bülend Özaydınlı, o günleri şöyle hatırlıyor: ‘Vehbi Bey çok tedbirli bir kişidir. Karar alınırken çok iyi değerlendirme yapılmasını isterdi. Uzun bir süre görüştük. Yanlış hatırlamıyorsam, 4-5 görüşme yaptık. Bunların bazılarını evinde gerçekleştirdik. Hepsinde bu tür mağazacılığın Türkiye için erken olduğunu anlattı ama bana da ikna etmem için olanak sağladı. ‘Beni ikna et’ yaklaşımını benimsedi. Ben de onu doğru zaman olduğu konusunda ikna etmek için çaba gösterdim.’
Sonuçta Bülend Özaydınlı haklı çıktı ve Vehbi Koç’dan beklediği yanıtı aldı. Patronu ona ‘yap ya da yapma’ dememiş, bazı konulara dikkat çekmekle yetinmişti. Yani ‘karar senin’ demişti. Ardından da eklemişti: ‘Artık ben emekli olmuş bir işadamıyım. Ben kendi hayatımı yaşıyorum. Siz gençsiniz, bu sektörü daha iyi tanıyor, biliyorsunuz. Nasıl doğru görüyorsanız, öyle devam edin.”
Koç Holding, Bülend Özaydınlı’nın çizdiği stratejiyi seçti ve yoluna devam etti. Zaman onu haklı çıkardı ve Migros bir dev haline geldi. Şimdi 1000 mağaza hedefine doğru gidiyor.
Bu anı aslında Türkiye’deki bütün şirketlere, onların yönetici ve patronlarına iyi bir ders olmalı. Çünkü, Türkiye’deki şirketlerin yüzde 99’u ailelerin kontrolünde… Dolayısıyla önemli bölümünde suyun başında aile üyeleri oturuyor, yönetimde söz sahibi oluyorlar. Hepsinde de bir genel müdür ile profesyonel kadro var. İzlediğim kadarıyla kurucu, aile üyeleri ve CEO/genel müdür arasında çok iyi bir senkron tutturulamıyor. CEO’lar, önemli ölçüde devre dışı kalıyor, kararlar patronlar tarafından alınıyor. Bu da beraberinde ‘güçsüz’, ‘etkisiz’ CEO’ları getiriyor. Patronun müdahalesi nedeniyle karar alamayan, tereddüt eden yöneticiler de şirketin performansını etkiliyor. O nedenle kurumsallaşma peşindeki şirketlere Koç’un kitaplarını okumalarını, uygulamalarını izlemelerini öneriyorum.
Bakın Bülend Özaydınlı ne diyor: ‘Vehbi Bey, sorumluluğu ve riski üstlenen kişilere bu tür önemli kararları verdirirdi. Ve hepsinin de takipçisi olurdu.
Yanlış olduğunda da mutlaka müdahale ederdi.’
Piyasalara bahar gelebilir, ancak dikkatle olmakta yarar var
Bu para birimlerinin özelliği, büyük ölçüde Türkiye ile aynı sepete konan ülkelere ait olmalarıydı.
Brezilya, Güney Afrika, Hindistan, Güney Kore ve Romanya gibi ülkelerde para birimlerinin değer kaybı yüzde 20’lere yaklaştı. Hatta krizin ilk ateşinin yandığı Ağustos’tan bu yana alırsak bazı paralarda değer kaybının yüzde 50’leri aştığı görülecektir.
Böyle bir ortamda Türk Lirası’nın değer kaybı, kim ne derse desin sınırlı kaldı. En kötü günde 1.43’lere yaklaştı, olumlu havalarla da 1.38’e kadar geriledi.
İşin sırrı nerede?
Bu kriz sırasında dövizde çok daha yukarıları tahmin edenler vardı. Kötü tahminler çıkmadı. Yabancılardan ve yerlilerden bir miktar döviz talebi geldi. Ancak, başta yabancılar olmak üzere dövizde çok büyük bir panik satışı olmadı. Bunun arkasında mutlaka ekonominin gücü, bankacılık sisteminin yapısı da vardır. Fakat en önemlisi yabancılar ‘rekor düzeydeki’ reel faizi de göz ardı etmediler. Konuştuğum yabancı ve yerli uzmanlar, sağlam bir bankacılık sistemine sahip Türkiye’nin, yüksek getiri nedeniyle dövizde büyük bir darbe yemediğine dikkat çekiyorlar.
Dünya ‘negatife’ giderken
Türkiye, Brezilya ile birlikte en yüksek reel faizi veren ülke durumunda… Şimdi dünyanın büyük ekonomileri ardı ardına faiz indirimine gidiyor. Çarşamba ve Perşembe günleri bu yola başvuran ülke sayısı 10’a yükseldi. Bununla birlikte başta ABD, Japonya ve Avrupa Birliği olmak üzere çok sayıda ekonomide ‘negatif faiz’ uygulaması da yaygınlaşmış oldu.
Burada bir tablo var. IMF’nin verilerini güncelleştirerek hazırladığım bu tabloda, önde gelen ülkelerdeki ‘reel faiz’ durumunu ortaya koyuyorum. Görüyorsunuz, liste başında Türkiye ile Brezilya var. Türkiye’de faiz yüzde 20-12 aralığında, enflasyon ise yüzde 11-12 düzeyinde seyrediyor. Bu iki ülkeyi ise yüzde 2 ve altında reel faiz veren ülkeler izliyor.
Bu konuda epey çalışma yapmış, hatta bir ‘sıfırlı para’ koleksiyonu da oluşturmuştum.
1994 yılındaki araştırmada Türkiye, ‘en sıfırlı paralar’ liginde ilk 3’te yer alıyordu. 20.000.000 YTL’lik banknotla, Nikaragua, Zambia, Zaire gibi ülkelerin arasındaydı. Bu ülkeler ‘sıfır sildikçe’ Türkiye’nin yeri de değişiyordu. Neyse ki, YTL Planı devreye girdi ve Türkiye büyük bir girdaptan kurtuldu.
Yoksa Türkiye’yi ‘hiper enflasyon kurbanı’ ülkelerin kaderi bekliyordu. Örneğin, Macaristan’da 1920’lerde 100 kentrilyonluk banknot basılmıştı. Almanya, savaş sonrasında milyar marklık para birimini kullanmıştı. 1990’ların başında Sırbistan’da1 kilogram sosisin fiyatı 20 trilyon dinara çıkmıştı.
YTL hayatımızı değiştirdi
Bizim çocukluğumuzda 100 TL’lik banknotlar vardı. Onu da pek görmezdik. 1980’ler ve sonrasında sıfır sayısı enflasyonu başladı. 1000, 5000 derken, 20 milyona kadar geldik. 2001 yılındaki kriz sonrasında başlayan programla, YTL süreci başladı. Sıkıntılara rağmen YTL Projesi başarıyla yürütüldü ve 2009 başında TL kullanmaya geri dönüyoruz.
Merkez Bankası Başkanı’nın tanıtımı sonrasında dünyadaki banknotları tekrar gözden geçirdim. Tam 112 banknotu değerlendirdim. Euro ve doları birden fazla ülke kullanıyor. Bu nedenle ülke sayısının 130’a yakın olduğunu düşünmek gerekiyor.
Banknotlardan çıkan mesajlar
-Şimdiye kadar Türkiye gibi çok sayıda ülke ‘sıfır atma’ operasyonu yaptı. Bazılarında birden fazlası yaşandı. Türkiye, zor bir projeyi başarıyla yürüttü.