2 Nisan 2004
MAHALLE kahvesinde oturuyorum. Yan masamda seçim değerlendirmesi yapılmakta. Duymamış olduğum bir cümle kurulmuş değil son iki saat içinde fakat yarım kulak da olsa dinliyorum. Seçim bende de kendince bir iz bırakmış. Sandıkta parmak boyamakla görevlendirilmiş arkadaşın sol işaret parmağım üzerinde giriştiği deneysel çalışmanın izlerini hala taşımaktayım.
Tam ‘Ben bu parmakta oluşan şekle kahve falı muamelesi yaptırsam mı acaba?‘ şeklinde çirkinleşecekken, yan masadaki sohbet ‘Seçimin asıl galibi sandığa gitmeyenler’ yönüne saptı.
Sandığa gitmeme nedenlerini ‘Umudumu kaybettim bu sisteme; n’olur usta benden oy isteme’, ‘Başım ağrıyordu, kolum tutulmuştu; oy verecektim pusulam kaybolmuştu’, ‘Bir tembellik çöker önce yavaş yavaş; Ankara’nın şirin bir ilçesiydi di mi Ayaş?’ şeklinde açıklayanlar bir de bu durumlarını yüceltmiyor mu, hakikaten ayar oluyorum.
* * *
Ben de mevcut partilerin hiçbirine oy vermek istemiyorum.
Benim gibi milyonlarca seçmen olduğunu da biliyorum.
Ama seçim günü geldiğinde vergilerini düzenli olarak ödeyen, iyi bir vatandaş gibi yaşamaya çalışan, hileye hurdaya bulaşmayan ve memleketin asıl yükünü bütün asalaklara rağmen sırtında yaşayan kitlenin bir parçası olarak sandığa gitmek ve görüşümü bildirmek istiyorum.
Görüşüm ne mi?
Parmağı boyalı biri olarak, parmağı boyasızlara sesleniyorum: Boyasız parmaklar birleşin; işaret parmağınızdan başka kaybedecek birşeyiniz yok!
Ne demek istiyorum daha açık ifade edeyim: Sandığa gitmediğiniz zaman ‘Oy kullanmayan seçmen’ olarak değerlendiriliyorsunuz, yani aslında değerlendirilmiyorsunuz değil mi?
Seçim sonuçları açıklandığında partilerin oy oranlarının sıralandıkları grafiklerde kendinizi görebiliyor musunuz? Göremiyorsunuz değil mi?
Ama sandığa gidip, geçersiz oy kullansanız (Çok basit; birden fazla partiye mühür vurduğunuzda oyunuz direkt olarak geçersiz kabul ediliyor) nasıl olur?
Şöyle düşünün; bir sonraki seçimde, Boyasız Parmaklar Partisi kullandığı geçersiz oylarla üçüncü parti çıkıyor. Güzel olmaz mı?
Birinci parti A partisi, ikinci parti B partisi, üçüncü parti Geçersiz Oylar, dördüncü parti C partisi...
Sessiz kalarak, oy kullanmayarak, katılım sağlamayarak sadece sessizce köşenizde oturmuş oluyorsunuz.
Yine birileri seçim kazanıyor, birileri kaybediyor, hatta birileri kaybettiğini kabul bile etmiyor.
Kitleleri peşinden sürükleyecek karizmatik lider tipi yok bende. Benimki sadece bir öneri. Birileri bunun bayraktarlığını yaparsa seve seve teorisyen olarak katılırım.
Boyasız Parmaklar birleşin diyorum işte, sandığa gidin, geçersiz oy kullanın.
Daha ne diyeyim!
NOT: İspanya’daki terör saldırısının ardından gazetelerde ‘Bizdeki saldırılardan sonra yapılan mitinge ikibin kişi katılmıştı. Bir de İspanya’ya bakın’ türü yazılar çıktı. O mitinglerden Taksim’de yapılana katılmıştım. Tanıdığım iki kişi vardı. Ferai Tınç ve eşi Lütfi Tınç. O yazıları yazanların hiçbiri orada değildi. Not düşünüz lütfen!..)
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2004
Yıllar önce, Dünya Sineması’nda Rosa Luxemburg’un hayatı üzerine yapılmış bir film sırasında kıymetli bir arkadaşımla horlaya horlaya uyuduğumuz gün, film seçme kriterlerimde dönüm noktası olarak kabul edilebilir. ‘Seyretmezsen, entelektüel ortamlarda kavruk kalırsın’ türü filmlere ‘Tamam abi, ben öyle kalayım’ dediğimiz ve sıkılma ihtimalimizin bulunduğu filmlere gitmemeye başladığımız döneme böyle geçmiştik.
Bir ara Topesto biraderimle iyice radikal bir tavır içine girip ‘Hong Kong veya Hollywood yapımı değilse işim olmaz usta’ çizgisine kaymıştık.
Ama sonra yumuşadık tabii. ‘İyi ki yumuşamışız’ dedirtecek güzellikte Avrupa filmleri seyrettik.
Topesto hálá İran, Özbekistan, Afganistan sinemalarına karşı. Ben hiç seyretmediğim için zaten bir fikrim yok...
Neyse uzatmayalım; bu sene 23 yaşına basan Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin programı çıkmış. Topesto, kapıp geldi bi tane, bende karıştırıyoruz.
Bu karıştırma sırasındaki diyalogları tamamen aktarmayı isterdim ama böyle bir alana sığamayız. Bir de bazen konuşurken yılların verdiği bir alışkanlıkla birbirimize karşı salaklaşabiliyoruz. İki arkadaş laflarken olur da, sizle paylaşsam bir daha ciddiye almazsınız.
‘Ciddiyetmiş, peh! Sanki bilim aleminin sırlarını anlatıyor her hafta!’ diyen arkadaş, sizi fark etmedim sanmayın bu arada!..
*
Beraber gideceğimiz, beraber gitmeyeceğimiz (Yani isteyen kendi başına gidebilir) ve asla gitmeyeceğimiz filmleri belirledik önce.
Asla gidilmeyecek filmleri belirlemek için festival kitapçığında kullanılan bazı kelimelerden faydalanıyoruz.
‘Tam da...’ diye başlayan bir cümle varsa;
‘Trajik boyutu olay örgüsünün altında gizli, yavaş başlamasına karşın...’ gibi bir cümle görürsek;
‘...Duygusal işlevsizlik... Konuşan imgeler... Modern yalnızlığın özel bir türüne, yargılamayan, mahrem bir bakış...’ gibi hakikaten gittiğimizde hiçbir şey anlamayacağımız belli olan filmlerden uzak duruyoruz mesela.
Bunun dışında, bana biraz ırkçı bir tutum gibi gelse ve vicdanımı rahatsız etse de bazı ülkelerin filmlerinden uzak duruyoruz.
Bütün bu uyuzluğumuza rağmen 30’dan fazla film seçtik.
Bir kere, geçenlerde bahsetmiştim; Martin Scorsese’nin ABD’de televizyonda yayınlanan muhteşem bir Blues projesi vardı. Yedi filmlik serinin yapımcılığını yapıyordu Scorsese ve bir tanesini de bizzat yönetiyordu.
Dizinin diğer filmlerinin yönetmenleri arasında Wim Wenders, Marc Levin, Mike Figgis ve Clint Eastwood gibi isimler vardı.
‘Bir televizyon verse de seyretsek’ gibi gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz bir dileğimiz vardı.
Kalbimiz temizmiş, Festival getirtmiş yedi filmi.
Kaçırmayın.
Sonra Werner Herzog ve Klaus Kinski hadisesi var. Yönetmen Herzog ve Klaus Kinski’nin ‘Yeşil Kobra’, ‘Fitzcarraldo’, ‘Aguirre’ gibi filmleri hakikaten kaçmaz.
John Cassavetes (Baba!), Ken Russell, Marco Ferreri’den filmler seçildi.
Bir de Cemal Reşit Rey’de sinema tarihinin en önemli filmlerinden ‘Nosferatu’nun özel gösterimine gitmek için resmen yemin ettik.
Piyanist Eunice Martins canlı olarak çalacak ve biz de ‘Nosferatu’yu seyredeceğiz.
Başta festival sponsoru olan Turkcell olmak üzere, festival olmasa asla seyredemeyeceğimiz filmleri İstanbul’a ayağımıza kadar getirmek yolunda destek olan sponsorlara da teşekkürlerimi ve saygılarımı sarkıtırım...
Serüven başladı hayırlı olsun
Maceraperest Çizgiler’in bir süredir Levent Cantek yönetiminde bir çizgi roman araştırmaları dergisi hazırladığını biliyordum.
‘Serüven’ adı altında çıkmaya başladı dergi. Fiyatı 6 milyon TL ve üç ayda bir yayımlanacak.
Çizgi Roman üzerine yazılmış pek çok tatmin edici yazı var. Ekip zaten sağlamdı ve bakıldığında ‘Kötü bir şey çıkmaz’ dedirtiyordu.
Hayırlı olacağına eminim ama yine de söyleyeyim: Hayırlı olsun.
Dergiyi çok beğendim ama gördüğüm küçük bir eksikliği söylemeden geçersem, her şeyden önce hazırlayanlara haksızlık etmiş olurum...
Dergide kullanılan çizgi roman karelerinin nereden, hangi çizerden, hangi maceradan alındığına dair en ufak bir not yok.
Haydi ben Spiegelman’ın Maus’unu biliyorum ama bilmediğim pek çok kare de var.
Küçük birer resimaltı, okuyucunun işini büyük ölçüde kolaylaştırır.
Dostça bir uyarı, bir katkı girişimi filan...
Caz Festivali’nin programı şöyledir!
Daha Caz Festivali’ne çoooook var! Temmuz ayında, hatta tam olarak 7 Temmuz Çarşamba gecesi Esma Sultan Yalısı’nda başlayacak, 17 Temmuz Cumartesi sona erecek.
‘Bu kadar çok vakit varken niye programı açıklıyorsun?’ diyenlere ‘Bu bir tür saplantı’ diye cevap vereceğim ve sonra bu saplantıyı açıklayacağım.
Hey Dergisi’nde tıfıl muhabir olarak çalışmaya başladığım dönemde, ‘Bu yaz kimler gelecek festivale?’ sorusunu bir gazeteci olarak sorabileceğimi fark etmiştim.
O dönem İstanbul Festivali’nin basın ve halkla ilişkiler sorumlusu olan Arzu’cuğumu bayağı bir çürütmüştüm.
Kapıdan kovuyordu ‘Haydi git, ben bu listeyi Yavuz Baydar’a vermiyorum, sana mı vereceğim?’ diye, pencereyi zorluyordum.
Zamanla bana alıştılar, daha doğrusu, ‘Kurtulamıyoruz, kontrol altında tutup, birlikte yaşamaya çalışalım’ noktasına geldiler.
Şimdi mesela İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na girdiğimde yanağımdan makas alıp ‘Ayol ben bunun şu kadarcıklığını bilirim’ filan diyorlar, utanıyorum ama hoşuma da gidiyor tabii.
Neyse işte, festival programını benim o yaşlarda merak ettiğim gibi merak eden birileri vardır mutlaka aranızda.
Onlar için ama en çok kendim için ‘en önce’ açıklıyorum...
Hoşuma gidiyor kardeşim işte, zorla mı?..
*
Bu yaz gitar manyağı olacağımızı söyleyerek başlayayım.
8 Temmuz’da Paco De Lucia (Burhan Öçal da sahneye çıkacak), 10 Temmuz’da Pat Metheny (Trio formatında geliyor), yine 10 Temmuz’da Marc Ribot (O da trio takılacak), 15 Temmuz’da Jeff Beck ve 17 Temmuz’da John Scofield var.
Jeff Beck için bir ihtimal gelemeyebilir demek gerekiyor. Ama olmazsa yedeği mevcut!..
Bu yıl Esma Sultan’da hakikaten sesi çok güzel iki kadın dinleyeceğiz ki; bunlardan biri ayrıca güzel...
Mariza 14 Temmuz’da çıkacak. 13’ünde ise geçen sene dinlediğim ve çok beğendiğim Cibelle var. Brezilyalı Cibelle’e ‘ayrıca güzel’ dememin sebebini görünce anlayacaksınız. Aynı zamanda manken olan Cibelle, festival sanatçıları arasında medyada kendine en fazla yer bulan isim olmazsa ne olayım! (Ne olayım hakikaten ya?!)
14 Temmuz’da YES var, onu biliyorduk zaten. 12 Temmuz’da Bobby McFerrin, 9 Temmuz’da Bebel Gilberto ve 17 Temmuz’da Chaka Khan ayrıca güzelleştirecek yaz mevsimini.
Fakat Chaka Khan’da da bir problem olabilir. Hemen söyleyeyim, onun da yedeği mevcut!
Bu saydıklarımın hepsini tavsiye ederim. Ama özellikle dikkat çekeceğim bir konser var 9 Temmuz’da Cemal Reşit Rey’de.
Christopher O’Riley klasik müzikle iştigal eden bir piyanist. Christopher Abi (Türklerin önlenemez samimiyet atağına naçizane bir örnek!), kafayı Radiohead’e takmış.
Oturup ulaşabildiği bütün Radiohead kayıtlarını dinlemiş. Sonra parçaları yorumlama kararı almış. 16 Radiohead parçasından oluşan bir albümü var. Yahoo’da arama kutucuğuna abinin adını yazarsanız buluyorsunuz...
Ben girip oradan küçük küçük pasajlar dinledim. Bayağı enteresan. Konserde insanın kendisini jiletlemesine yol açar mı şimdiden kestiremem. Ama enteresan ve kesinlikle dinlenmesi gereken bir iş yaptığı kesin...
Big Band, DJ arkadaşlar, caz vapuru filan aynen devam.
Yaz gelse de Açıkhava’ya gitsek ya; çok özlemişim, şimdi fark ettim...
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2004
ABD'li antropologlar, çene kaslarının boyutunu belirleyen bir gende meydana gelişimin, beyine daha fazla yer açılmasını sağladığını ve insanın daha akıllı bir yaratık halin geldiğini öne sürmüş. Çok konuşanların boş konuştuklarını söylemek istemem aslında ama çenesi küçülünce insanın daha akıllı bir yaratık haline geldiği de doğruymuş işte.
Kemal Alemdaroğlu, ‘‘Güneydoğu'da 25 bin şehit verdik. Bir 45 bin daha, 100 bin daha şehit verir Kıbrıs'ı da alırız, Yunanistan'ı da!’’ demiş. Kendisi İstanbul Üniversitesi'nin rektörüdür ve antropologların çene boyutuyla ilgili kuramıyla bu haber arasında bir bağlantı yoktur.
Pek yakında haber klasikleri arasına gireceğinden emin olduğum ‘‘Çizgi filmler çocuğun dil gelişimini etkiliyor’’ başlıklı çalışma bir kez daha gündeme geldi.
Çizgi filmler dışında Türk televizyonlarında her şey çok normal seyrediyor ama içiniz rahat olsun... Örneğin dün öğlen saatlerinde Sevda Masalı'nda 5'er dakika arayla ekranda beliren dört altyazı cümleciğini sizlerle paylaşmak isterim:
Cümle 1: Zeynep, Alice'yi Güray'a yakıştırdığını Rüzgan'a anlattı.
Cümle 2: Berivan ile konuşan Güray, Rüzgan'la evlenmeyeceğini ve Berivan'a aşık olduğunu söyledi.
Cümle 3: Güray, Berivan'dan hoşlandığını ve bu hafta Rüzgan'ı göndermek istediğini söyleyince Berivan Güray'ı destekledi.
Cümle 4: Güray, ilk geceden beri Berivan'dan hoşlandığını Toygu'ya söyleyince, Toygu bunu dışarıda söylemelerini istedi.
Kıymetli okurlar, abartıyorsam Kuşum Aydın'ın programına canlı yayın konuğu olayım. Bu dört cümle birbiri ardına ekranda belirdi.
Rüzgan kim, Güray kim, n'oluyo ya?!.. Üniversite sınavında sorsan cevap verebilen çıkar mı?..
Kendi adıma, ‘‘Voltran'ı oluşturuyoruz’’ veya ‘‘Yabadabadu’’ veya ‘‘Bi kedi gördüm sanki’’ türü lafların bana daha fazla mana ifade ettiğini söylemekle yetineceğim.
Enrique Iglesias ‘‘Sanat dünyasının en küçük penisi benimki’’ demiş, bugüne kadar hiçbir Grand Slam kazanamamasına rağmen dünyanın en çok tanınan tenisçilerinden olan sevgilisi Anna Kournikova da ‘‘Evet, fazla bir şey yok’’ diyerek destek vermiş.
Büyük diye övüneni duymuşluğumuz var ama böyle demeç veren birini hiç duymamıştım. bir de nereden bilebilir ki? Bu tip konuların yer aldığı bir data bank mı var? Varsa bizim niye haberimiz yok. Bu konuşmadan sonra bu çiftin ilişkisi ne olur?.. Soru sersemi oldum...
Erzurum'da İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü bünyesindeki Korsan Yayınları Denetleme Komisyonu üyeleri, ‘‘Günde 60 porno film izlemekten ruh sağlığımız bozuldu. perişanız’’ şeklinde bir demeç vermiş.
Değerli komisyon üyeleri, porno filmlerin tamamını seyretmeniz gerektiğini kim söyledi size bilemiyorum. Ama bir filmin porno olup olmadığını anlamanız için tahminimce 5 saniye filan yeterli olacaktır. Yani kendinizi harap etmenize gerek yok di mi? Biraz pratik olalım lütfen...
İsviçre'deki Kıbrız görüşmeleri sırasında... Neyse ya!..
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2004
Müzik listeleriyle başlayan ve zaman içinde, ‘En Mayhoş 10 Meyve’, ‘Dilini Burnuna Değdirebilen 17’nci Yüzyıl Alimleri’, ‘Liste Yapmaya Değmeyecek 10 Mevzu’ noktasına kadar erişen liste merakım, haliyle çevreme de sıçradı. Liste konusunda takıntılı olduğumu daha önce de ifade etmiştim. Liste gördüğüm anda okurum. Hürriyet’in Cuma ilavesindeki ‘En iyi 10’ listeleri, bu ilaveye duyduğum sevgiyi artırmıştır mesela.
Müzik listeleriyle başlayan ve zaman içinde, ‘En Mayhoş 10 Meyve’, ‘Dilini Burnuna Değdirebilen 17’nci Yüzyıl Alimleri’, ‘Liste Yapmaya Değmeyecek 10 Mevzu’ noktasına kadar erişen liste merakım, haliyle çevreme de sıçradı.
Topesto, bu konuda en büyük gelişim gösteren arkadaşım oldu. Mesela bana ithafen hazırladığı ‘Seni Pataklayıp Mahkemeye Çıktığımda Beraat Edebileceğim 10 Haklı Neden’ başlıklı bir listesi vardır. Bu listenin ilk maddesi ‘Beni Listelere Bulaştırdı Hakim Bey’dir.
*
Geçen hafta buluştuk laflıyoruz. Laflıyoruz dediğim, kelime israfındayız karşılıklı olarak. Hiçbir manası yok konuşulanların. Topesto bu konuşma tarzına ‘Beyin sarkması’ diyor. Niye böyle diyor bilmiyorum ama.
Neyse, ‘Benim yeni bir liste girişimim var. Aslında iki tane ama, ikincisi henüz olgunlaşan boş fikirler departmanında bekliyor’ dedi.
‘Neymiş?’ dedim.
- Birinci mi, ikinci mi?
- Yalan konuşmuş olmayayım, ikinciyi daha çok merak ettim.
- En baba 10 propaganda pankartı listesi yapacağım. Şimdilik bir tane var ama...
- Nasıl bir şey?
- Beşiktaş’ta gördüm. ‘Ne Popstar, ne Topstar’ diye başlıyor.
- Güzelmiş.
- Evet güzel. Ama malzeme toplamakta güçlük çekiyorum.
- İzmir’de bir kadın muhtar adayının afişini gördüm. Teyzenin soyadı Rakıcı idi. Ama adını hatırlamıyorum. Fakat mesela bize slogan üretme işini verseydi, süper şeyler çıkarırdık di mi?
- Çıkarırdık.
- Bende bakayım o liste için malzeme. Peki birinci liste neydi usta?
- Jüri üyelerini garanti ağlatacak 10 hareket.
- Hangi jüriyi?..
- İşte o yetenek yarışmalarının jüri üyelerini. Şu ana kadar ağlamayan tek jüri üyesi Garo Mafyan. Hayır işin acayip yanı, ben kendimi taş kalpli bilirim; İbrahim Tatlıses’in, Armağan’ın filan gazına gelip benim de gözümün dolduğu oluyor.
- Neymiş abi garanti ağlatacak 10 hareket?
- Olgunlaşmadı abi daha liste. Notlar çıkartıyorum sadece.
- Delirdiğinin farkındasın di mi?
- Ne?
- Yok bişi...
*
Konuyu biraz dağıtmak için ‘Bugüne kadar yaparken en çok eğlendiğimiz 10 listeyi listeleyelim’ önerisini getirdim.
Şöyle bir liste çıktı ortaya:
1- Rakip takımda en büyük hasar yaratan 10 gol listesi.
2- Passaparola’daki en baba 10 yanlış cevap listesi.
3- Hayırsız erkek arkadaşa ayar olmuş kadın tarafından kurulan 10 cümle (1 numara ‘Aramadı hayvan!’dı, hatırlatayım...)
4- İyi ki benim adım böyle bir şey değil dedirten 10 isim listesi.
5- Fiziksel acı verecek ölçüde saçma sorulara verilmesi gereken ama ayıp olur diye verilmeyen 10 cevap listesi. (Örnek vereyim dedim, o da ayıp olur...)
6- En kötü 10 Türk filmi listesi... (Sarı Tebessüm bir numaraydı. Ama hálá seviyoruz biz onu manyakça...)
7- Gözünü kapattığında korku filmi gibi hatırladığın en rezil 10 gece listesi. (Bu ortak bir listeydi. Listeyi hazırlarken bile ‘Aaaaaaaah!’ diye bağırdığımızı söyleyebilirim bazı olayları hatırlayınca. Yine hatırladım nı-haaaaa!)
8- Bizim başka bir şey söylediğini sanarak yıllarca söylediğimiz şarkı sözlerinin doğru halleri listesi. (REM’den Michael Stipe’ın ‘Call Me When You Try To Wake Her Up’ dediği yeri ‘Only In Jamaica’ anlamış insanların var olduğunu biliyoruz. Yani pardon abi, kelime sayısı arasındaki farka bakın bi lütfen, anlamı filan geçip...)
9- En kötü 10 söylenmiş yalan. (Burada kriter ele yüze bulaştırmaktı. Topesto özellikle başarılıdır bu alanda ve listenin neredeyse tamamı onun yalanlarından oluşmuştu... Bir keresinde... tamam abi, yazmıycam, sakin ol. Allah Allah...)
10- Evde bulundurduğun için aslında utanman gereken ama bir türlü kopamadığın 10 albüm, 10 kitap listesi. (Bende Ketchup Song’un bulunduğu toplama albüm hálá duruyor mesela! Utanmalıyım di mi?..)
*
Muhabbet tam bitti derken Topesto internet üzerinde bazı insanların süper kötü listeler hazırladıklarını söyledi. ‘Ne gibi?’ dedim. Kişisel sitelerde ‘Gittiğim yerler’, ‘Okuduğum kitaplar’, ‘Ofisimdeki oyuncaklar’ gibi listeler yapıp sanal dünyaya salıyorlarmış.
Biz de mi yapsak acaba?...
Yok, bu liste işi hakikaten hasta insan işi... Buna karar verdim ben.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2004
MALUM şahıs ile ilgili olarak zaman içinde toplanan bilgilerin dökümü aşağıdadır. Bilgilerinize arz ederim. (Not: Şef bu arada sinirlerim teleme peyniri gibi oldu. Ben bi hafta bi yerlere kaçsam? Veya şöyle stres atacağım bi görev, Sirkeci'de trafik polisliği filan... Olur mu şefim?..)
Malum şahıs, her perşembe gecesi olduğu gibi Beyoğlu'ndaki Kaktüs Kahvesi'nde diğer malum şahıslarla buluştu. Yine NBA (Amerikan basketbolu) muhabbeti yapılıyor süsü verilerek hararetli bir şekilde konuştular.
Malum şahısların konuşmalarını kripto servisine aktardım. ben çözemiyorum artık bunların ne dediğini filan. ‘‘Vin Baker'ın gelmesiyle Nazr Mohammed'in dakikası düşecek New York Knicks'te...’’ dedi televizyona da çıkan toraman şahıs (K.K.). Ne diyo şefim bunlar ya?
Aynı gecenin devamında yine söz konusu televizyon kanalında futbol programı yapan sakallı (H.B. Gençliğinde solcu olduğu söylenir) şahıs geldi ve muhabbete bu sefer de futbol kisvesi verdiler.
Felix Magath diye birinden övgüyle söz edildi. Dış bağlantıları olabilir.
Bu arada takip ettiğim malum şahısın mana veremediğim bir hareketini önemli olabilir diye aktarmak istiyorum. Malum şahıs bir ara ‘‘Zümküfül zamanı!’’ diye bağırarak ayağa kalktı ve toplantı mekanını terk etti. Zümküfül nedir diye araştırma birimine not düştüm (Araştırma biriminin notu: Zümküfül, Şampiyon Kokoreç'in yaptığı sosis, patates ve acı sostan oluşan bir tür yiyecek. Çok güzelmiş, deneyen arkadaş öyle dedi... Hörmet!)
Malum şahıs, yine malum gazete bayiine uğrayarak sıralayacağım yabancı yayınları satın aldı: ‘‘Mojo, Q, FourFourTwo, Heavy Metal’’ Abuk subuk şeyler okuyor... Bir ara Birikim (Sol yayın) almak üzere hareketlendi ama sonra Esquire (Eeee, erkek dergisi) dergisiyle ilgilendi (Kapak kızı güzeldi, he-he!).
Çizgi roman arasında sol yayın takip ettiğinden şüpheleniyorum. Bir insan sürekli Teks ve Ken Parker okuyamaz. Batı hayranı işte, hem de vahşi batı hayranı (Vahşi Batı göndermesiyle, radikal olduğunu işaret etmemi takdir edeceğinizi düşünüyorum. Pardon yani!)
Ayrıca saçı uzun zibidi, heavy metalik yayınlar takip ediyor ve ara sıra üzerinde Mao resmi olan bi tişört giyiyor. Mao'nun resminin altında şöyle bişi yazıyor: ‘‘A very human figure.’’ Çevirmen arkadaşlar ‘‘Çok insani bir figür’’ demeye geldiğini belirtti. Mao'yu insani bir figür olan bu canavar, bu insanlığın yüz karası, bu, bu... Bu ne ya bu! Oynamıyorum ben ya!
Çikita yerine yerli muz tercih ediyor olmasını anti-emperyalist tavır olarak değerlendirirsem olayın dalağını yarmış olur muyum şef? Bu arada sürekli olarak üç tane muz alması ve yolda birini yemesi de enteresan bir detay olabilir.
Malum şahıs bugün hiçbir şey yapmadı. Durdu. Şahıs durdu diyorum efendim ya! Kıpırmamadı diyorum!. Karşı daireden gözlediğim kadarıyla şuurunu yitirmiş bir insan gibi kanepede yattı ve sürekli zap yaptı. Tam 9 saat diyorum şef ya! Ve bu arada hiçbişi seyretmedi! Bi tek ‘‘Sevda Masalı’’ programı sırasında kendine şiddet uyguladığına şahit oldum. Kumandayı kendi kafasına öyle bi ekleştirdi ki; içim fena oldu böğürtüsüne...
Malum şahıs balataları sıyırdı bence şefim! Cezai ehliyeti kalmadı, delirdi garibim! Fenerbahçe-Gençlerbirliği maçını seyrederken, Fener'in attığı gole sevindi eleman.
Şahıs Galatasaraylı, malum. Aynı zamanda Gençlerbirliği sempatizanı olduğunu biliyoruz. Bi Galatasaraylı, Fener'i ne kadar severse o kadar sever işte. Niye seviniyor bu adam ya? (Arkadaşlar açıkladı, UEFA hesabı gibi bişi varmış. Diyorum Batı hayranı bu diye! Anlatamıyorum ya, hayret bişisiniz!)
Şef, şeflerin şefi, yüceler yücesi! Bu şahıs var ya bu şahıs!.. Deşifre oldum galiba şef! Bu sabah köşede beklerken gelip ‘‘N'aber amiral, n'apıyon?’’ dedi bana. Bozuntuya vermedim ama sonra apartmanın kapıcısıyla geyik koyarak öğrendim ki; beni otopark görevlisi sanıyormuş... ‘‘Amiral ne?’’ diyeceksin, kapıcı ‘‘Bana da arşidük diyo abi, o öyledir’’ dedi. kendimi kaybolmuş hissediyorum şef!
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2004
Şimdi size on beş yaşımdayken filan İstanbul’a geleceklerini duyduğum anda heyecan ve sevinçten o dönemdeki en büyük derdim olan siyah noktalarımı tamamen iyileştirebilecek bir rock grubu mönüsü sunuyorum... Şöyle bir şey listemiz: Yes, Uriah Heep, Jethro Tull.
Biraz daha ilerleyen yaşlarımda, bu kez heyecan ve sevinçten kendimi -atıyorum- Cindy Crawford’la ıssız bir adada başbaşaymışım gibi hissettirebilecek (Abarttığımı fark ettim ama devam ediyorum) bir başka liste: Einstürzende Neubauten, Violent Femmes ve Therapy...
Bu saydığım grupların tamamı (Ve belki daha fazlası) birkaç aylık bir zaman dilimi içinde memleket sınırları dahilinde konser verecek.
Ayrıca Reamonn var ama, bu toplulukla ilgili bir anım bulunmadığı için benim açımdan çok bir şey ifade etmiyor. Edenler muhakkak vardır...
Bir de tabii 19-21 Mart tarihleri arasında Ankara’da Rock Station Festivali var ki; oradaki ekipler beni aşar...
Ekonomik kriz, Irak’ın işgali, terör saldırıları derken patır patır iptal olan konserler yeniden başlamış vaziyette yani.
Sevindirici bir gelişme olduğu aşikar.
Yakın bir arkadaşıma bu hislerimden bahsettiğimde ‘Şu anda Jethro Tull konserine gidersen, bu kez sıkıntıdan yüzünü siyah nokta basar mı acaba? Hiç böyle düşündün mü?’ dedi.
Sanmıyorum.
1990’ların başında geldiklerinde gayet güzel dinlemiştik işte.
Uriah Heep’i hiç seyretmedim mesela. Topluluğun hayranları ‘Heepster’ olarak anılır. O seviyede nüfuz etmişliğimiz yok bu hard rock ekibine. Ama yıllarca severek dinledik, o ayrı.
Einstürzende Neubauten, adını telaffuz edemediğimiz ama kimi zaman bayılmak, kimi zaman tekrar bayılmak üzere ayılmak suretiyle ilaç niyetine dinlediğimiz bir topluluktu.
Az sonra tarihleriyle vereceğim konserler arasında benim için en kıymetli olanı Violent Femmes! Benim durduğum yerden bakıldığında, en azından Açıkhava’da çalmaları gerekirdi. Fakat Manhattan da iyi olur. Biraz sıkışacağız belki ama iyi eğleneceğiz ve iyi bir konser dinlemiş olacağız.
O zaman 27 Nisan’da Violent Femmes’da görüşmek üzere.
Diğerlerine gider miyim, çok emin değilim şu anda...
İsa’nın Çilesi bizde tartışılır mı?
Vay nereden seyrettin seni korsancı diye höykürmeden durumu açıklayayım. Korsana karşıyım. Korsana karşı olan bir başka arkadaşım, korsana karşı olmayan bir arkadaşının ele geçirdiği filmi ortaya atınca (Daha doğrusu DVD Player’a taktı, atmadı yani) seyrettim ben de.
Gözümü kapatsam saçma olurdu, kabul edin. Ama bakın bayağı bir vicdan azabı çekmişim...
Neyse, ‘İsa’nın Çilesi’yle ilgili söyleyeceklerim çok fazla değil aslında. Madde madde ilerleyelim.
Filmin ‘geriye dönüş’ sahneleri hariç (ki herhalde 10-15 dakika bile tutmuyor) tamamı Hz. İsa’ya uygulanan şiddet üzerine.
Evet şiddet dozu çok fazla; evet bakmaya dayanamayacağınız yerler var; evet insanın içi kötü oluyor.
İsa’nın Çilesi’nin Türkiye’de ilk gösterildiğinde büyük ilgi göreceğine eminim ama bir tartışma yaratacağı konusunda aynı derecede emin olduğumu söyleyemem.
Herhangi bir İncil’i okumamış olanlar, Maria Magdalena’nın kim olduğunu, valinin karısının Hz. İsa’yı niye kurtarmaya çalıştığını filan bilemeyecek doğal olarak.
Böyle temel bilgilerin eksikliği filmi çözmek konusunda engel teşkil etmeyecektir belki. Ama seyirci okuyamadığı filmi tartışır mı? Veya büyük olasılıkla medyada kopacak tartışmayı ilginç bulur mu bilemem. Kendi adıma kimlerin tartıştığına bağlı olarak tavır alacağımı düşünüyorum.
Favori tartışmacılarımı da yazardım ama öyle kavga kızıştırır gibi bir hareket yanlış olur di mi?
Taşıdığı iddia yüzünden (Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri açısından bakın), film yönü geride kalmış durumda İsa’nın Çilesi’nin. Yanlış anlaşılmak istemem ama sıradan bir sinema meraklısı olarak iyi bir film seyrettiğimi söyleyemeyeceğim.
İncil’de uzun uzun anlatılan işkence dolu süreç, fazlasıyla ‘başarılı’ bir şekilde aktarılmış. Çok kan var, çok şiddet var.
İnancı kuvvetli Hıristiyanların (Tabii Yahudilerin de) filmi seyrederken ne kadar sarsılabileceklerini anlamak zor değil.
Türkiye’de gösterime girdiğinde, bu ‘korsan macerasının’ vicdan azabıyla gidip seyrederim bir kere daha.
Ama kaytarma ihtimalimi saklı tutuyorum.
Hafta içi yarışma maratonu
Hafta içi eğer akşamüstü erkenden evde olabilmişsem/kalabilmişsem klasik programım şöyle oluyor: Star’da Passaparola’nın eski bölümlerini seyretmek. Finale doğru Passaparola’yı kesip BBC Prime’a dönmek ve ‘The Weakest Link’e takılmak. ‘The Weakest Link’in tamamlanmasının ardından Show’a ışınlanıp ‘Passaparola’nın yeni bölümlerini seyretmek.
Şimdi, The Weakest Link’e dönmek için Passaparola’nın finali kaçırılır mı diyeceksiniz. Kaçırılır, çünkü sonunu biliyorum, hepsini daha önce seyretmiştim.
Passaparola konusunda uzun uzun anlatabileceğim hikayeler var. En sevdiğim İsmet Badem’in ‘Tarantula’ diyecekken ‘Tırakula’ dediği bölüm mesela. Yok, yok buna girersem hikaye çok.
Bir grup arkadaş evlerde oturup seyrediyor ve telefon trafiğiyle Passaparola’yı enteresan bir şekilde takip ediyoruz. Bunun ne kadar önemli olduğunu anlatabilmek için söylüyorum; aynı hareketi bir de Maraton için yaparız bu alemde.
Geçenlerde Topesto biraderim ‘Usta Metin Uca’yla Passaparola’ diye kutu oyunu çıkmış hadisenin, alalım mı?’ dedi.
‘Alalım’ dedim.
Bakalım hayatımız ne yönde değişecek...
Bilemiyorum.
İSTER SALLAN İSTER YUVARLAN
Ekip Tarih Mekan
REAMONN 14 Mart Venue Maslak
THERAPY 19 Mart Ooze Club (İzmir)
THERAPY 20 Mart Yeni Melek
EINSTÜRZENDE NEUBAUTEN 10 Nisan Venue Maslak
VIOLENT FEMMES 27 Nisan Manhattan
URIAH HEEP 22 Mayıs Parkorman
JETHRO TULL 30 Mayıs Açıkhava Tiyatrosu
YES 14 Temmuz Açıkhava Tiyatrosu
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2004
BAŞKANIN seçim gezisi sırasında konakladığı otel odasının kapısı çalınır. Kapıyı çalan kişi, başkanın danışmanıdır... - Kim o?
- Benim sayın başkan, danışmanınız.
- Gel!
(Kapı açılır, omuzlarından tutulmak suretiyle bir müddet sallanmış gibi bir ifadeyle danışman girer içeri...)
- Öksür bakalım!
- Öhö!
- Allaaaam ya! Baytarhane mi burası, öksür diyoruz; ne diyeceksen de yani!
- Sayın başkanım, görüşmemizde sayısız faydalar bulunan bir durumla karşı karşıyayız...
- Temel Reis yamuk mu yaptı nı-ha?
- Yok, tam öyle değil.
- Safinaz balatayı mı sıyırdı hı-ha!
- Tam öyle de değil...
- Tam olan neyse onla gel be birader sen de! Ben öksür dedim miydi, ciğeri aynen dökeceksin ortaya. Haybeden kelime israf etmeyeceksin...
- Efendim, kamuoyu araştırmaları, son dönemdeki konuşma tarzınızın vatandaşı rahatsız ettiğini gösteriyor da... Muhalefet de o noktadan çalışmaya başladı.
- Ne! Ne demişim yahu? Çayırlarda kuzu meler, tırışkadan nağmeler! Temel bişi mi demiş diyorum annadın mı; yok yarım diyosun, yok çeyrek... Yerse, yemezse jarse! Sevdim bu lafı. Yarınki konuşma metnine şunu ekle: ‘‘Hişş! Bana bak Çaça Temel; yerse, yemezse jarse annadın mı?..
- Efendim sırf muhalefetle alakalı bir durum yok! Vatandaş bazı isteklerini size aktarırken terslendiğini düşünmeye başlıyor. Son olarak pahalılıktan şikayet eden bir vatandaşa ‘‘Yemeğinizi de ağzınıza biz verelim isterseniz’’ demişsiniz. Kadıncağız hálá ağlıyor.
- Yav, kötü bişi mi demişiz! Hayat pahalı, hayat pahalı... Bizden önceki elemanlar sırasında ucuzdu da biz pahalılaştırdık sanki hayatı. Ayazlayan bizim kapıyı çalıyo; hayret bişi ya! Ayar oldum şimdi iyi mi!
- Efendim, söylediklerinizin doğruluğundan şüphesi olan pek yok, yalnız ifade şekliniz biraz ürkütüyor seçmeni, onun için şeytmiştik...
- Neytmiştiniz? Yav danışman, senin ne dediğini anlamak için de gagana dekoder bağlamak gerekiyor ha! Yekten konuşmak gibi bir meziyet kazandıramadık mı sana biz şu kadar zamanda...
- Başkanım, pardon ustacım! Bak şimdi iki dakika gagayı kıs, lafıma gel!..
- Ha şöyle!
- Vatandaşa kolpa yap, elinle Şam'ı, gözünle Fizan'ı göster diyen yok zaten size. Döktüğün lakırdı hakikat marka olsa bile, sen öyle bir söylüyorsun ki; vatandaşın dimağı düğümleniyor... Haliyle Temel'i de, Batman'i de, Malkoç'u da topu göğsünde yumuşatıp çakıyo 90'a. Çaktın mı köfteyi!
- N'apıcaz yani, bildiğimiz türküyü kesip İtalyanca mı okuycaz! Bizde neyse o kardeşim! Bi daha söyliyim yeri gelmişken: Yerse, yemezse jarse!
- Ya hocam, müdürüm, amiralim, arşidüküm, yapma şöyle işte ya! Biz sana öyle söyleme demiyoruz ki; öyle konuşma!
- Nassı yani! Ne zırvalıyo bu dekoder kaçkını! Akıllı ol!
- İşte ‘‘Mağdur oldum’’ diyene, ‘‘Kim mağdur ettiyse, o elemana doğru istikamet al bakim güzelim’’ demeyin de, ‘‘Vatandaşın sorunu bizim sorunumuzdur’’ filan deyin ya!
- Sen çok ‘‘Ya!’’ demeye başladın şimendifer surat!
- Ney?
- Ney değil zurna! Alın şunu dışarı. Bana işimi öğretiyo zayıf uydu sinyali!.. Sayıyla mı veriyorlar bunları bana ya!.. Açın bakim şu televizyonu Çaça Temel ne demiş?
***
- Yaz bakim yeni danışman; ‘‘Baktın bizim oylar çok semiz/ Boynu bükük dolanıyorsun ey Deniz/ Öyle uzaktan böbreğe çalışma/ (Eeeeeee! Du bakim bişi bulucaz buraya!) Bahçelerde kereviz!’’
Güzel oldu di mi?
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2004
VILLARREAL faciasının ardından toparlayamadığım kafamla birlikte uzun bir yolculuk yaptım ve İstanbul'a demin ulaştım. Kafam hala dağınık. Beni tanıyanlar ‘‘Ne zaman toparlamıştın ki?’’ diyebilirler ki; onlar da haklıdır.
Yol boyunca Galatasaray'la ilgili bir şeyler yazmayı düşündüm ama Milliyet Gazetesi'nin spor sayfasındaki manşeti görünce ‘‘Bunun üstüne bir şey söylenemez’’ dedim.
Milliyet, Sabri'nin sırtında ‘‘Sarbi’’ (!) yazan formasının fotoğrafına ‘‘Bir zamanlar tarih yazardı. Şimdi adını bile yazamıyor’’ manşetini atmıştı.
Sustum!..
* * *
Bu durumda kafamda uzun süredir dolaşan birtakım soruları sizlerle paylaşmayı ve söz konusu karışıklığı size aktarmayı tercih ettim.
Karışık teknik çalışacağız haberiniz olsun...
Yurt dışı seyahatine çıkan Türkler niçin her seferinde rehbere ‘‘Burada ev fiyatları nedir?’’ sorusunu yöneltir. Ve cevap ne olursa olsun ‘‘Yaşanır aslında burada!’’ der. Niye?..
Yenibosna tarafında bir girişimci memleket evladı pikabının arkasında ayran satıyor. Anormal bir durum yok bunda, biliyorum. Ama ‘‘Şoför Ayranı’’ diye pankart yaptırmış. Şoför Ayranı ne demek? Nasıl bir ayran bu? Ehliyet göstermeyene satmıyor mu ayran. Mesela ben bisiklete binmeyi bile bilmiyorum, içemeyecek miyim?... Niye?..
Son üç kar yağışının da perşembe günü gerçekleştiğinin farkında mısınız? Buna tesadüf denebilir mi?.. Hafta 7 gün kar kardeş! Niye hep perşembe günü yağıyorsun? Niye ya?..
İstiklal Caddesi'nde bir telefon dükkanı var. ‘‘Telefon Dükkanı’’ dememin nedeni, dükkanın sadece telefon işleriyle uğraşması. Alıyor, satıyor, değiştiriyor, tamir yapıyor, cep telefonu aksesuarları (ki büyük bölümü dehşet verici şeyler) satıyor... İsterseniz dükkandaki sabit telefondan görüşme yapıp kontör hesabıyla ödeme yapıyorsunuz filan... Bunların hepsini anlıyorum, ama adam parayla cep telefonu şarj ediyor. Süper bir hizmet aslında ama merak ediyorum, dünyanın bir başka yerinde böyle bir hadise var mı? Bir de kaç paraya dolduruyor telefonu onu bilmek istiyorum...
Reklamlarda durumun abartılmasına karşı değilim. Ama bir çocukların hem kendilerini hem ortalığı harap ettikleri deterjan reklamlarına bakıyorum, bir de kendi çocukluğuma ve ister istemez şöyle düşünüyorum: ‘‘Annem, bırak çocukluğunu yaşasın filan demez, canıma okurdu!..’’ Haksız mıyım?..
Futbolcuların maç sonu konuşmalarında kullandıkları cümleler, kuşaklar değişmesine rağmen niye hiç değişmez?.. ‘‘Artık önümüzdeki maçlara bakacağız... İyi mücadele ettik... Bu galiyeti taraftarlarımıza armağan ediyoruz... Mühim olan benim gol atmam değil (Ki buna ayrıca gıcık olurum çünkü benim için çok mühim mesela...) takımın kazanması...’’ Genetik kod gibi bir şey midir bu? Gizlice kursa mı tabi tutuluyorlar? Başka cümle kurmaları yasak mı?.. Bu konuda Aykut Kocaman'ı ayrı tutmazsam vicdanım beni yıllarca kovalar.
CHP, Temel Reis kampanyasını yapamayacakmış. Sebep, Temel Reis'in telif haklarını elinde bulunduran ajansın izin vermemesi. Çok pardon ama böyle şahane (!) bir kampanyayı akıl edenler telif hakkını akıl edememiş mi? Bir de CHP'nin telif haklarıyla ilgili olarak neler düşündüğünü bu olaydan sonra iyice merak eder hale geldim!.. Ooof, of!
Yazının Devamını Oku