Kanat Atkaya

Ya NBA'yi geri verin veya DigiTürk'ü alın

4 Ocak 2002
HAYATTA ayar olduğumuz mevzular listesinin en başında ‘‘Enayi yerine koyulmak’’ bulunur. Yaklaşık 1,5 yıldır (Arada bazı faturalara kafamız atsa da) abonesi olmaktan mutluluk duyduğumuz DigiTürk, şu anda memleketin basketbol aşıklarını enayi yerine koyuyor. Biz de haliyle ayar oluyoruz, yani sinirleniyoruz, yani çileden çıkıyoruz, yani sağlam bir kafa atmak isteği oluşuyor içimizde.

Şimdi haklı olarak soruyorsunuz tabii; ‘‘Ne yaptılar böyle, sinir sistemini haddinden fazla zorlayacak?’’

Şimdi efendim. NBA'nın, yani basketbol hastalarının kalbinin güplediği güzellikler üstü lig, nba.com.tv adı altında mükemmel bir televizyon kanalı aracılığıyla izleniyor dünyada.

Bu kanalda yeni maçları, unutulmaz maçları vesaire seyrediyor, basketbol konusunda hayatınızda bir boşluk bırakmayacak şekilde yaşayıp gidiyorsunuz.

DigiTürk, yayına başladığında çok şık bir hareket yapmış ve program listesine nba.com.tv'yi de eklemişti. Bu kanala üye olabilmek için, Standart Paket adı verilen paketi alıp, üstüne de 3 milyon lira ödemeniz yeterli oluyordu. Yakın dönemde bu rakam 6 milyon lira oldu, ona da eyvallah.

Fakat DigiTürk, geçenlerde yapmış olduğu bu şık hareketi yerle yeksan edecek bir uygulama başlattı. Ayda 20 milyon TL gibi bir para ödeyerek Standart+NBA izleyenler, bir emrivaki ile artık Lig TV'ye de üye oldukları yolunda müjdeli (!!!) bir haber aldılar. Bu müjdenin (!!!) karşılığında artık 39 milyon TL ödemeleri gerekiyordu.

* * *

Şimdi, adama sormazlar mı: ‘‘Bana sordun mu ey DigiTürk?.. Sence ben futbol hastası mıyım?.. Beni niye böyle kurnaz tüccar yöntemiyle kazıklama ihtiyacı duyuyorsun?... Alnımda salak yazıyor da, ben mi farkında değilim?..’’ diye.

Ben bir DigiTürk üyesi ve basketbol hayranıyım. NBA hadisesine girersem gece zaten 3-4 saat uyuyan biri olarak tamamen uykusuz kalacağımı bildiğimden bu güzel hadiseden yararlanmıyorum. Fakat bu benim DigiTürk'e öfkelenmeme engel teşkil etmiyor.

Daha önce de bahsettiğim bir web sayfası vardı: www.batug.com. Misak-ı Milli sınırları içinde basketbola sevdalanmış pırıl pırıl insanların hazırladıkları bir NBA sayfası.

DigiTürk'ün bu büyük kıyağını onlar sayesinde öğrendim. Daha önce ‘‘Beyaz Gölge’’ hadisesinde başarılı olmuşlardı. Bu kez de DigiTürk'ü yaptığı yanlıştan döndürmeye çalışıyorlar.

Fakat ulaşabildikleri DigiTürk yetkililerinden: ‘‘Sayın abonemiz, bakın böyle güzel bir imkanı bu devirde kimse kimseye sunmaz. Spor Paketi aldığınızda, Lig TV'yi de izleyebileceksiniz. Niye arıza çıkarıyorsunuz ki’’ minval cevaplar alabiliyorlar sadece.

DigiTürk ayrıca, sadece NBA hadisesini izlemeye sevdalı 15-20 kişi bulunduğunu iddia ediyormuş ki; sadece benim çevremde 50 kişi vardır sadece bu kanalı izlemek için DigiTürk alan. Siz kimi yiyorsunuz, çok afedersiniz.

Basketbol seyircisinin futbol izlemek gibi bir mecburiyeti var da, biz mi haberdar değiliz. Bu olaya haklı olarak isyan eden çocukların büyük bölümü, ailelerini DigiTürk üyesi yapabilmek için ne kadar dil döktü ben biliyorum.

nba.com.tv'yi izlemek için gerekli aylık 6 milyon TL abonelik parasını harçlığından biriktirenler var. Bu çocuklar basketbol ruhu için sizin hiper-modern fakat ruhsuz teknik donanımınızı evlerine soktular, Süper Lig maçları seyretmek için değil.

* * *

DigiTürk'te herkesin, toplu halde aklını kaybetmediğinden veya bir şekilde vicdan sahibi insanların da orada bulduğunu düşünerek, çocukların çağrısına aracı oluyorum.

İsteyen, size göre çok hesaplı olan Spor Paketi'ni seçsin, isteyen Lig TV seyretsin, isteyen de NBA. Yani milletin cebinden 19 milyon daha alacağız diye insanları hobilerinden kopartmayın.

Çocukların bir bölümü DigiTürk'ü iade etmeye başlamış vaziyette. Şikayetlerini hem DigiTürk müşteri temsilciliğine hem de bizzat NBA yetkililerine bildiriyorlar.

Daha önce de söylediğim gibi ben nba.com.tv'ye üye değilim. Fakat bu durum düzelmezse ben de geri vereceğim DigiTürk'ü. Olayımız bundan ibarettir: ‘‘Ya NBA'yi geri verin veya DigiTürk'ü geri alın!’’ Yeter yahu bu kadar kazıklanmak...
Yazının Devamını Oku

Futbol ve polis

3 Ocak 2002
İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen’in “Polis artık futbol maçlarında görev yapmamalı” sözleri, gazetelerde kendine geniş yer buldu.

20 yıldır futbol maçına giden biri olarak ben de haberi, kulüp başkanlarının görüşlerini, dikkatle okudum.Öncelikle fikrimi söyleyeyim, sonra konuya değişik noktalardan yaklaşmayı deneyelim. Ben futbol maçlarında polisin görev yapmasını istemeyenlerdenim.Bunun nedeni de açık. Polisin gerilimli anlarda sergilediği davranışlar kitle psikolojisiyle taban tabana zıt. Polisin, öfkeli ve büyük bölümü gençlerden oluşan kitleyi kontrol altına almak için şiddet uyguladığında neler yaşandığına defalarca şahit oldum.Olaylar kısa sürede yatışacağına daha da alevleniyor, şiddet stad dışına taşıyor ve klişe tabirle “yeşil sahalarda görmek istemediğimiz sahneler” gerçekleşiyor.Polisin (stadyum içinde) yerini özel güvenlik görevlilerine bırakması fikri emniyet teşkilatı için de yararlı olacak.Özellikle “büyük” maçlarda geniş güvenlik önlemleri alabilmek amacıyla kadronun büyük bölümünün stadyum ve çevresine aktarılması, emniyet müdürlerinin kadro sıkıntısı yaşamasına yol açabiliyor. Bu durum belki İstanbul ve benzeri büyük illerdeki geniş kadrolara sahip teşkilatları zorlamayabilir.Fakat Anadolu illerinde ciddi problemlere yol açıyor. Son olarak Yozgatspor-Galatasaray maçı için Yozgat”a gittiğimde, çevre illerden takviye güç getirildiğine şahit oldum.Uzun lafın kısası, polisin stadlardaki görevini özel güvenlik şirketlerine “kademeli” olarak devretmesi hem futbol taraftarının, hem de emniyetin işine geliyor.* * *Ancak madalyonun bir de diğer yanına bakmak gerekiyor. Emniyet teşkilatı, bildiğim kadarıyla futbol maçlarında görev yaptığında Futbol Federasyonu’ndan veya kulüplerden ek bir gelir talep etmiyor. Yani kulüpler ceplerinden bir kuruş çıkmadan güvenlik meselesini hallediyor.Ama İçişleri Bakanı’nın tasarısı kabul edilirse, kulüpler için ek bir masraf doğacak.Fenerbahçe yöneticisi Nihat Özdemir “Biz bu işi kaldıramayız. Emniyet mutlaka işin içinde olmalı. Ayrıca kulüplere ayrı bir mali yük getirir” diyerek işin bu yönüne dikkat çekiyor.

Özdemir ve yine Fenerbahçeli Osman Yalçın dışında diğer kulüp yöneticileri hemen “Biz hallederiz” demişler. Fakat iş başa kalınca görüşleri değişir mi onu şimdiden bilemem.Ayrıca Türkiye’de onbinlerce kişinin güvenliğini sağlayacak kalibrede bir güvenlik şirketi bulunduğunu sanmıyorum. “Security” tabelası asanın güvenlik şirketi kurabildiği göz önüne alınırsa, başka bir tehlike daha beliriyor ufukta: Stadlarda görev yapacak güvenlik şirketlerinin ve şirket elemanlarının yeterlilikleri.Şu anda üç büyük kulübün stadında kısıtlı sayıda da olsa özel güvenlik elemanı bulunuyor. Ama bu güvenlik elemanları, kitlesel olaylarda ne derece etkili olabilir, bilemiyoruz.

Bildiğimiz tek şey, konunun “Bekleyelim nasıl olacağını görürüz” denilemeyecek kadar ciddi olduğu.Polis stadlardaki görevini “kademeli” olarak bırakırken, yerine geçecek şirketlerin de sıkı bir denetçisi olmalı. Yoksa stadlarda faciaya davetiye çıkarılmış olur.

Yazının Devamını Oku

Ayıların kış uykusu yalanı

29 Aralık 2001
ŞİMDİ efendim, geçen hafta Berlin Hayvanat Bahçesi'nde buluştuğum aslan, kaplan kurt gibi arkadaşlarımdan söz etmiştim size. Bu Berlin'in hayvanat bahçesi, bir günde zor gezilen bir yer. Haliyle bir yazıda anlatmak da pek mümkün olmuyor. Daha bunun öküzü var, kuşu var, yılanı var, zebrası var (cızgılı at)...

Geçen hafta mevzuyu, ‘‘Ben cimbomun maçı için Yozgat'a gidiyorum, bir şey istiyor musunuz oradan’’ diye bitirmiştim. Boşa kelime harcamışız. Yozgat'tan size ancak kar topu getirebilirdim.

Yozgat zaten minnacık bir ilimiz. 60 bin nüfus varmış. Tekel'in bira fabrikası var ama bira yok mesela, enteresan bir yer.

Bir de Yozgatspor taraftarı her golden sonra ‘‘Bu gece bardaaaaaaa, gönlüm hovardaaaaa, çalsın sazlar, oynasın kızlaaaaaar’’ diye bağırıyor. Sormak isterim hangi bara takılacaksınız arkadaşlar? En yakın bar 220 kilometre uzaktaki Ankara'da...

Ama Yozgat'ın hakkını yemek istemem. Bir kere ‘‘Hititler kek miymiş?’’ diye sorarlar adama. Hititler gelip buranın 80 kilometre filan ötesinde medeniyet kurmuş. Yani bozkır filan derler ama neticede bir takım güzellikleri var. Yemekleri güzel, insanı dostça davranıyor.

Zaten bu dostluklarını Doğan Koloğlu ağabeyimizle Sabah'tan Levent Tüzemen'e otomobillerine kadar ‘‘eşlik ederek’’ de gösterdiler.

Hakem Selçuk Dereli, Sergen'e hak ettiği kırmızı kartı göstermedi diye dünyanın en beyefendi insanı, babaları yaşındaki Doğan Bey'e saldırıyorlar. Yozgatlılara hiç yakışmadı, o kadarını söyleyeyim. Herhalde onlar da sonradan üzülmüşlerdir yaptıklarına.

* * *

Her neyse... Geçen hafta kurtları nasıl gaza getirdiğimi anlatıp, mevzuyu bağlamıştık.

Kurtlarla bir müddet daha kafa bulup, huzurlarından ayrıldıktan sonra su aygırının bulunduğu bölüme gittim. Su aygırı malumunuz iri bir arkadaş. Haliyle bunlara kocaman bir bölüm ayırmışlar. Su aygırları işin gösteri bölümünü çözmüş. Üç dört tanesi arka tarafta yayılıp etrafı keserken, bir tanesi gelenlere şov yapıyor.

Şov dediğim de, fok gibi burnunda top çevirmiyor. Yapı itibariyle ağırbaşlı, aile terbiyesi almış bir hayvan su aygını. Geliyor havuzun kenarına, cam bölümün arkasında öööööyle duruyor.

Yanına geçip elinizi omzuna atıp fotoğraf bile çektirebilirsiniz. O kadar sakin. Arada bir kendini daldırıyor dibe. Orada da öylece duruyor.

Sıkıldım onu seyretmekten ve vurdum kendimi yine yollara. En sıcak, en duygusal anları ayılar ile paylaştım. Onların soğukla bir problemleri olmadığından dışarıda kafalarına göre takılıyorlar. Ayılar kendilerine ayrılan bölümde sohbeti koyulaştırmışken ben de tedbiri elden bırakmadan uzaktan seyrediyorum (Artık seyredince ne oluyorsa demeyin, gidip kafasını okşayacak halimiz yok allahın ayısının.)

İçlerinden bir tanesi, muhabbeti kesip müşteriyle ilgilenmek zorunda kalan bakkal tripleriyle bana doğru gelmeye başladı. Arada tel ve hendek bulunduğu için rahatım ama refleks olarak ayının her ileri adımında ben yarım adım filan geriliyorum.

Bu yaklaşabileceği kadar yaklaştı. Tam ben hazırladığım soruyu yöneltecekken gözlerimin içine baktı ve ‘‘Gnaaaaaaaaaargh’’ diye esnemeyle höykürme arası bir şey yaptı, sonra poposunu sallaya sallaya diğerlerinin yanına döndü.

Yüzüme esnenmesi şeklinde bile olsa nihayet bir hayvanla iletişim kurmak içimi rahatlattı. Bir de kabalık yapanlara ayı derler. Ne kadar yanlış bir kanı. ‘‘Hazırladığın soru neydi?’’ diye merak edenler olabilir. ‘‘Usta bakıyorum sizin kış uykusu yalan olmuş. Sizin uyuyor olmanız gerekmiyor muydu?’’ die soracaktım. Vakit olmadı.

* * *

Vahşi köpek, kartal, zürafa derken, soğuktan kurtulmak için sıcak bir yere kaçma fikrini benimsedim.

Yekten akvaryum bölümüne yazıldım. Akvaryum dediğime bakmayın. Tabii ki envai çeşit balık var. Yenen türde balık pek yok ama tropik balıklar vesaire hepsi orada. Fakat, timsah var, yılanlar var, böcekler var...

Timsahlara bir nehir ambiansı yaratılmış. Üstlerinden de bir köprü geçirmişler. Siz o köprünün üstünden bunların yatışını seyrediyorsunuz.

Ben ne olur ne olmaz diyerek köprünün kenarına yaklaşmadım. Kurt hadisesinden ders çıkarmışım bakın kendime. Timsahlarda, tedbiri elden bırakıp aşağı düşmüş bir ziyaretçiyi yemiş gibi bir huzur seziliyor.

İnsan bir suya dalar, bir atraksiyon yaratır, ne bileyim ağzını açar değil mi? Yok, işte. Kaplan gibi bunlar da kalıbı sermişler.

Son olarak cumartesi gününüzü mahvetmeyeceğimi umarak, böcek bölümünden bahsedeyim. Böcekleri cam bölmelerde sergiliyorlar. Ama doğal ortam yaratmak için vermişler otu dekorasyona.

Böcek zaten küçük bir yaratık. Otların arasından göreceğim diye canınız çıkıyor. Örümcekler filan kolayda, kulağakaçan gibi bir böcek vardı, onu görene kadar 10 dakika baktım.

Bir de hamamböceği, bildiğimiz hamamböceğini sergiliyorlar. Tırışka bir mutfak dekoru yaratmışlar. Vitrinin içine de doldurmuşlar bir sürü hamamböceğini, dolanıp duruyor. Böğğ, hakikaten iğrençti...
Yazının Devamını Oku

Kapı nasıl kırılır

28 Aralık 2001
JOSHUA Piven ve David Borgenicht'in ‘‘Berbat Durum Senaryoları’’ adlı kitapları dışarıda yayınlandığında büyük ilgi görmüş, gazeteler kitaptan alıntılar yapmış, ortalık bayağı şenlenmişti. Kitap, bir süre önce Güneş Tokcan'ın çevirisiyle dilimizde de yayınlandı. Normalde bu tür kitaplarla işim olmaz diyeceğim ama bu tür kitaba da pek rastlanmadığından yalancı durumuna düşeceğim.

‘‘Berbat Durum Senaryoları’’nın sayfalarını karıştırmaya başladığımda ilk tepkilerim ‘‘Yok deve’’ ile ‘‘Haydi canım sen de’’ oldu.

Mesela ilk bölüme bakalım: ‘‘Bataklıkta kayan kumlardan kendinizi nasıl kurtarırsınız?’’ Kardeşim, birincisi benim doğa ortamlarında işim olmuyor. İkincisi bataklık olduğunu bildiğim bir bölgeye hayatta gitmem. Üçüncüsü, haydi bir bataklık faciasının tam ortasına düştüm.

O kitapta anlatılanları yapamam. Yok sırık alacakmışım, sırığı bataklığın yüzeyine yatıracakmışım, omurgama dik açıyla gelecek şekilde kalçanın altına yerleştirecekmişim...

Ben bataklığa düşmüşüm... Bırak uygulamayı, bunları hatırlamam bile imkansız be! Bir de şu cümle içimi fena etti: ‘‘Eğer bir organınızı kayan kumlardan çekmeyi denerseniz, oluşan karşı vakum ile mücadele etmek zorunda kalırsınız. Iyyy!

İkinci başlık ‘‘Kapı nasıl kırılmalı?’’ Buna sıradan bir Türk vatandaşı, ‘‘Kodum mu omuzu, kapıyı yerle yeksan ederim’’ olur. Fakat arkadaşlar tekmenin daha etkili olduğunu savunuyorlar ve ekliyorlar: ‘‘Nah böyle, kilidin tam üstüne vuracaksınız!’’ Hayatta pek kapı kırmadım, ama bir gün gerekirse, bunu aklımda tutacağım.

Kitapta, potansiyel oto hırsızları için de eğitici bazı bölümler var. İlk bölümün adı ‘‘Otomobilin zorlanarak açılması.’’ Bayağı şekillerle filan destekleyerek, otomobil nasıl açılır gösteriliyor. Haydi otomobili açtın, nasıl kontak anahtarı uyduracaksın? Onu da düşünmüşler. İkinci bölümün başlığı da ‘‘Otomobile düz kontak yaptırmak.’’

Arabayı arakladınız ve yola koyuldunuz. Canınız biraz artistlik yapmak istiyor. Kitap o konuda da yardımcı oluyor. ‘‘Otomobilinizle 180 derecelik hızlı bir dönüş yapmak’’ başlıklı bu bölümde bu atraksiyon adım adım aktarılıyor.

‘‘Başka bir otomobile nasıl çarpılır’’ da enteresan. Gazı 40 kilometre hıza ulaşana kadar veriyorsun, sonra da gidip diğer otomobilin arka tekerleğine 90 derecelik açıyla (Nasıl ayarlayacaksan artık bilemiyorum) doburt diye bindiriyorsun. Peki bunu niye yapıyorsun? Hiiiç maksat arıza çıkartmak olsun.

***

Mesela yolda öyle yürüyorsunuz. Birden karşınıza kopmuş bir yüksek gerilim kablosu çıkıyor. Ne yaparsınız? Uzak durursunuz değil mi? Yazarlar da bunu tavsiye ediyorlar zaten. Allahım, yarabbim, tutup kenara çekecek halimiz yoktu herhalde. Ama yine de sağolun.

Faydalı olabilecek birtakım bilgiler tabii ki bunlar. Mesela bir ‘‘Köpekbalığı nasıl uzaklaştırılır?’’ bölümü var. Favorilerimden. Köpekbalığı size saldırınca, siz de direkt buna saldıracakmışsınız. Köpek balığının canının en tatlı olduğu yerleri burnu ve solungaçlarıymış. Allah yarattı demeden ekleştirecekmişsiniz.

Bakın arkadaşlar, Jaws'ı seyrettiğimde küçük sayılacak bir yaştaydım. Bugün havuza girerken bile ‘‘dın dın dı dın-dın- dın dı-dın’’ diye Jaws müziğini mırıldanırım. Ve hálá paranoyak stil yüzerim. Her türlü tedbire rağmen bir köpekbalığıyla karşılaşırsam, büyük ihtimal ‘‘Buyrun bu salak bedeni afiyetle gövdeye indirin köpekbalığı bey’’ derim herhalde.

Dağ aslanıyla karşılaşınca paltonuzu açarak kendinizi daha büyük göstermenizi tavsiye ediyorlar. Yanınızda çocuk varsa, kucağınıza alarak daha iri gözükmeye çalışacakmışsınız. Yanımda bir çocukla dağ aslanıyla karşılaşırsam çocuğu tabii ki kucağıma alırım ve herhalde aslana doğru uzatırım.

Timsah saldırısı sırasında hayvanın gözünü örtmek gerekiyormuş. Ben bir timsahın gözlerini örtecek kadar soğukkanlı kalabilirsem, yani düşüp bayılmamışsam filan zaten havada karada harcarım onu.

Bu enteresan kitapta, nefes borusu açma ameliyatının (Trakeotomi), otomobilde bebek doğurtmanın yöntemleri bile var. Hatta abartıp, ‘‘Uçak nasıl yere indirilir’’i bile anlatıyorlar.

Enteresan ve komik birşeyler okumak isterseniz, takılın. Ama bence en iyisi oturun oturduğunuz yerde ve belaya bulaşmayın.
Yazının Devamını Oku

Berlin ve İstanbul

24 Aralık 2001
Yıl 1989. Berlin Duvarı yıkılıyor. Dünya, nefesini tutmuş izliyor...

İyi günler.

Yazının Devamını Oku

Hisseli Harikalar Kumpanyası

24 Aralık 2001
Galatasaray, bir önceki güne göre bahar havası sayılabilecek bir havada sahaya çıktı. Ne kar var, ne tipi var. Maç başladı, mükemmel olmasa da durumu idare edebilecek bir top oynadı. Victoria'nın ayağından spor programlarına jenerik olacak güzellikte bir gol de buluyor. Sonra, sonra ne mi oluyor? Vallahi ben anlayamadım. Anlayan beri gelsin.

Golü bulana kadar kendi sahasından neredeyse kafasını uzatmayan Yozgatspor, bakıyor ki, Galatasaray'da bir numara yok, yavaş yavaş rakibinin üstüne yüklenmeye başlıyor. G.Saray'da ne isterseniz var. Medrona Sirki mi dersiniz, Hisseli Harikalar Kumpanyası mı, siz tercih edin.

Futbolcu, topu ayağına alıp, vesikalık fotoğraf çektirecek gibi iki dakika poz veriyor. Satranç hamlesi yapacak gibi bu kadar düşündükten sonra ne mi yapıyor? Şişiriyor topu. Şimdi neyi bahane edeceksiniz? Soğuk havayı mı? Yozgatlı da soğuk havada oynuyor. Tropik iklimde mi doğdun, büyüdün? Soğukta da oynayacaksın.

SENİN İÇİN LUCA

Yozgatspor haliyle Galatasaray'ı 3-1 gibi bir skoru yakalamışken, elinden kaçırdığına üzülüyor. Ama üzülmesinler, kırılmasınlar. Kendi hataları. Maç 3-1 iken aynı kontratak futbola devam etseler, emin olun dört de olurdu beş de. Maçın sonlarına doğru oyuna giren Berkant skoru 3-3'e taşımakta büyük pay sahibiydi. Penaltı golünden sonra direkt Lucescu'ya koştu. ‘‘Ve bu gol senin içindi’’ dedi. Galatasaray zorlukla kazandığı puanları döke saça ilerliyor. Çok efendi bir takım olduğundan rakipleri kendisine yanaşsın diye elinden geleni yapıyor. Hani kapı önünde karşılaşan beyefendiler vardır. ‘‘Buyrun siz geçin. Aman efendim olmaz, siz geçin’’ diye birbirlerine yol verip dururlar. Beşiktaş'ın bu kadar efendi (veya enayi) olacağını hiç sanmıyorum.

Hakem, ilk yarısında düzgün götürdüğü maçta kritik bir noktada yanlış karara vererek gerilimi artırdı. Sergen'e çıkan kartın rengi kırmızı olabilirdi. O kart sarı çıktıktan sonra tersi düzüne denk geldi ve maç 3-3 bitti. Yozgat seyircisi haklı olarak kaçan galibiyete üzülüyor fakat endişelenmesinler 6 numara Cem Karaca ve yeni aldıkları Finli futbolcu Sumiala bu takımı çok daha iyi noktalara taşıyacak gibi gözüküyor.
Yazının Devamını Oku

Maço aslanın dişisine ettiği

22 Aralık 2001
BERLİN Hayvanat Bahçesi'nin büyük olduğunu, dünyanın bu alanda sayılı mekanlarından biri olduğunu duymuştum. Fakat bu kadarını beklemiyordum. Hayvanat bahçesi merakı nasıl açıklanır bilemiyorum. Fakat bunu insanın kendi içine yaptığı bir yolculuk veya arkadaşlarını tanımak için yapılmış bir araştırma olarak da görebilirsiniz.

İstanbul karla mücadele ederken, Berlin'de yağış yoktu. Fakat kardeşim, o ne soğuktur öyle. Hayvanat Bahçesi'ne gitmeden önce, ‘‘Kalabalık olabilir’’ demişlerdi. Bu soğukta ne kalabalığı yahu. Fil sayısı insan sayısından fazlaydı.

Hayvanat Bahçesi Berlin'de, ‘‘Bugün hava soğuk, ben Mayıs'ta gelirim’’ diyecek halimiz de yok. Kapıya kadar gitmişken daldım içeri.

Önce filleri görüm. Hortumları filan öyle duruyorlar. Deri kalın olduğu için soğuk moğuk da takmıyorlar tabii ki. Bomboş bir alanda 20 kadar fille bakışmak tuhaf bir duyguydu. Niye böyle bir şey yaptım bilemiyorum ama fillere el salladım. Haliyle tepki vermediler. Bir tanesi hortumuyla yerdeki su birikintisinden bir buz parçası aldı ve hoooop yiyiverdi. Enteresan tabii ki.

Sonra tabelalara baka baka ilerlemeye başladım. Amacım, aslanların bölümüne ulaşmak. Planımı da yaptım. ‘‘Sarı’’ diye bağıracağım ve aslanların ‘‘Kırmızı’’ şeklinde karşılık vermelerini bekleyeceğim.

Aslan, akıllı bir hayvan. Fil gibi, öküz gibi, ayı gibi dışarıda durmuyor bu soğukta. Kendine ayrılmış kapalı mekanda takılıyor. Aslan kafesinin önüne geldiğimde enteresan bir manzarayla karşılaştım.

Erkek aslan, dişi aslanın üstüne yatmış, ensesinden kapmış kükrüyor da kükrüyor. Bir kenarda da çocukları olduğunu tahmin ettiğim küçük bir aslan onları izliyor. Küçük aslan hafiften tırsmış. Ben de böyle bir aile kavgasına şahit olduğum için biraz utandım.

Bunlar bir süre böyle yattılar. Artık erkek aslan kafese içkili geldiğinden mi arıza çıktı, dişi aslan ağır bir laf etti de ona mı bozuldu bilemiyorum. Fakat erkek aslan belli ki çok sinirli. Kükreye kükreye dişiyi serbest bıraktı, bırakmasıyla da çaktı pençeyi.

Tam bir aile içi şiddet vakası. Yazık, dişi aslanın kaşının üstü, bir de burnu çizildi. Akan kanını yalaya yalaya bir kenara çekildi. Erkek aslan mağrur bir edayla, ‘‘Alemin kralı kim görün’’ havalarında bir süre dolandıktan sonra gitti bir kenara çöktü. Benim de ağırıma gitti. Hani aslan olmasa, insan olsa, gidip ‘‘Ne vuruyorsun lan kadına’’ diyeceğim fakat, arkadaş yırtıcı bir mizaca sahip.

*

‘‘Ben böyle asabi bir aslana tezahürat yapmam’’ diyerek, kaplanın yanına vardım. Kaplan öyle oturmuş mel mel gelene gidene bakıyor. Sanırsın kuzuya kaplan postu geçirmişler. ‘‘Ooooo, Kanat Bey taaaa İstanbul'dan kalkıp gelmiş’’ diyerek maymunluk yapmasını beklemiyorum ama bir esne be kardeşim. O bile yok, öyle duruyor.

Sünepe kaplanı bırakıp çitaya gittim, o da kaplandan beter. Yine ne varsa aslan da varmış diyerek, ayıların bölümüne gitmek üzere dışarı çıktım. Ayılar kış uykusuna yatmıyor arkadaşlar. Yani yatıyorlarsa da hayvanat bahçesinde yaşayanlar doğal olarak benimsemiyor böyle bir hareketi. Ayı ekibi açık alanda yuvarlanıp duruyor. Topesto düştü aklıma, onun böyle meşhur bir geniş yatma hadisesi vardır. yere yatar esneyebildiği kadar esner. Genetik kodlanma dedikleri böyle bir şey olmalı.

*

Tam ayıların bulunduğu alandan döndüm, iki adım attım ki karşıma iki tane beyaz kurt çıktı. Sallayan avcı gibi anlatıyorum ama hakikaten hal böyle. İki kurt bana bakıyor ben onlara. Dedim ki, ‘‘Eh, her ömrün bir sonu var. Bizimki de kurda yem olmakmış..’’ Önce, iki kurtun serbest kaldığını, önce bakıcıları yediklerini kesmediği için benim gibi kek bir ziyaretçi aradıklarını düşündüm. Sonra fark ettim ki, hayvanlar öylece durmuş bana bakıyorlar. Aramızda bir cam olduğunu anlayana kadar ömrümden bir 10 sene vermişimdir herhalde.

Arada cam var diye bu kez ben artistlik yapmaya başladım, ‘‘Atıl kurt’’ diyorum, ‘‘Kurt geeeh geeeeh’’ diyorum... O sırada yanımdan bir çift geçti. Almanca birşeyler söylediler anlamadım. Ama herhalde ‘‘Soğuktan beyin damarları büzüşmüş bunun’’ gibi birşeyler söylediler.

Siz bu yazıyı okurken ben Cimbomun maçı için Yozgat'ta olacağım. Var mı bir istediğiniz Yozgat'tan...
Yazının Devamını Oku

Gurmelerin acı dolu hayatı

21 Aralık 2001
EMİR büyük yerden geldi. Faça bir kitabın arasında çizgi roman okurken telefon çaldı. Yakalanmış gibi, can havliyle açtım telefonu. Uğur Cebeci (nam-ı diğer Kokpit), ‘‘Ne yapıyorsun sen bakayım bayramda?’’ dedi. Tanıştığımız günden bu yana, ‘‘Ağbi o uçaklar öyle nasıl havada kalıyor allasen?’’, ‘‘Uçaklar bazen arkada siyah iz bırakıyor. Motor yağ mı yakıyor acaba?’’ gibi sorularla yıprattığım Uğur Cebeci'nin bu sorusuna, ‘‘Elini öpmeye geleceğim ağabey’’ gibi abuk subuk bir cevap verdim.

O da her zamanki netliğiyle ‘‘İstemez. Manyak mıyım ben sana elimi öptüreceğim’’ dedi. Sonra da devam etti ‘‘Sen şimdi bayramda salatalık gibi oturursun evde. Sana bir güzellik yapayım, sen Berlin'e git’’ dedi.

‘‘Ne yapacağım ben Berlin'de’’ diye sorduğumda da, ‘‘Medeniyet görürsün biraz’’ cevabını verdi. Kavruk kavruk, ‘‘Teşekkür ederim’’ diyebilim sadece.

Berlin'e hareket etmeden bir gün önce ‘‘Uçaklarda korna var mı?’’ diye sorduğumda, ‘‘Sana bir de para veriyorlar değil mi bu gazetede’’ diye başlayan ve ‘‘Vor vor vor’’ şeklinde devam eden bir konuşma yaptı. O sırada bana biraz pişman olmuş gibi geldi ama ‘‘Serserilik yapma oralarda’’ dedi ve konuyu kapattı.

Berlin'e pazar akşamı Lufthansa ile Münih üzerinden uçtuk. Benim aklım Cimbom'un maçındaydı ama kardan dolayı ertelenmiş. O gün tribünde toplanan arkadaşlar alınmasın ama bu duruma ne kadar sevindim anlatamam.

Neyse efendim, ekipte benim dışımda bir adet Kokpit elemanı ve iki adet de gurme bulunuyordu. Gurme denildiğinde hep hafiften tırsarım (Nedenini az sonra açıklayacağım). Ama bu seferki gurmeleri tanıyorum. Biri sizin de tanıdığınız Tuğrul Şavkay, diğeri de Ali Esat Beyefendi.

***

Berlin'den önce, şu gurmelerden niye tırstığımı açıklayayım. Bir keresinde nereden akıllarına geldiyse, beni bir yemeğe çağırdılar. Ben de hangi akla hizmet ediyorsam, gittim. O akşam ne yemek yediğimi anlamadım. Bir de ritüelleri var. Öyle oturup hapur hupur gövdeye indirmiyorlar yemekleri. Zaten kuş kadar yiyorlar. Kazara yemek arasında sigara yaksan, devlet sırlarını satmışsın gibi bakıyorlar filan. Çıkışta direkt benim kokoreççiye yazılıp karnımı doyurmuş, bir de marifetmiş gibi bunu böylece yazmıştım.

O günden beri gurmelerin kara listesinde olduğumdan eminim. Fakat Tuğrul Bey ve Ali Esat Bey, bana bozulmuş olsalar bile hiç çaktırmadılar. Kibar insanlar tabii.

Efendim ben orada, yani Berlin'de gurmelerin acı dolu hayatlarına bizzat şahit oldum. Berlin; kültür sanat, mimarlık ve yemek konusunda büyük bir atakta imiş. Zaten bizi de bunun için çağırmışlar. Görelim, halkımızı bilgilendirelim, onlar da gitsinler Berlin'e yesinler içsinler, eğlensinler, binaları incelesinler...

***

Gurmeler için hayatın zorluklarına gelince. Bir kere bunlar yemek yiyemiyorlar. Hakikati söylüyorum. Mesela, oturuyorsun bir yere, sipariş vereceksin, yarım saat ellerindeki mönüyü inceliyorlar. Dananın gıdısı bana dokunur, istiridye bu mevsimde delikanlıyı bozar, o şarap içilmez derken, -incelemelerime dayanarak konuşuyorum- masadan ekseriyetle aç kalkıyorlar.

Eh, siz de bunlarla takılırsanız, siz de aç kalıyorsunuz. Berlin'de bunların elinden birkaç saatliğine kurtulduğumda direkt bir sokak satıcısına yazıldım, karnımı doyurdum. Sonra öğrendim ki, onlar da öyle yapmış...

Bir de bahsettiğim iki beyefendi de opera seviyor. Benim operayla bir alıp veremediğim yok. Zaten olsa bile opera camiasının çok umurundaydı sanki. Ben gece için ‘‘Nerede azsam?’’ diye planlar yaparken, beyefendiler gözlerinde hain bir pırıltıyla, bir bilet gösterdiler: ‘‘Berlin'de Mozart'ın Sihirli Flüt'ü izlenecek!’’

Ekip ambiansını bozmak ayıp bir şey. Tabii ben de takıldım peşlerine. Benim kıyafetim daha çok bir İngiliz pub'ına gidecek şekilde. Fakat ekibin kalan kısmı ful faça yapmış. Neyse ki, benden daha serseri kılıklı insanlar mevcuttu arada kaynadım.

Sihirli Flüt, haliyle Almanca sahneleniyor. Benim Almanca birikimim ortaokul-lise yıllarında Betamax videolardan izlediğim pornolarla kısıtlı. Porno Almancasıyla da opera anlaşılmıyor tabii ki. İlk perde bittiğinde, ben çıkarabildiğim kadarıyla konuyu özetledim.

Yani bir sanat etkinliği bu kadar mı anlaşılmaz. Hiçbir şeyi tutturamamışım. İkinci perdeyi de aynı şuursuzlukla seyrettim. Bu arada Tuğrul Bey, çok iyi bir opera izleyicisi. Sihirli Flüt'ün librettosunu hatim etmiş. Biri başlıyor aryaya, Tuğrul Bey de onunla beraber söylüyor. Ses mükemmel değil ama kalpten söylüyor.

***

Operanın ardından Berlin'in sayılı lokantalarından birine gittik. Çok afedersiniz insan böyle ne yediğini söylemez biliyorum ama söylemezsem de derdimi anlatamayacağım. Bir kuzu pirzolası getirdiler, pirzolanın o hale nasıl getirildiğini çözemedim. Tadı güzeldi eyvallah ama pirzola genel manada pirzolalıktan çıkmış. Bir de Tuğrul Bey'in içemediği özel bir şarap vardı (Detaylı bir şekilde anlattı ama ben aktaramam şimdi), onun yerine ben içtim. Çok güzeldi. Tuğrul Bey, sadece kadehi koklamakla yetindi.

Berlin'deki son gün, program filan yoktu. Direkt kaçtım ve yıllardır istediğim bir şeyi gerçekleştirdim, Hayvanat Bahçesi'ni gezdim. Dedikleri kadar güzelmiş Berlin hayvanat Bahçesi. Öküz, ayı, gergedan derken pek çok arkadaşla böylece hasret gidermiş oldum.
Yazının Devamını Oku