30 Nisan 2004
<B>BİR </B>süredir NBA finalleri, <B>Maradona’</B>nın sağlık durumu, <B>Michel Gondry’</B>nin videoları, <B>TÜBİTAK’</B>ın çıkardığı Ekvator Hikayeleri (bu arada hepinize tavsiye ederim, çok güzel), Tex’in battal boy cildi gibi konular dışında pek bir şeye yoğunlaşmış değilim. Seda Sayan’la Arto’nun birbirlerinin programlarına konuk olma sıklıkları dışında memleket meseleleriyle ilgilenmiyorum desem yeridir.
NTV’nin sol alt köşesindeki saati kontrol etmek için uzaktan kumandanın ‘sıfır’ tuşuna bastığım anda çok önemli bir hadise anlatılıyorsa onu biliyorum.
Biliyorum dediğim de ateşli bir hastalık geçirmekte olan insanlar gibi bölük pörçük cümleler halinde hatırladığım çeşitli cümlecikler dolaşıyor kafamda: ‘Dolar yükselişe... Felluce’de... Kıbr...’ gibi.
Abartıyorum tabii, farkındasınız değil mi?
* * *
Dün, biraz da sabahın köründe bir tanıdığımın ‘Usta senin elinin altındadır. Hürriyet’in manşetinde ‘Peki pornocu Türkler kim’ diye bir haber varmış. Tedirgin olduk biz burada arkadaşlarla. Bi bakar mısın?’diye aramasının etkisiyle normalden daha detaylı bir şekilde verdim kendimi haberlere. (Merak eden olur diye söylüyorum; arayan arkadaşa ‘Bak heceleyerek söylüyorum anla diye: O-ha!’ cevabını uygun gördüm.)
* * *
İlk dikkatimi çeken haber, müteşşebis ruh hadisesinde birden fazla şahika yapmış olan Türkan Kaya’nın 12’nci kez yakalanması oldu.
Türkan Hanım, dünyayı ‘mobil genelev’ kavramıyla tanıştıran yaratıcı şahsiyet. Duşu bile olan otobüsü hatırlarsınız.
Belli ki olay medyaya yansıyınca araç değişikliğine gitmiş; otobüsü terk edip minibüse geçmiş.
Otobüs vakasında yakalandığı vakit, kameralara ‘Şilebe kadar yolu var güzelim’ şeklinde demeç vererek takdir toplamış olan Türkan Kaya bu kez konuşmamış.
Oysa ne bileyim: ‘Motosiklete, tornete kadar yolu var... Biz bu yola baş koyduk’ gibi bir cevap etkileyici olabilirdi.
* * *
‘Küstüm Küstüm’ şarkısıyla üne kavuştuğunu bildiğim Latif Doğan’a yapılan şaka haberi de süperdi.
Kaçıranlar için aktarayım: Latif Doğan’a bir şaka yapılıyor. Şaka şöyle: Latif Doğan gözleri bağlanıp tabanca zoruyla kaçırılıyor ve bir helikopterden aşağı atılıyor.
Helikopter havada değil fakat atladığı anda adamcağız neler hissetmiştir acaba?
Haberde Latif Doğan’ın ve başta annesi olmak üzere yakınlarının ruh sağlıklarının sarsıldığı söyleniyor.
Doğal tabii ki. Fakat Latif Doğan’ın ‘Olaydan o kadar etkilendim ki, ‘Korktum Korktum’ diye yeni bir şarkı yazmayı düşünüyorum’ demesi de beni sarstı.
Pardon yani!
* * *
Hürriyet’in 21’inci sayfasına gelene kadar halimden gayet memnundum. 21’inci sayfada eşofmanlı Deniz Baykal fotoğrafını gördüğüm ve fotoğrafaltını okuduğum anda yeniden kabuğuma çekilmeye karar verdim: ‘Vatandaşların sevgi gösterileriyle moral bulan Baykal, sabah sporu sırasında karşılaştığı kadınlarla selamlaşarak ‘Günaydın’ demeyi ihmal etmedi...’
Of!
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
Blender adlı müzik dergisinin hazırladığı ‘En Kötü 50 Şarkı’ listesiyle ilgili haberi okuduğumda, ‘Bunu yazarım ben’ demiştim. Siz de öyle düşünmüş olacaksınız ki; pek çok mail aldım: ‘Birader tam senin kalemin...’ şeklinde başlayan.
Neymiş, kalp kalbe karşıymış... Ben okuyucunun her türlüsünü severim, istek yapanını daha çok severim...
Mevzuya turist olanlar için kısa bir özet geçelim. Blender diye henüz görme şansına erişemediğimiz bir müzik dergisi, oturmuş ve en kötü 50 şarkıyı belirlemiş.
*
50’lik listeyi vererek, şişirme toplarla gol arayan futbol takımı durumuna düşmek istemem. Ama listenin kalan kısmında Celine Dion’un en az Titanik’in batışı kadar büyük bir facia olan şarkısı ‘My Heart Will Go On’, Ricky Martin’in ‘She Bangs’i filan var.
Zaten Ricky Martin, Mariah Carey, Celine Dion gibi sanatçılarda çoktan seçme şansınız bulunuyor...
*
Bu listenin beni kestiğini söylemem pek mümkün değil. Arkadaşlar Amerika’da hazırlamış listeyi belli ki. 1980’lerde Avrupa’da yapılan şarkıları hatırlamıyorlar, bilmiyorlar veya unutmayı başarabilmişler.
Çünkü mesela bir Baltimora imzalı ‘Tarzan Boy’ dururken o listede Huey Lewis’ın ne işi var?
Veya hiç mi ‘Loving You’ dinlemediniz? Hani bizde bir ara bir sakız reklamında da kullanılmıştı bu şarkı. Kuş gibi şakıdığını zanneden bir insan tarafından söyleniyordu... Yanınızda biri azarlanır ve siz utanır, sıkılırsınız ya. Öyle bir duygu yaşatır bana... Anlatabildim mi ben derdimi şimdi acaba?..
Sonra ‘Dick A Dum Dum’, ‘Birdie Song’, ‘Macarena’ gibi facialar yaşadık. ‘Macarena’yı hatırlayıp, Black Lace’in (Allahım, ya neydi onlar öyle) ‘Agadoo’sunu es geçmek olmaz. Geçen sene ‘Cheeky Song’ diye bir şey vardı sonra...
*
Geldikçe geliyor aklıma kötü şarkılar. Jennifer Rush’ın ‘The Power Of Love’ı çalmaya başladığı anda kendime fiziksel şiddet uygulardım bir dönem. Aynı şey, ‘Save Your Love’ çaldığında da olurdu bir de...
Aagh! Orson Welles’in ‘I Know What It Is To Be Young’ı var... Milli Vanilli, Bad Boys Blue, C.C. Catch, Sandra, Vanilla Ice (Ağlamak istiyorum... Hatta ağlıyorum galiba, sinir uçlarım düğümlendi...
Daha bunun Jennifer Lopez’i (Jenny From the Block), Britney Spears’i (Ooop I Did It Again), Spice Girls’ü (Ayrım yapmam mümkün değil ama ilk şarkıları derim zorlarsanız) var...
*
Ben yine de kendimce bir 10 şarkı çıkarmayı deneyeyim sizin için. Madem o kadar istek yaptınız... Siz de yollarsanız, haftaya sizin listenizi yayınlarım. Hepinizinkini değil de, en çok istenen şarkıları koyarak ortak bir liste çıkarırız...
BLENDER’IN LİSTESİNDEKİ İLK 10
1- We Built This City STARSHIP
2- Achy Breaky Heart BILLY RAY CYRUS
3- Everybody Have Fun Tonight WANG CHUNG
4- Rollin’ LIMPBIZKIT
5- Ice Ice Baby VANILLA ICE
6- The Heart of Rock&Roll HUEY LEWIS & THE NEWS
7- Don’t Worry Be Happy BOBBY McFERRIN
8- Party All the Time EDDIE MURPHY
9- American Life MADONNA
10- Ebony and Ivory PAUL McCARTNEY- STEVIE WONDER
BU DA BENİM LİSTEM
1- My Heart Will Go On CELINE DION
2- Tarzan Boy BALTIMORA
3- Cheri Cheri Lady MODERN TALKING
4- Ice Ice Baby VANILLA ICE
5- I Will Always Love You WHITNEY HOUSTON
6- Agadoo BLACK LACE
7- The Power Of Love JENNIFER RUSH
8- Achy Breaky Heart BILLY RAY CYRUS
9- I Know What It Is... ORSON WELLES
10- I Like To Move It Move It RREEL 2 REAL
Yarınki derbide ne olur?
Aslında şu sıralar ne konuşsak boş. Memleket yarın akşam 19.00’daki maça kilitlenmiş vaziyette; Beşiktaş-Fenerbahçe maçına. Biz Galatasaraylılar olarak bu sene raporlu vaziyetteyiz. Bu sebepten çok rahat bir şekilde güzel bir maç seyretmek istiyorum sadece. Arkadaşlarım soruyor: ‘Ne olur maç?’ diye. Bunun iki cevabı var benim açımdan. Biri maçla ilgili tahmin, diğeri maç sonucuna göre oluşacak duruma dair bir temenni. Maça aklımın yetiğince teknik yönden bakınca Fenerbahçe’nin yenileceğini sanmıyorum. Fener yenilmezse zaten şampiyon olur. Ama temennim Trabzonspor’un şampiyon olması. Evet, ben de Ergün Gürsoy ve Hakan Şükür gibi düşünüyorum. Bunu sadece, ‘Ne Fener, ne de Beşiktaş olsun’la açıklamak yanlış olur. Çünkü ben Trabzonspor’u seven bir futbolseverim. Trabzon 1995-1996’da şampiyonluğu kaçırdığında (daha çok kaçırma şekline) üzülmüştüm. Bu kez şampiyon olsunlar istiyorum. Başka bir hesabım yok, sadece Trabzon’u şampiyon görmek istiyorum, o kadar.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2004
- Günaydın sayın başkanım.<br><br>- Günaydın Hilmi Bey, ne şeyttircektin?..<br><br>- Ehem... - Agh! Yine şey dedim di mi ben!
- Önemi yok efendim.
- Kurtulmaya çalıştıkça dilime yapışıyor şeyini şey ettiğimin şeyi!
- ...
- Neyse, ne şeyttirecektin sen bakalım? Agh! Fesuphanallah! Ne var bugün programda?
- Malum bugün 23 Nisan, Koltuğa oturacak çocuk geldi efendim.
- Aaaa, gelsinler gelsinler...
- Gel bakalım çocuğum, başkanımız seni kabul edecek...
- Nasıl yani? Ben onu kabul etmeyecek miyim? Ben başkan diil miyim?
- Ha-ha! Hilmi Bey esprilisinden bulup getirmişsin maaşallah. Sen temsili başkan olucaksın yavrucuğum.
- Bana başkan olacaksın dediler, anlamam!
- Ha-ha- haaaa! Gel, gel, peki başkan ol bakalım sen şimdi. Adın ne senin yumurcak?
- Adım Ali. Ben şimdi başkanım di mi?
- Evet Ali, sen şimdi başkansın.
- Öksürün bakalım; nedir benim yetkilerim?
- Öhö! Yetkin çok, sen milletin seçtiği meclisin başkanısın.
- Ben ne istersem o oluyor di mi şimdi?
- Tabii yavrucuğum. Her şey demesek de, pek çok şey olabilir.
- Koltuğu yükseltin önce bi bakim...
- Hı?
- Koltuk, koltuk...
- Oldu mu yavrucuğum?..
- İyi...
- Siz şimdi burada tam olarak ne yapıyorsunuz?
- Milletin bize verdiği yetkiyle, yine millet için çalışıyoruz.
- Millet kim?
- Sen, ben, hepimiz. Annen, baban, deden...
- Babam zaten çalışıyor. Siz ne yapıyorsunuz?
- Senin ve arkadaşlarının daha güzel, daha müreffeh, daha aydınlık bir ülkede yaşamaları içiiiiin?
- Valla benim gördüğüm kadarıyla pek bir şey yapmıyorsunuz. Benim babam daha çok çalışıyor.
- Aha-ha! (Hilmiiii, nerden şeyttiniz bu toramanı?) Biz de çok çalışıyoruz Ali...
- Ben seni televizyonda gördüm oturuyorsun öyle.
- Aha-ha! çocuk işte... Olur mu orada çok mühim işler görüşüp, çok mühim kararlar alıyoruz biz.
- Bi kere de kavga ediyordunuz.
- Şakalaşıyor amcalar, kavga etmiyorlar.
- Öyle şaka mı olur?
- Aliciğim, istersen ben çalışayım artık, var mı başka istediğin, emrin?
- Var! Şimdi bana ‘Şeyini şeyettiğimin şeyi’ de bi kere.
- Yok devenin şeyi... Ha-ha-ha! Nereden de öğreniyorlar bilmem ki böyle şeyleri.
- Televizyonda gördüm seni ben; orada öyle diyordun.
- O öyle yanlış çıkmış. Der miyim hiç ben öyle şey!
- Çocuk mu kandırıyorsun, dedin işte, yine söyle.
- Olur mu aha-ha! (Basın alma içeri Hilmi Bey... Bu velet saçmalayacak, çok belli...)
- Ben başkan diil miyim? İstiyorum işte...
- Yavrucuğum olmaz! Haydi ben sana temsili evrak getireyim, sen onu imzala. Basın mensupları görüntü alsın, sonra benim işim var onlara bakayım...
- Ama ben başkanım, koltuk benim şeyim...
- Hade hade...
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2004
Yıllardır kıymetli biraderim Topesto ile belirsiz aralıklarla düzenlediğimiz, bir toplantı vardır: ‘Şuurunu bırak da gel!’ Bir ara Topesto ‘Usta, zaten şuur dediğin şey nedir? Metreyle mi, litreyle mi ölçülür? Böyle bir şey varsa da mesela bize bulaşmış mıdır?’ gibilerden çirkinleşip, toplantı sloganını ‘Duruyorum öyleyse varım’ şeklinde değiştirmemizi önermişti.
İki kişi olduğumuzdan ve karar almak gerektiğinde sadece iki geçerli oy kullanılabildiğinden, bir evet, bir hayır oyu çıkmıştı yaptığımız oylamada.
Bunun üzerine Topesto iyice sakilleşmiş ve ‘Tekrar oylama öneriyorum’ demişti. Bunun manasız olduğunu, yine aynı oyları vereceğimizi söyledim ve ekledim: ‘Bak afacan! Güreşte bu durumumuz karşısında salto bağı pozisyonuna geçilirdi. Ve sen güreşten anlamadığından -zaten armut gibi bakmandan da belli oluyor şu anda- ben seni harcardım.’
Kafası iyice karıştı tabii gencin!.. ‘O zaman eski ismi kullanmaya devam edelim’ dedi.
‘Peki afacan!’ dedim.
‘Afacan deme bir de, güreş bilmiyorum ama kafaya yumruk indiririm biraz’ dedi.
‘Peki!’ dedim.
*
Normal toplantı gündemine geçme kararı aldık.
‘Şuurunu bırak da gel’ toplantılarında, kafamıza takılan sorular, hayatta tek başımıza çözemediğimiz problemler ve genel manada halk arasında ‘geyik’ denilen türde konular üzerine serbest akış yöntemiyle konuşuluyor; başka bir manası yok.
Bir ara, 3-4 kişiye çıkaralım dedik ekibi ama işin güzelliği bozuldu. Çünkü laf kesme hadiseleri filan işin güzelliğini bozuyor.
Neyse, Topesto içinde bilim dünyasının tanımlayamadığı türde canlıların yaşadığından emin olduğum 15 yıllık çantasından bir kitap, kitabın arasından da bir kupür çıkardı ve ‘İlk gündem maddemiz bu olacak abi!’ dedi.
‘Toraman nedir o?’ dedim; ‘Ayar olduğum bir haber... Toraman’ı duymadım sanma!’ dedi.
Haber sinema dergisi Premiere’de yayınlanan ‘Tüm zamanların en mükemmel 100 film karakteri’ ile ilgili.
‘Ne var haberde, ben de gördüm, Marlon Brando, Baba filmindeki karakteriyle birinci sırada... Fena mı?..’ dedim.
Hafiften sinirleri törpületmiş insanlar gibi asabi bir tondan ‘Benim itirazım ona değil’ şeklinde cevap verdi.
‘Usta senin listelere, Best Of albümlere ve genel manada bütün genellemelere itirazın meşhurdur. Belli ki bunda da itiraz edecek bir nokta bulmuşsun. Bir an önce öksür; sen de rahatla ben de huzura kavuşayım’ dedim.
‘Bak canım kardeşim!’ diye başladı. Fakat tavrı görsen, arkadaş Trafalgar Meydanı’nda yüz binlere seslenen iddialı bir hatip...
Devam etti: ‘Star Wars’da kötülüğün timsali olan büyük karakter Darth Vader bu listede 84’üncü sırada...
Shining filmindeki rolüyle aralarında benim de bulunduğum on binlerce çocuğa ‘Babam da böyle kafayı sıyırtabilir mi bir gün harbiden?’ dedirtmiş olan Jack Nicholson’ın Jack Terrance karakteri 82’de...
Scarface’te hatırlıyor musun Al Pacino’nun Tony Montana rolünü? Tony Montana, büyük karakter deriz di mi şurada kendi aramızda konuşsak? Tony Montana diyorum aziz Romalılar; Tony Montana 74’te duruyor öyle heykel gibi...’
Müdahale etmezsem iki gün konuşur bu böyle diyerek; ‘Abi sen bunların üstünde yer alan bir karaktere takmışsın kafayı... Söyle de, gündemi meşgul etmeyelim..’ diyecek oldum, iyice gaza geldi...
‘İşte bu ilgisizliğin neticesidir zaten bu ipe sapa gelmez listeler. Halk sevdiği karakterlere sahip çıkmayınca, böyle oluyor işte! Big Lebowski’nin The Dude’u, büyük insan Jeff Bridges 55’inci sırada...
Peter Sellers’ın Müfettiş Jacques Closeau’su 67’de; Die Hard’da Bruce Willis’in oynadığı John McClane 46’da...’
‘Abi samimi soruyorum böyle gidecek mi bu liste, ben bi bayılim, 20’lerde filan uyandır beni istersen..’
‘Bağlıyorum Sayın Kırca!.. Hatta, kalbim acıyarak yavrusunu hain bir sineğe kaptırmış manda edasıyla höykürüyorum: Dirty Harry olarak aleme nam salmış Clint Eastwood 42’de...’
‘Jilet varsa ben bi doğrayıp geleceğim kendimi abi...’
‘Fakaaat! O eciş bücüş Gollum denen karakter 10’uncu sırada. Heyhat! Dağ gibi Tony Montana, kimin oynadığı bile belirsiz bir yaratığın altında ha! Öl o zaman Montana, öl o zaman Darth Vader!...’
*
‘Usta sen bi yüzünü yıka gel istiyorsan, n’oluyo ya? Şuuru bırak gel dedik, aklı derin dondurucuya tıkıştırıp gel demedik ya! Haklısın, bence de ayıp olmuş ama Gollum da mühim karakterdi be usta!’
‘Beyniniz yıkanmış sizin. Gollum mühim de, ak sakal Gondol değil mi?’
‘Gandalf olacak o birader!’
‘Neyse ne!..’
‘Peki usta, biraz sakinleş şimdi bişi soracağım. Listenin kalan kısmında var mı bir arıza? Yani tamam Gollum’un bazı karakterlerin üstünde kalması yanlış olmuş, anladık ama genel manada süper bir liste, sevmedin mi yani?’
‘Ya, işin bütün tadını kaçırıyorsun. Takdir ettiğimiz şeyleri konuşarak bir yere varamadığımızı biliyorsun sen de...’
‘Peki abi, o zaman ver listeyi ben de ayar olacak bir şey bulayım...’
‘Al abi...’
‘Ne! Yaratık’taki Ellen Ripley 8’inci sırada, buna karşılık Rüzgar Gibi Geçti’deki Scarlett O’Hara 3’te ha!..’
‘O’Hara abi...’
‘O’Hara!..’
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2004
<B>BİR </B>toplumun yüzde 41’i ruh halini <B>‘Kendimi sık sık yorgun, bitkin hissediyorum’,</B> yüzde 19’u <B>‘Her zaman üzgün ve mutsuzum’,</B> yüzde 9’u <B>‘Sık sık sallanıyorum ve titriyorum’, </B>yüzde 3’ü <B>‘Sürekli endişeli ve sinirliyim’, </B>yüzde 17’si de <B>‘Korkutucu düşüncelere sahibim’</B> şeklinde tanımlıyorsa, ortada hakikaten endişelenecek bir durum vardır di mi? Önce kötü haber: Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yaptığı ‘Yaşam Memnuniyeti Araştırması’na göre bu toplum, bizim toplum.
Ama aynı araştırmadan ‘Türk Halkının Profili’ başlığı altında şöyle bir sonuca da varılabiliyor: ‘Mutluyum... Eşimden memnunum... İşimden memnunum... Gelirimden ortalama olarak memnunum... Sosyal güvenceden, aldığım eğitimden memnunum... Evde ve sokakta kendimi güvende hissediyorum. Asayiş hizmetlerinden, adalet sisteminden memnunum ve gelecekten umutluyum...’
Vallahi, biri bana bu araştırmayı uzatıp, ‘Hangi ülkede yapılmıştır?’ diye sorsaydı, hemencecik ‘Türkiye’ derdim zaten.
Ancak bizimle ilgili bir araştırmadan ‘Korkutucu düşüncelere sahibim ama her şeyden memnunum’ veya ‘Sık sık sallanıyorum ve titriyorum fakat eşimden de işimden de memnunum’ cevabı çıkabilirdi.
***
DİE’nin araştırması, belli ki gazetelerin de kafasını karıştırmış. Aynı araştırmayı Milliyet, ‘Devlet mutsuz ediyor’ başlığıyla verirken, Hürriyet ‘Meğer kadınlar çok mutluymuş’ sonucuna varmış.
‘Yok devenin kırmızı bağcıklı bale pabuçu! Biri muhakkak yanlıştır’ derseniz yanılırsınız. Çünkü araştırmayı okuduğunuzda iki sonuca da varmanın mümkün olduğunu görüyorsunuz.
Şahsi fikrim, araştırmanın biraz şişirilmiş olduğu yönünde. DİE anketörlerinin hakkını yemek istemem. Çok emek verdiklerine eminim.
Fakat sonuçlara bakınca; araştırmanın yalnızca bir akıl hastanesinde, bir de büyük indirim dönemine girmiş kadın ayakkabı mağazası önünde yapıldığı hissi uyandı bende.
Akıl hastanesi kısmını abartılı bulanlar ve yaşadığımız memleketin zaten açık bir akıl hastanesi olma yolunda hızla ilerlediğini, bunu görmek için gündüz yayınlanan kadın programlarını seyretmenin yetip de artacağını söyleyenler çıkacaktır. Ben o kadar ileri gitmeyeceğim.
Büyük indirim başlatmış kadın ayakkabı mağazası konusunda ise ısrarlı olurum.
Çünkü benim bildiğim kadarıyla bir kadının total mutluluğu yakaladığı tek an, ayakkabı aldığı andır.
Tamam, çikolata yiyen, eski sevgilisinin yanında kendisinden daha çirkin bir kadın gördüğünde sevinçten aklını kaybeden, spor salonunda yanında spor yapan kadında kendisinden fazla selülit fark eden (Bu kadar detaylı hákim değilim olaya, bir arkadaşım tüyo verdi) kadın da mutlu olur.
Ama son tahlilde, alışveriş yaptığı an zirvedir diye biliyorum kadının mutluluk tarifinde.
İşte bu parlak fikrimi bir projeksiyon aleti edasıyla DİE araştırmasının sonuçlarına yönelttiğim vakit vardığım sonuç budur: Pek kıymetli istatistik enstitümüz, bu araştırmayı bir kadın ayakkabı mağazasında yapmıştır.
Yoksa kimse beni ‘Mutlu musun?’ sorusuna Türkiye’de yaşayan kadınların yüzde 11.6’sının ‘Çok ama çok mutluyum...’, yüzde 48.4’ünün de ‘Mutluyum’ cevabı verdiğine inandıramaz.
Evli kadınların yüzde 65.9’unun, evli erkeklerin yüzde 62’sinin ‘Mutluyum’ demelerinin nedenini ise sadece ankete çift olarak cevap vermiş olmalarına bağlayabilirim.
Başka da bir şey demem.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2004
ABBA’yı duymayan insan sayısı çok fazla değildir herhalde. 1970’lerin hemen başında Eurovision’da birinci olduktan sonra gerçek bir pop fenomeni olan ABBA’nın 30’uncu kuruluş yıldönümü kutlanıyor dünyanın çeşitli noktalarında.
Çocukken grubun kadın üyelerine aşıktım. Biraz büyüyünce müziklerinin berbat olduğunu düşündüm.
Biraz daha büyüyünce, parti ortamlarında filan eğlendirici olduğunu fark ettim.
Şu anda Therion, Metalium, Morgana Lefay, Paradox gibi çok popüler olmayan heavy metal gruplarının ABBA şarkılarını yorumladıkları bir albüm dinliyorum.
ABBA’yla ilgili kişisel tarihimi böyle ‘dan dan dan!’ şeklinde üç cümleyle özetlediğime şaşırdığımı vurguladıktan sonra esas konuya geçelim.
Dünyada Volvo’yla birlikte en çok tanınan ikinci İsveç markası olan ABBA, daha sonra birbirleriyle evlenen (grup dağıldıktan sonra boşandılar) dört elemandan oluşuyordu.
Agnetha, Björn, Benny ve Anni-Frid’in baş harflerinden oluşturulan ABBA ismi, topluluğun dağılmasının üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen herkes tarafından biliniyor.
Toplam 350 milyon albüm satmak zaten her babayiğidin harcı değil.
Yabancı müziğe birazcık ilgi duyan biri bile ‘Üç tane ABBA şarkısı sırala bakim?’ dendiğinde; ‘Eeeee; Waterlooo... Voluez-Vouz, Chiquitita... Money, Money, Money... Thank You For The Music... Dancing Queen...’ şeklinde ilerleyebilir.
ABBA elemanları -Agnetha Falkstog hariç- Londra’da, şarkılarının kullanıldığı ‘Mamma Mia!’ müzikalinin özel gösterimi için bir araya geldi geçtiğimiz günlerde.
Rivayete göre, Agnetha, Björn’le yani eski kocasıyla aynı mekanda bulunmamaya dikkat ediyormuş.
Oysa Björn, Agnetha sorulduğunda ‘Görüşüyoruz. Geçen hafta buluştuk. Zaten artık üç yaşında bir torunumuz var. On yıl önceye göre daha sık görüşüyoruz’ cevabını vermiş.
Bugün 58 yaşında olan Björn Ulvaeus’un o gecede verdiği ve benim yabancı ajanslardan okuduğum cevaplar o kadar güzeldi ki... Zaten bu yazıyı yazmama o cevaplar neden oldu.
Bundan dört yıl önce ABBA’ya yeniden birleşmeleri için tamı tamına 1 milyar dolar teklif edilmişti. Grup, bir an bile düşünmeden ‘Devlet su işleri, bırakın bu işleri’ tavrıyla ‘Hayır!’ demişti ve takdirimizi kazanmıştı.
Yıllar sonra buluşup rezil olan toplulukları hiç saymayalım burada di mi?
Londra’daki gecede Björn Ulvaeus’a ‘Peki bu rakam ikiye katlansa?’ diye sorulmuş; yani 2 milyar dolardan bahsediyoruz, muhterem vatandaşlar.
Björn abimiz, ‘Yaaa, hakikaten bırakın bu işleri abicim ya!’ demiş. Aslında cevabı bu değil tabii. Tam olarak ne dediğini merak edenler için aktarıyorum; dikkat buyurunuz: ‘1981’de dağıldık. Aradan çok zaman geçti. Şimdi yeniden karşılarına çıkıp, hayranlarımızı hayal kırıklığına uğratmak istemiyoruz...’
Bir kez daha takdir ettik. 2 milyar doları TL’ye çevirmek bile moral bozacağından bu konuyu çok merak edenlere bırakıyorum.
Björn Ulvaeus şu sıralarda ABBA şarkılarını İsveççe’ye çevirmekle uğraşıyormuş.
Belli ki sakin sakin takılıyor. Bu arada yeniden bir araya gelmeleri konusunda Björn Ulvaeus’un verdiği şu cevabı da aktarmadan geçmeyeyim: ‘Şarkıların sözlerini bile tam olarak hatırlamıyorum. Eski günlerden kalan elbiseler de artık müzelere ait. Zaten istesem de içine giremem...’
Her şeyi tadında bırakmak ne güzel bir şey...
Son olarak, elemanları bir araya getiren ‘Mamma Mia!’ müzikalinden de bahsedeyim. Şu anda 11 ekip tarafından dünyanın çeşitli yerlerinde sahneleniyor. Beş yılda 750 milyon dolar getirdi müzikal.
Avustralya’da, her on Avustralyalıdan biri seyretmiş durumda...
Ben artık başka bir şey demem ve ABBA şarkılarının heavy metal yorumlarına dönüp Rough Silk’ten ‘Take A Chance On Me’yi dinlerim...
Tam futbol aşkımı kalbime gömecekken
Yok tabii böyle bir şey. Futbola olan aşkımız bitecek gibi değil.
Fakat özellikle Türkiye’de hadisenin alabildiğince sakilleşmesi moralimi bozmuş durumdaydı.
Ciddi ciddi sadece NBA’e odaklanmayı, bilardo şampiyonalarına takılmayı, badminton hastası olmayı bile düşündüm.
Türkiye’deki sakilliğin üstüne, Avrupa’da sürekli aynı takımların final oynaması da eklendiği için böyle bir umutsuzluğa sürüklenmiştim.
Tabii ki adamlar yatırımlarının karşılığını alıyor ama ben bir Milan-Real Madrid finali daha seyretmek istemiyordum.
Ta ki; bu hafta içi oynanan maçları seyredene kadar.
Önce Chelsea, Arsenal’i yendi. Arsenal’i seven biri olarak bu sürprize pek sevindiğimi söyleyemeyeceğim.
Sonra ilk bomba patladı. İlk maçta 4-2 kaybetmiş olan Monaco’nun kadrosuyla insana rahatsızlık verecek kadar iyi olan Real Madrid’i 3-1 yenmesi ve Şampiyonlar Ligi’nin dışına atması şahane bir hareketti.
Ertesi gün, yani çarşamba günü, CNN spor bültenlerinde, ilk maçta Milan’a 4-1 yenilmiş olan Deportivo La Coruna oyuncularının maç öncesi görüşlerini seyrediyorum.
Çok umutlu değiller ama ‘Yenilmek için de çıkmayacağız sahaya’ gibi laflar ediyorlar.
Milan’a özel bir gıcığım veya Deportivo’ya bir aşkım söz konusu değil. Fakat yine de Deportivo kazansın diye kuruluyorum televizyonun karşısına.
Bugüne kadar seyrettiğim futbol mücadeleleri arasında ilk üçe kesin koyacağım bir mücadele veriyor Deportivo, geçen senenin Şampiyonlar ligi Şampiyonu Milan’ı 4-0 yeniyor ve yarı finale kalıyor.
Şu anda Deportivo, Porto, Chelsea ve Monaco kaldı.
Bu kulüpler de bizim kulüplerimizle karşılaştırıldığında fakir sayılmaz (Hele Chelsea... pardon yani!)
Ama en azından çeyrek final eşleşmeleri sırasında favori olarak gösterilmiyorlardı.
Ben yine en fakir olanı, Porto’yu istiyorum.
Real Madrid’in kadrosunda istemeyip Monaco’ya kiraladığı Morientes’in golüyle elenmesi, ukala dümbeleği Manchester’ı eleyen Porto’nun yarı finali görmesi...
Futbol hálá şaşırtabildiği için güzel.
Sevmeyelim de taşa mı dönelim!
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2004
KİŞİSEL gündemi tamamen evi boyatmak, halk arasında ‘usta’ şeklinde tabir edilen arkadaşlarla randevu saati üzerinde ortak bir nokta yakalamak (Zaman mefhumunu tamamen ayrı yaşadığımıza eminim), birtakım malzemelerin metrekaresinin kaç liraya mal olduğunu hesaplamaktan ibaret bir fakir konuşacak şimdi önemli konular hakkında. BEDELLİ ASKERLİK: Çıksın diye yıllarca bekleyip sonra tıpış tıpış askere gidenlerdenim. Gıcıklık yapıp ‘Bana ne? Çıkmasın! Onlar da yapsın’ demeyeceğim. Çıksın.
Fakat bir şartım var: ‘Dönüşte askerlik anısı anlatmayacağım’ diye söz verip senet sepet imzalayanlara indirim uygulansın.
Hayır yani toplumsal huzur açısından söylüyorum. İlk bedelliden faydalanan arkadaşlarımın meşhur bir protesto yürüyüşü hikayesi vardır. Yıllardır aynı anıyı dinleyip duruyorum farklı insanlardan.
Askerlik anısı zaten yeterince yürek rendeleyici olabiliyor; uzatıldığında göğüs nahiyesine buharlı ütü tutulmuş gibi bir his yaratıyor. 40 gün mü, 45 gün mü askerlik yapanınki hiç çekilmiyor.
REJİM PROBLEMİ: Pakizeciğim bu probleme karşı halkı uyarmak yolunda önemli adımlar attı ve atmakta. Sonuna kadar katılıyorum rejim konusundaki görüşlerine.
Olaya hayatı boyunca rejim uygulamaya gerek duymamış biri olarak katılmam, kafayı bu konuyla yemekte olanları rahatsız etmezse, bir iki şey de ben söyleyeyim. Dost uyarısı kabul edin.
Ben rejim uygulayarak kilo vermiş ve mutlu olmuş bir tek insan tanımadım bugüne kadar. Etrafımdaki bütün kadınlar şuurunu yitirmiş şekilde rejim kovalıyor.
Diyet reçeteleri neredeyse kutsal birer metin muamelesi görüyor. Öyle bir inanmak söz konusu yani.
Çıkıp da ‘Sadece maydanoz sapının suyunu em, kafadan iki kilo gidiyor... Domatesin kabuğunu kavun suyuna batırırarak yersen beş kilo veriyormuşsun bir haftada... Bakkal Hüseyin’in hanımı günde 4 saat amuda kalkarak iki haftada 7 kilo vermiş; bacaklar incelmiş genelde ama olsun...’ desen aynısını yapacak insanlar tanıyorum.
Yazık bu insanlara. Bir de tabii rejim stresiyle yaşayan kadınların etrafında yaşayan adamların durumu var ki; o ayrıca gürül gürül kanayan bir yaradır.
CHP: Şu anki suni ortamında yaşatmaya çalışalım. Baykal seçimden hakikaten çok başarılı çıkmış gibi davranalım. Dokunmayalım, üzmeyelim, eleştirmeyelim.
Kendi içinde homojen bir şekilde dağılma sürecine bırakalım... Kongre yapmasınlar bir de... Daha da sıkıcı olacak. Bir de Baykal’ın hangi pop yıldızı gibi kürsüye geleceğini düşünerek daralmayalım. Bütün dünya buna inansa, birlik olsa, çayıra çimene çıkılsa...
KIBRIS: Referandum sonucunun Güneş Taner’in giyeceği tişörtle belirlenmesini öneriyorum!
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2004
Bir süredir Chuck Palahniuk (Dövüş Kulübü’nün yazarı. Hakiki manada hasta, çok sağlam bi abimiz. Lullaby’ı okuyorum şimdi, Türkçe’ye de çevrilecekmiş, heyecan yapmayın) okumak ve televizyon seyretmek dışında pek bir şey yaptığım söylenemez. Televizyon seyretmek pek orijinal bir hareket değil. Perşembe günkü gazetelerde Türklerin günde ortalama dört saat televizyon seyrederek dünya üçüncülüğünü elde ettikleri yazıyordu.
Ben bu ortalamayı tutturanlardanım. Bazı günler geçtiğim de oluyordur. Merak eden çıkan şimdi, birinci Japonlarmış; 4 saat 29 dakika seyrediyorlarmış...
Ne diyordum ben ya? Hah, televizyon seyretmekte tuhaf bir durum yok.
Fakat son zamanlarda televizyon seyrederken notlar tutmaya başladım farkında olmadan. Böyle not tuta tuta bir televizyon defteri oluşturdum...
Aldığım notları sonra okurken dehşete kapıldım acaba ben delirmiş olabilir miyim diye... Buyurun, kararı siz verin. İyi mi yapıyorum tam bilemiyorum hálá ama neyse, haydi hayırlara vesile olsun...
Tan Sağtürk bugün yine sinirli. Aaaa! Elemanı duvarın dibine yolladı, ‘Git ve yüzünü duvara dönerek dur, bakma buraya, bakma dedim!’ diyor. Ben tırstım. Hayır yani, yarışma için eğitim neticede..
Pazar Keyfi’nde bir haberi daha sadece soru sorarak vermeyi başardılar. Bu yeni bir habercilik tekniği... ‘Manken Ayşe Tümevarıngaç o gece kimi bekliyordu?.. Tümevarıngaç’ın gizli sevgilisi hangi ünlü?.. Tümevarıngaç bu konuda ne dedi?...’ Bekliyorum bekliyorum, ee abi?.. Cevap alamadan bitiyor haber.
İbrahim Tatlıses’in yarışmacılarla girdiği polemikler, eğer biraz sabrınız varsa enteresan olabiliyor. Ama benim dayanma sürem bir dakikayla kısıtlı. Bence bu yarışmadan İbo’nun iradesi dışında bir birinci çıkamaz, şimdi söylüyorum. Bir sözüm daha var; masanın altında duran tüpler çok acayip bişi di mi?
Türkstar’daki Seray Sever ve Özçelik niye hep aynı renk bluz giyiyorlar. Bir de onların anonslarını orijinal çekmeye çalışmasalar ya... Bir kaybolup bir gözüktükleri anons Alacakaranlık Kuşağı gibiydi.
Hale Soygazi ‘Bu anam için, bu babam için, bu da öldürdüğün masum Türkler için’ diyerek üç darbe indirdi Kayhan Yıldızoğlu’na. Özlemişim bu repliği...
Hasretle beklediğim Passaparola’nın yeni halinin kredisi yüksek ama eskiyi arıyorum onu söyleyeyim. Yarışmacıların bariz kopya alması filan sıkıcı oluyor. Yani tabii kendi de bilebilir eyvallah ama Arto’nun ‘Charles Bukowski’ cevabını kopya alarak vermesi filan ne bileyim?.. Bir de Metin Uca’nın elleriyle tırnak işareti yapıp ‘Şivava’ dediği anlarda zapladığımı fark ettim. Niye bilemiyorum...
O şişme yatak reklamında, yatağın dayanıklılığını göstermek için çekilen sahne de bir acayip. Yatağı dağa bayıra, doğaya salmışlar, bir ayı (Gerçek ayı!) çıkıyor üstüne. İnandım sağlam olduğuna, tamam abi!
Aha! Fener TV’de canlı maç yayını. Tabii maçı gösteremiyorlar ama stüdyoda üç kişi televizyondan canlı olarak Fener maçı seyredip, yorumluyor. İleride kült bir televizyon hadisesi olabilir. Maç seyretmekten daha zevkli konukları seyretmek. Adana maçında Fener kalesinde tehlike yaşarken filan... Anlatılmaz yaşanır, tavsiye ediyorum!
Zaga’nın Deniz Arcak’ın ve adını bilmediğim başka konukların yer aldığı bölümü tekrarlanmalı. Şelale’nin nikah sahnesinin ötesinde, diğer konuklardan bunalan Deniz Arcak’ın ‘Ben şöyle serinde bi koşup geleyim mi?..’ dediği an süperdi!
Albeni reklamlarında, çikolatayı kapmak için bahane uyduran tipler süper. Favorim ‘Akşam beni istemeye gelecekler’ diyen kız ve ‘Klavyeye su döktüm, moralim bozuk’ diyen çocuk.
Kim 500 Milyar İster’de Kenan Işık ‘Hangisi baba oğul değildir?’ sorusunda ‘Muammer Karaca - Cem Karaca’ cevabını bilemeyen yarışmacıyı kibar bir şekilde de olsa ‘Tıp mezunu olacaksın bir de’ kıvamında haşladı. Tamam ben de ‘Obarey!’ dedim ama sunucunun cevabını bildiği sorularda yarışmacıyı hırpalaması beni de geriyor.
Kuşum Aydın’ın hiperreal programı için bir öneri: Bari Cuma günlerini rahat giyim günü (Casual Friday) ilan edin. Sabahın köründe eşofmanla zap yaparken tuvaletli, smokinli insanlar görmek sarsıcı olabiliyor. Hatta sarsıyor işte...
Ya, ayı çıkıyor patlamıyor yatak hakikaten. Allah, Allah!..
20 yıl önce 20 yıl sonra
Türkiye’de futbolun kaderini değiştiren isimler arasına Jupp Derwall’i yekten yerleştirmeyecek futbol meraklısı yoktur herhalde.
Derwall’in anılarını topladığı ‘Futbol Basit Bir Oyun Değildir’, İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Geliri Türkiye Engelliler Spor Yardım ve Eğitim Vakfı’na bağışlanacak kitabı futbolla ilgilenenler es geçmemeli.
Kitapta Derwall’in Galatasaray’da geçirdiği günler de var elbette. Derwall’in kaleminden 1984, 1985’teki şartları okumak bugünün çocuklarına masal gibi gelecek. Bir bölüm aktarıyorum:
‘...Sadece birkaç takım formamız vardı. bütün malzemeler bir maçtan bir maça bavul ne kelime, çuvallar içinde taşınıyordu. Sık sık başa geldiği gibi, kırılan bir kramponu devre arasında değiştirmek için elimizde bir alet bile yoktu....
Masörümüz Mehmet’in de doğru dürüst bir malzeme çantası yoktu. İlacı, merhemi, bandaj malzemesi eksikti. Tıbbi alet edevat ise hak getire. En önemli şeyler için para bulunmuyordu, bir kulübün sermayesinin oyuncular olduğunu anlayacak kimse de yoktu.
Bunların yerine kanamaları durdurmak ve kas çekmelerini tedavi etmek için bir kızıl-ışık lambasıyla, mutfakta bol miktarda buz bulunuyordu...’
O dönem futbol maçı seyretmiş biriyim. Ayak kırılması gibi hadiseler dışında bugünkü kadar sakatlık yaşamıyordu futbolcular. Tuhaf değil mi?..
Yazının Devamını Oku