PAZARTESİ günü, Galatasaray'ın Lokomotiv'le oynayacağı maçı izlemek üzere Moskova'ya gidildi. Moskova'ya daha önce de gittiğimizden, belli planlarımız var haliyle.
Ne yapılacak? Ekipte daha önce Moskova'ya gitmemiş arkadaşlara bir rehberlik hizmeti verilecek. ‘‘Bak usta; burası Kızıl Meydan. Aha bu da Lenin'in mozolesi... Lenin'in mozolesinin karşısında gördüğün şu dükkan Max Mara, şu da Gucci. Evet ben de fark ettim Lenin'in mozolesinde döndüğünü...’’ gibi aydınlatıcı konuşmalar yapılacak.
Sonra ekip alınacak Arbat Sokağı'na götürülecek. Normal değeri 1 dolar filan olan dandik marka hediyeliklere 10 dolar ödenmesi seyredilecek, bu arada kalitesi düşük ama esprisi yüksek tişörtlerden alınacak falan filan.
Bu arada Ruslar, esprili tişört konusunun dalağını yarmış. Orta parmağını göstererek ayıp bir el hareketi yapan ve bu sırada ‘‘F*** Revolution’’ diyen Lenin türü tişörtlere alışmıştık.
Fakat bu kez Usame Bin Ladin tişörtü gördüm. Bu tişört karşısında nutkumun tutulduğunu söyleyebilirim.
Her neyse... Dediğim gibi planlarımız var Moskova'yla ilgili olarak. Fakat bu planları gerçekleştirmek için önce Moskova'ya ulaşmak gerekiyor.
Şimdi, arkadaşlar gitmeyenler elbette bilemez. Moskova havaalanına inmekle, Moskova'ya gitmek arasında büyük bir fark var.
Yol uzun ve benzerine ancak Kahire'de filan rastlanabilecek bir trafik var.
Yine de azmeden başarıyor bu sinir törpüleyici işi. Bizim azmedip becermişliğimiz var bundan önce.
Maça takımla gittiğimizden, bağımsız hareket etmedik ve takımı götüren tur şirketine yancı yazıldık.
Havaalanında asırlarca olmasa da bayağı uzun bir süre beklediğimiz otobüsümüz gelince yola koyulduk.
Rehberlik yapan arkadaşa soruldu hemen: ‘‘Otel uzak mı?’’ diye. Cevap şöyle geldi: ‘‘Yok, yarım saatte filan gidiliyor’’ diye.
Şimdi bu cevaptan anında kıllandım tabii ben. Moskova'da havaalanından yarım saat yol giderek ulaşabileceğiniz bir otel varsa bu da havaalanı oteli olabilir sadece. Yok öyle yarım saatte Moskova'nın merkezine ulaşmak diye bir şey.
Uyanığım ya sordum hemen tabii ‘‘Merkezde kalmıyor muyuz?’’
‘‘Hayır, ama merkeze yarım saat filan. Çok güzel bir otel...’’
Turizm sektörünü çok tanımam ama rehber arkadaşım çoktur. Onlardan öğrendiğim kadarıyla bu cümleyi Türkçe'ye şöyle çevirdim: ‘‘Arkadaşlar, adını ve yerini benim bile bilmediğim bir otele gidiyoruz. Dağ başı değilse bile, Moskova'yla alakamız olacağını sanmıyorum...’’
Dağ başı değildi ama hakikaten hem stada hem de şehir merkezine çok uzaktı netice itibariyle hotel. Moskova'ya kadar gelip, otelin lobisi ve Lokomotiv Stadı'ndan başka bir şey göremeyen pek çok gazeteci ve taraftar oldu. Yazık!..
*
Her neyse biz çaba göstermeye karar verdik. Biz dediğim; Milliyet'ten Mehmet Demirkol, Bilgin Gökberk ve ben...
Fatih Terim'in maçtan bir gün önce stadda yaptığı basın toplantısını izledikten sonra, şehire ulaşmaya çalışacağız.
Stadın önünde bekleyen insanlara ‘‘Nasıl taksi buluruz?’’ dedik.
‘‘Elinizi kaldırın yeter burada her otomobil taksidir’’ dediler. Bunun doğru olduğunu biliyorum ama bugüne kadar denememişim.
Yola çıktık, elimizi kaldırdık... Aaa! Hakikaten durdu.
Bindik otomobile gençten bir çocuk. O İngilizce bilmiyor, bizim de Rusça'yla bir alakamız yok.
Biri kızgın vaziyette suratıma bakıp ‘‘Niyet, niyeeiet!’’ derse, ‘‘Hayır’’ dediğini çözüyorum o kadar.
Otomobil yola koyuldu, iki dakika sonra bir ‘‘Aaaa!’’ daha çektik toplu halde.
Şoför çocuk Azeri'ymiş. kafasını gözünü yarsa da Türkçe konuşabiliyor. Muhabbet etmeye başladık. ‘‘Ne yapıyorsunuz?’’ dedi. ‘‘Maça geldik’’ cevabını verdik.
Şoför arkadaş bu kez ‘‘Futbolcu musunuz?’’ dedi.
Sadece, ‘‘Sen daha önce futbolcu görmedin herhalde’’ dedik...
Eleman hem Türkçe'yi iyi konuşamıyor, hem de geveze.
Anlatıyor da anlatıyor: ‘‘Ben İbrahim Tatlıses'i seviyorum. Bir de Emrah'ı’’ diyor...
‘‘Peki kadın olarak tercihiniz nedir?’’ diyoruz; sayıyor ‘‘Hülya Avşar, Sibel Can...’’
‘‘Tarkan'ı sevmiyor musun?’’ diyoruz; biraz manalı bakıp ‘‘Yok!’’ diyor.
Bu kez o soruyor: ‘‘Siz geldiniz mi daha önce Moskova'ya?..’’
‘‘Evet’’ diyorum, ama o zaman kar vardı.
Kar lafına nedense takılıyor... Bir kaç kez kendi kendine ‘‘Kar... Kar....’’ dedikten sonra dönüyor ve ‘‘Kar ne demek ağbi?’’ diyor.
Açıklamaya çalışıyorum: ‘‘Hani beyaz olur ya... Kışın yağar...’’
‘‘Haaaa, kar!’’ diyor.
Ben de merakımdan soruyorum: ‘‘Azerice nasıl 'kar' deniyor?’’
‘‘Eeeeeee’’ diyor, bir süre susuyor ve ‘‘Kar’’ diyor.