28 Mayıs 2004
Hap kadarken okul kırıp gittiğim Ali Sami Yen Stadı’nın Eski Açık tribününde başlayan futbol aşkım (O yaşıma kadar televizyonda seyrederken tutmaya karar verdiğim Nottingham Forest’ı filan saymıyorum) bundan üç sene öncesine kadar hiç hız kesmeden devam ediyordu.Yanlış anlaşılmasın futbolu hálá seviyorum. Fakat üç yıl önce, Galatasaray maçlarını yazmaya başladığımda durum biraz değişti.Teklif ilk geldiğinde ‘Başkasının yazdıklarını okuyup ayar olacağıma, ben yazayım, bana ayar olsun millet’ diyerek kabul etmiştim. Öne sürdüğüm tek şart, Galatasaray maçlarını tribünden seyretmeye devam etmek olmuştu.İlk sezon, İlhan Söyler’in yancısı olarak deplasmanlara da gitmeye başladım. Taraftar olarak çok deplasmana gittim ama gazeteci olarak gidince, takımın uçağına binme şansınız, görüşlerine değer verdiğiniz spor yazarlarıyla sohbet etme fırsatınız filan da olduğundan açıkçası bayağı bir heyecanlanmıştım.Heyecan bir deplasman seferi sırasında, çok sevdiğim bir futbolcunun, ‘Aaah! Nerede o Ali Sami Yen günleri...’ diye başlayan konuşmasının devamını dinleyene kadar da sürmüştü.Ben tam ‘Aslanım benim! Damardan Galatasaraylı be! O da bizim gibi stadını özlüyor. Aslan yattığı yerden belli olur...’ türünden sadece futbol fanatiklerinin anlayabileceği, diğerlerinin manasız bulacağı bir duygu seline kapılmak üzereyken, benim aslan konuşmasını şöyle bağlamıştı:‘Sahaya ısınmaya çıkmadan önce, aşağıdaki kazan dairesine kahve söyler, birer de sigara yakardık...’Pardon?.. Sinir uçlarından beyne doğru yayılan şok dalgası!Yani biz soğuktan burnumuz düşmek üzereyken bile o tribünde ‘Alemin kralı geliyooooor, geliyoooor, geliyooooor!’ diye bağırırken, elemanlar ‘Alemin Kralı’ndan mı geliyordu...Öyleymiş.İçim fena olmuştu. Futbolcunun sigara, kahve içmesine karşı çıkacak kadar turşu değilim. Kendi bilir. Fakat bunu ısınmaya çıkmadan önce yapmaları ve çok normalmiş gibi anlatılması fena gelmişti.Zaman içinde, takımla beraber çıktığım seyahatlerin sayısı arttıkça, önce takımdan sonra futboldan soğumaya başladığımı fark ettim.Taraftar coşkum bu seyahatler sırasında törpülendi. Kendimi, bir Ferdi Tayfur edasıyla ‘Susadım çeşmeye inmez olaydım/ Şu futbol camiasından uzak duraydım’ diye sayıklarken bulduğum zamanlar çok olmuştur.* * *Bu seyahatler sırasında anlatılan hikayeler, ilişki zincirleri vesaire çok ama çok can sıkıcı olabiliyordu.Şimdi, ligin bitiminde oluşan ‘Futbol ve mafya Edi ile Büdü gibi ayrılmaz bir bütündür’ ortamında konuşulan hiçbir şeye şaşırmıyorum. Hatta şaşıranlara şaşırıyorum.Böyle bir ortamda, sadece benim gibi futbolu futbol olduğu için; basit fakat heyecanı hiçbir spora değişilmeyecek bir spor olduğu için sevenlere iki cümle etmek isterim.Her şeyi bilirken bugün bilmeze yatanlar, ‘Ben demiştim abi’ciler, tek gıda rejimi olarak polemikle beslenenler yerlerini koruyacak.Bu yaz Avrupa Kupası’nı müteakip fasulyeden transfer haberleri ve normal şartlarda asla seyredilmeyecek olan fakat futbol özlemiyle Galatasaray-Fenerbahçe maçı gibi seyredilen hazırlık maçlarına takılınacak falan filan.Hiçbir şey değişmeyecek futbolda sonuç itibarıyla.İyisi mi Avrupa Kupası’nın tadını çıkaralım. Sonrasında beğensek de beğenmesek de hiç bıkmadan seyrettiğimiz film tekrar başlayacak.
button
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2004
Geçen sene NTV’de tamamen denk gelmek suretiyle seyrettiğim ‘Taurus World Stunt Awards’ (Bir nevi Dublör Oscar’ları oluyor...) töreni için, ‘Sağlam hareketmiş, helal olsun düşünenlere’ dediğimi hatırlıyorum. Hatta üzerine yazmayı da düşünmüştüm ama seyrederken not almadığım için vazgeçmiştim...
Bu sene ödülleri bizzat yerinde incelemek varmış kaderde. Geçen seneki ABD seferimden sonra ‘Kısa süre kalmak için gidilecek yol değil abi... Ben uçmam bir daha o kadar, metabolizma mil manyağı oluyor’ şeklinde artistlik yapmıştım; yapmamak gerekiyormuş.
Oscar’ın artık kimlere verileceğini de büyük ölçüde bilmekten dolayı iyiden iyiye sıkıcı hale geldiği bir dönemde, ‘En İyi Yüksekten Düşme’, ‘En İyi Yanma Sahnesi’, ‘En Sıkı Kavga’ gibi kategorilerin bulunduğu bir ödül töreni de haliyle çekici oluyor.
*
Sadece Easy Rider’ı yaptığı için ömrümüzün sonuna kadar ‘Delikanlı bi abimizdir’ şeklinde anacağımız Dennis Hopper, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da sinema sektörünün gerçek kahramanlarına desteğini esirgememiş. Yani işin ucunda Dennis Hopper’ı dünya gözüyle görmek var. Bu yılki yancısı Carmen Electra. Onu görmek de haliyle hiç fena fikir değil...
Bu durumda, çanta yapılıyor ve yola düşülüyor tabii...
Yol yine uzun. Aktarması, beklemesi hariç 15 saati sadece havada geçirince ‘Birader, töreni de benim yerime ayarlayacağınız bir dublör arkadaş izlese’ kıvamında iniyorsunuz ‘Amerikanya’ya.
Bu arada Hey Dergisi’nden beri kardeş kontenjanından sevdiğim Tolga (Akyıldız) var yanımda, onu unutmayalım; hikayenin kalan kısmında rolü var.
Daha önce kısa metrajlı iki Los Angeles seferim var. Tolga’ya bu seyahatleri nasıl anlattıysam, bir şekilde beni L.A. uzmanı olarak algılıyor.
Ben de bu durumu ‘Bak yanımızdan Pamela Anderson geçti... Aaa! Kaçırdın. Şu bina var ya uzaktaki... İşte orada Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis Jr. alemin kralını yapıyormuş 40 sene önce... Ha-ha, yedin di mi?’ gibi çirkinliklerle istismar etmiyorum...
Neyse ilk geceyi ödül törenini icat eden ve aynı zamanda dört yıldır finanse eden Red Bull’un partisinde idrak ediyoruz. Bünye zaten yoldan dolayı sapıtmış, biz Red Bull dökerek iyice aklını karıştırıyoruz.
Bünye diyor ki ‘Ben yorgun muydum abi?’, sen diyorsun ki; ‘İç şunu güzelim iyi gelir...’ Böyle böyle şuur kendi ışıklarını kapatana kadar dikildik partide.
Ertesi gün basın toplantısında Dennis Hopper ve Carmen Electra’yı görüyoruz. Sorsanız ‘Peki Dennis Baba seni gördü mü?’ diye, ‘Hayır’ diyeceğiz. Venezüellalı TV sunucusu kızla ilgilendi sadece, normaldir.
Basın toplantısının ardından, ödüle aday gösterilmiş bazı önemli dublörlerle küçük toplantılara katılıyoruz. ‘Nasıl atlıyorsunuz?.. Kazandığınız paraya değiyor mu?.. Dayağı siz yiyorsunuz ama kızlar Johnny Depp’e hasta oluyor’ gibi sorulara cevap veriyorlar.
‘En İyi Özel Sahne’ dalında aday olan Mike Massa ile konuşuluyor. Kendisi aynı zamanda Angel’ın da dublörü. Tipi de benziyor aslında. Ben yaptıklarına zaten inanamazken, yaptıklarını nasıl becerdiklerini anlatmalarına hiç inanamıyorum. Hani o ‘Film hilesidir olum..’ deyip geçtiğimiz sahneler var ya, işte hepsini gerçekten bu yüce insanlar yapıyor.
Uzatmayayım, Mike Massa anlatırken, Italian Job’da o acayip sahnede ben varım...’ diye, Tolga’ya dönüp ‘Ehliyeti nereden aldın birader?’ diye sorayım mı diyorum. Bir müddet iptal oluyoruz...
3 çocuk annesi olan ve bugün kafadan 45-50 yaşında olan Debbie Evans’ın (Kaptı ödülü, helal olsun) Matrix’teki motosikletli kovalamaca sahnesinde motosikleti kullanan kişi olduğunu öğrenince bayağı şaşırıyoruz. Meğer 1976-1980 arasında motosiklet şampiyonuymuş... Drew Barrymore, Sandra Bullock, Elizabeth Hurley, Michelle Pfeiffer ve Pamela Anderson’un da dublörüymüş...
*
Ertesi gün ödül töreni için Paramount Stüdyoları’ndayız. Böyle böyle ‘O şunun dublörüymüş, bu biraz benziyor Keanu Reeves’e hakikaten’ diye kırmızı halıda yürüyenlere bakıp duruyoruz.
Bir ara yakınımıza güzel bir kadın geliyor. Tolga’ya ‘Bu kız Terminatör III’teki kızın dublörü herhalde. Bayağı bi benziyor’ diyorum...
Sonra, törende sahneye çıkınca fark ediyoruz ki; dublör filan değil bizzat Kristanna Loken’le karşılaşmışız. Bir de Bill Paxton’ı, kendisinin dublörü sandım.
Başka bir salaklık yapmadım galiba. Haa, pardon bir de tören sonrası partide karşılaştığımız Michelle Rodriguez’le fotoğraf çektirdik. ‘Ne konuştunuz?’ derseniz, konuşacak vakti yoktu pek, çünkü yancıları çekiştirip duruyordu. Sadece o bana sordu ‘Neredensiniz?’ diye, ‘Türkiye’ dedim, o da ‘İstanbul’ dedi. Bu kadar yani. Şimdi burada ‘Muhakkak gelmek istiyorum Türkiye’ye dedi Resident Evil’ın yıldızı Rodriguez’ yazmak gerekiyor mu, kural icabı. Yalan olur, yazmam öyle şey...
Bütün arkadaşlarımın ortak merakı ‘Kimleri gördün?’ oldu. Uzaktan da olsa Buffy’yi (Sarah Michelle Gellar), Keanu Reeves’i (Evet harbiden yakışıklı ama bunu bir de benden duymanız zaten gerekmez di mi? Onur Ödülü verildi kendisine), Arnold Schwarzenegger’i, Brendan Fraser’ı (Sahneye düştü resmen), Jackass’in Jimmy Knoxville’ini (Bir hareket bekledim ama kazık gibi durdu), Burt Reynolds’ı, Dave Navarro’yu gördüm.
Gördüm de ne oldu? Ne olacak, görmüş oldum işte.
Törende Michelle Rodriguez sahneye otomobille daldı, bir eleman ödül zarfını kendini tutuşturarak getirdi, Dennis Hopper’la Carmen Electra’ya helikopterden ateş açıldı, çeşitli noktalarda çeşitli patlamalar gerçekleşti. Yani olayın ruhuna uygun bir tören oldu. Tolga’yla her patlamada yerinden fırlayan tırsaki vatandaşlar olarak biz de ödül töreninde bir yer edinmiş olduk.
*
Bu sayfada göreceğiniz ‘kazananların’ isimleri hiçbir şey ifade etmeyebilir belki.
Fakat bir daha acayip etkilendiğiniz bir aksiyon sahnesi gördüğünüzde şöyle düşünmeye çalışın lütfen: O sahnede kafayı gözü patlatma pahasına oynayan kişi milyonlarca doları cebe indiren ve hayranı olduğunuz yıldız değil; onun kazancının yanında üç-beş kuruş sayılacak ücretler karşılığında çalışan dublörü.
Mesajımızı da verdik, ooooh benden rahatı yok şimdi!
Bir dakika daha rica edeyim. Bu yılki tören ABD’de 26 Mayıs’ta yayınlanacak televizyondan. Oraya kadar bu ödülü televizyondan seyretmeye gidecek haliniz yok tabii ki. Merak etmeyin NTV bu sene de yayınlayacakmış. Fakat tarihi belli değil. Takip edin veya ben yine duyururum bir şekilde.
2004 TAURUS DÜNYA DUBLÖR ÖDÜLLERİ
n En İyi Dövüş Sahnesi: Tony Angelotti, Mark Wagner (Karayip Korsanları)
n En İyi Yükseklik Sahnesi: Paul Eliopolus and Tanoai Reed (Rundown)
n En İyi Ateş Sahnesi: 10 kişilik dublör ekibi (Son Samuray)
n En İyi Motorlu Araç Kullanma: Bad Boys II’deki 10 kişilik ekip.
n En İyi Kadın Dublör: Debbie Evans (Matrix Reloaded)
n En İyi Erkek Dublör: Rundown’ın dört kişilik dublör ekibi.
n En İyi Yabancı Aksiyon Filmi: Todesbrücke (Almanya)
n Hayat Boyu Başarı Ödülü: Ronnie Rondell
n En İyi Aksiyon Yıldızı: Keanu Reeves
n En İyi Aksiyon Yönetmeni: Jonathan Mostow (Terminatör III)
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2004
SON görüşmemizde uzuuuun bir seyahate çıkacağımı, dünyanın bir ucuna uzanıp geleceğimi ve bu esnada Eurovision sırasında (Tabii bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’nin şampiyonluk kutlamaları sırasında memlekette bulunmamak da mühimdi..) ülkede bulunamayacağımı belirtmiştim. Merak edenler olmuş nereye gittiğimi. Los Angeles’ta düzenlenen Dünya Dublör Ödülleri (Taurus World Stunt Awards) için ABD’deydim.
Oscar’ın dublörü şeklinde özetlenebilecek bu 10 numara törenle ilgili hikayeyi, yarınki ilavede okuyabilir isteyenler.
Şimdiiii... Burada oturup Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi gibi uzun uzun ABD seyahati anlatarak kimseyi yıpratmak istemem.
Fakat oradayken tuttuğum küçük notları sizlerle paylaşayım istiyorum. Hazırsanız böyle buyurun...
Irak’ta yaşananların kilometre arttıkça etkisini kaybettiğini düşünüyor insan ister istemez. Gazetelerde, işkenceci ABD askerlerinin konu komşusuyla yapılan ‘Topağım aslan gibi çocuktur, arkasındayız’ türü röportajlar var. Can sıkıcı yani... Yerse, yemezse jarse...
Daha önceki ABD seyahatlerim sırasında bu kadar çok bayrak dikkatimi çekmemişti. Bayrak takıp gezen otomobiller ve önüne bayrak asılmış çok ev vardı. Bir de mağazalarda bayrak motifli giyeceklerin sayısı dikkat çekici boyuttaydı. Her mağazada rahatlıkla bayrak desenli don (çok afedersiniz) bulabiliyorsunuz. Böyle bir ‘Biz milliyetçiliğimizi de espri konusu yaparız. Ho ho, çok komiğiz halini biliyorduk da, bu seferki don sayısı dikkati çekmekle kalmıyor, ensesinden tutup yere vuruyordu. O bakımdan konuştuk, çok afedersiniz...
Haber kanalları dışında Irak’la ilgili bir habere rastlanmıyor. Sanki yok gibi bir şey. DNA testiyle babalık tespiti yapılan program ve türevleri yine bir numara. O programlarda çıkan ‘Aha bu şerefsizin bebesi bu... Hadi oradan yelloz! Kaşı bilem benzemiyor bana’ türü arızaları görünce, Flash TV’deki ‘Evlat Acısı’ programının filan CNBC-E’nin canlı borsa bağlantıları gibi kaldığını düşünüyorsunuz.
Kitapçılarda Irak Savaşı’ndan anılar (O kadar çok ki!), Bush’u eleştiren (Daha doğrusu ti’ye alan) kitaplar ve buna karşılık Bush’u eleştirenleri vatan hainliğiyle suçlayan kitapların çokluğu dikkat çekiyor. Bir de 1 Haziran’da çıkacak olan Bill Clinton’ın anıları merakla bekleniyor.
Giriş ve çıkışta güvenlik tedbirleri çok sıkı tutuluyor diyeceğim, ‘Eeee birader?..’ diyeceksiniz. Parmak izi ve fotoğraf çektirme hadisesini bizzat yaşadım. Kibar davranıyorlar ama... Bir de çıkışta, insanoğlunun sabrının sınırlarını zorlayacak seviyede bir bekletme var. Uçuştan üç saat önce gittim, uçağa ancak yetiştim. 3 saatin tamamı kuyrukta geçti.
Sinemalarda ‘Troy’ (Truva) 1 numaralı film. Ama 28’inde gösterime girecek olan ‘The Day After Tomorrow’ (Independence Day’i yapan ekibin yeni filmi) sollayabilir gibi duruyor Troy’u. Bir de Shrek’in ikinci bölümü var tabii.
Müzik aleminde linç havası hakim. Superbowl (Amerikan Futbol ligi Finali) sırasında verdiği konserde göğüs ucu gözüken Janet Jackson ayvayı yemiş vaziyette. Disney World’deki heykeli kaldırılmış, caz şarkıcısı Lena Horne’un hayatını canlandıracağı filmden kovulmuş vesaire. Linçten nasibini alan bir diğer isim de Courtney Love. Onunki farklı ve çok uzun hikaye ama bu dönemi sağlam atlatabilirse helal olsun.
Sigara yasağı basına yansıdığı kadar acayip boyutta değil. Gitmeden önce Santa Monica Plajı’nda (ki uçsuz bucaksız gibi bir şey bu plaj) bile yasaklandığını okumuştum. Kapalı yerlerde içilmiyor ama açık havada kimse öyle öcü gibi bakmıyor içene. Hatta otelde sigara içilen oda bulunup bulunmadığını sorduğumda, gayet sakin bir tavırla bize özgü bir çözüm getirdi resepsiyondaki eleman: ‘Yasak ama ben sizin odaya küllük yollayayım...’
Yazıyı; sevdikleri renk siklamen, sevdikleri yemek pazı sarma, sevmedikleri şudur budur gibi bitireceğim diye ben bile korktum bir ara aslında. Merak etmeyin, geçti bile...
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2004
Yemek yapmak konusunda yetenekleri ortalama bir Türk erkeği kadarken, kapasitesini başta Sahrap Soysal ve Emine Beder’in köşeleri olmak üzere çeşitli yazılar okuyarak geliştirmiş bir insan olduğumu söyleyebilirim. Yani en azından bir mutfak terbiyesi edindim. Mesela yumurtayı kırdıktan sonra kabuğu çöpe atana kadar etrafı yumurta akıyla yıkamıyorum, teflon tavaya çatalla girişmiyorum.
Makarnayı süzmek için tencere kapağı yerine makarna süzgeci kullanmak gerektiğini öğreneli ve bu yönde ufak tefek mutfak yatırımı yapmaya başlayalı da epey oldu.
Fakat üretim imkanlarımız kısıtlı. Belli yemeklerde yarışmaya girsem derece kazanacak kadar ustalaştım. Ama bunların dışında (gece alkollüyken girişilen deneysel sandviç çalışmalarını saymazsak) yeni yemek yapma cesaretini besleyip büyütemedik zihnimizde.
Bu durumu bilen bir grup arkadaşım, geçtiğimiz ay idrak edilen doğum günüm münasebetiyle bana bir kitap hediye etti: Üç Malzemeli Beş Yıldızlı Yemekler...
Bir süre (5 yıl galiba) Türkiye’de de yaşamış olan Rozanne Gold’un yazdığı kitapta hakikaten de sadece üç ana malzeme kullanarak yapılabilen 259 yemek tarifi bulunuyor.
Başlangıçlar, iştah açıcılar, ana yemekler, çorba ve makarnalar, tatlılar şeklinde bölümlerden oluşan kitap, benim gibi bu konuda asla üstün yeteneğe sahip olmayan kişileri birer mutfak dahisine çevirebilecek tariflerle dolu.
*
Ben kitabı kaptım, roman gibi okudum önce. Sonra yapabileceğime inandığım, gözüme kestirdiğim tariflerin bulunduğu sayfalara post-it yapıştırmak suretiyle ikinci bir okuma gerçekleştirdim.
Mutfakta yemekle ilgili kitapların bulunduğu minik kütüphaneye (Tava ve tencereden çok kitap var aslında, tuhaf ama böyle), en çabuk ulaşılabilecek noktaya kaldırdım kitabı.
Sonra ilk deneyimde, iyi kalpli insanlara zarar vermek istemediğimden kendime kurban olarak seçtiğim Topesto biraderimi aradım.
- Alooov! Usta n’abiyon?
- Film...
- Film mi çekiyorsun abi?
- Seyir...
- Haa anladım ben seni, tek kelime günümüzdeyiz...
- Tek.
- Yemek?..
- Ne?..
- Ee, zencefilli ton balığı köftesi.
- Ney?
- Zencefilli ton balığı köftesi. Bir de domates ve mozarella fırıldağı var?
- Delirmek?..
- Yoo?
- Anne gelmek?..
- Zooooot! Yandınız, iki kelime...
- Ya ne diyorsun ya? Kendini gurme ilan etmiş köşe yazarı gibi acayip yemek isimleri kullanarak konuşma benimle. Ne biçim yemekler onlar, kim yaptı?..
- Ben yapacağım. Kitaptan okudum.
- Açık konuş metroseksüel mi oldun?
- Ne alakası var abi ya? Bu tek kelime hadisesi çürüttü seni. Düdüklü tencerede kaderine bırakılmış kereviz sapına döndü beynin...
- Son ettiğin laf saçma ama kulağa güzel geliyor... Peki geliyorum ama sırf meraktan; yemem ben öyle şeyler. Senin ordaki köfteci açık mıydı pazar günleri?..
- Yapma be abi! Yersin, mis gibi yemek yapacağım.
*
Neticede düştü tabii eleman. Kitaptaki tarifi biraz yorum katarak (şefliğin şanındandır, siz bilmezsiniz! Mesela domates-mozarella fırıldağı yerine, tanımlanamayan domates-mozarella cisimcikleri yapmış oldum) hazırladım.
Topesto, kitaba bakarak yemek yapma fikrine karşı olduğunu söylese de -çok affedersiniz- tabiat ananın irice bir evladı (!) gibi sildi süpürdü yaptıklarımı.
Sonra da kitaptaki ‘Biralı Ekmek’ ve Kırmızı Soğan Salatası’ tariflerini küçük kağıtlara not aldı.
İki küçük yemek sırasında bile mutfakta 40 kişilik düğün yemeği yapılmış havası yaratmayı başardım tabii. Ama kirleten ben, temizleyen ben, kim karışır?.. Hem zamanla onu da bir sisteme bağlayacağız.
Size tarif de vereyim bir tane isterdim ama sanırım yerimiz doldu.
Şimdi gözüme ‘mısır unlu makarna cipsi’ tarifini kestirdim onu yapacağım. Bildiğimiz makarnadan, maç filan seyrederken atıştırmak için kendi abur cuburunu üretiyorsun. Şahane değil mi?..
Tabii şimdi iş kaldı mısır unu bulmaya. Yinee yooool, gözüüüktü marketeeee (Barış Manço’nun şarkısı gibi söyleyiniz. Aman ne saçma!..)
Tanıtım maksatlı NBA bilgileri
NBA tırmalayanlar için yılın bu vakti, gecenin bir yarısına saat kurmak, kalkıp yüze soğuk su çarpmak, uykuya dalmamak için gözkapaklarını kaş seviyesine mandalla sabitlemek manasına geliyor.
Hoş, harbi NBA meraklıları bütün sezonu böyle geçiriyor. Yüreğine N, B ve de A harflerini kazıtmış bu azınlığın dışında, benim gibi sadece final dönemine yoğunlaşanlar için konuşuyorum zaten...
Finalleri NBA hadisesine alaka duyan arkadaşların hemen tanıyacağı, can dostum Batuğ’la takip etmeye çalışıyoruz. Batuğ, memleketin en popüler NBA sitesi olan batug.com’un ‘Batug’u oluyor zaten.
Ara sıra bizim kendince meşhur perşembe geyiklerini, batug.com’un altıncı adamlarıyla yapıyoruz.
Hepsi pırıl pırıl, fakat kafayı bir şekilde NBA ile kırmış çocuklar. Benim Galatasaray’ı tuttuğum gibi Minnesota veya Dallas’ı tutuyorlar mesela. Konyalı Portland taraftar grubu olduğundan bahsediyorlar, birtakım hayatımda daha önce duymadığım tabirlerle konuşuyorlar, kısaca tatlı tatlı sinir bozuyorlar güzel kardeşlerim.
Bazen Kaan (Kural) ve Murat (Kosova) geliyor, Yiğiter (Uluğ) geliyor ve ben bunların konuşmalarını anlamak için dekoder gereksinimi filan duyuyorum. Ki; başka bi ortamda NBA’den süper anlayan bir insan gibi algılanabilirim. Zırcahil sayılmam bu konuda...
*
Neyse, işte, Batuğ’la maç seyrederken o da acayip, anlamadığım bişiler söylüyor.
Her seferinde ‘Ne buyurdun abi? Su mu istedin?’ filan diyorum.
Bir, iki o da zihnen yoruluyor tabii.
Neticede, batug.com’da halkın hizmetine sunulmuş olan ‘enbiey terimleri sözlüğü’nü açıp bildiğimi bilmediğimi madde madde ezberlemeye başladım.
Burada size, tanıtım maksadıyla birkaç adet sunuyorum. Gayet anlaşılabilir, hatta anlamayana sopayla girişilebilecek seviyede açık bir şekilde yazılmış maddeler bunlar. Bu arada batug.com’un doğumgünü partisi 22 Mayıs’ta olacak. Ama nerede olacak hálá belli değil. Siteden takip ediniz...
Bunny: Markaj altında değil de son derece serbest pozisyonda atılan orta yahut kısa mesafeli, basket olması çok yüksek ihtimalli şut. ‘Snowbird’ de denir. Kaçırana kötü bakılır. Rakip alay eder.
Nothing but net: ‘Tuf’ sesi çıkararak çembere değmeden giren şut. Deliksiz! Ortaokulda oynanan malum oyunda iki sayı yerine geçer!
Shooter’s bounce: Şutun çemberden sektikten sonra girip sayı olması. Bunun genelde iyi şutörlerin başına geldiğine inanılır, hani para parayı çeker misali (!), o yüzden terimin adı böyle.
Backdoor play: Top yüksek posttaki adama geçirilir. Savunmanın dikkati buna çekilmişken ters taraftan bir oyuncu kat eder ve ona pas çıkarıldığında açık şutla basket şansı bulur. (İsmet Badem çok sever bu lafı telaffuz etmeyi...)
Money shot: Kendi şutunu yarattıktan, yahut rahat top kullanabilecek yere tüyüp asisti aldıktan sonra basketi lambalamak. Daha ziyade üçlükler için söylenir.
Airball: Şut çekildiğinde topun ne çembere, ne potaya değmemesi. Tribünde ‘yuh’ veya ‘oha’ tezahüratına yol açan şut!
Point guard: Nokta gözcü. Hade len, uğraştırmayın beni! Oyun kurucu. Pileymeykır! Ceysınkid.
Breaking ankles: Hayır efendim, bileği burkmak filan değil, atlamayın hemen aynalı sazan gibi! Şudur: Crossoverla rakibi geçerken adamı dağıtıp belini kırma hareketinin enbieycesi...
Turnover: Top kaybı. Artık hücum faul mü yaptın, yanlış pas mı attın, driplingte kaptırdın mı, ne halt ettiysen... Top rakibin kontrolüne geçti ve sen tırsıyor, gözlerini koçtan kaçırıyorsun.
Buzzer: Hani arada bir tezahüratı filan bölen ‘zıvaaaynk!’ diye bir ses var ya, odur işte. Peki ne zaman çalar bu düdük? 24 saniye süresi bittiğinde, periyod bittiğinde ya da maç bittiğinde...
Rejection: Top kesme. Şapka! Refüze olursun, kendini kötü hissedersin.
Palming: Dripling yaparken elini, topu avuçlayacak şekilde alta getirmek. Topu taşımak. Kepçe! Hani ‘Bilader al da eve götür bari’ deriz ya... Steps oluyor yani!
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2004
YARIN akşam İstanbul’da Eurovision finalinin başladığı saatlerde, ben dünya haritası üzerinde memlekete en uzak noktalardan birinde olacağım. Yakın arkadaşlarım, bu uzun seyahate sadece Eurovision’dan kaçmak için çıkmış olabileceğimi iddia etmekte. Fakat tabii ki böyle bir durum söz konusu değil.
Nereye gittiğimi sonra öğrenirsiniz, şimdi anlatıp heyecan kasırgası yaratmayayım...
Eurovision’un bütün acılarını çekmiş biri olarak, sefasını sürmek üzere yarın gece Abdi İpekçi’de olmak da fena fikir değildi.
Ama nedir; yaptık bir B Planı o tarih için ve planımıza sadık kalacağız.
***
Fakaaaat, Eurovision’a, hele ki güzel vatanımızın yedi düvele nam salmış cennet köşesi İstanbul’da düzenlenirken tamamen ilgisiz kaldığımı düşünmenizi istemem.
Sırf vicdanımı rahatlatmak amacıyla, çarşamba gecesi geçtim televizyonun karşısına ve yarı final mücadelesini (Böyle yazınca, futbol turnuvası gibi oluyor, siz de fark etmişsinizdir) seyrettim.
Naçizane düşüncelerimi, minik notlar halinde aktarayım, ne ben yorulayım ne de siz...
Sertab’ın kurdele çıkarma numarası bir nevi Eurovision standardı olmuş (Çok lazımmış gibi). Yarı finalde pek çok ülke, ağzından burnundan kurdele çıkardı. Kısaca söylemek gerekirse: Bööö! Gereksizdi...
Kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Avrupa’nın 1 numaralı ülkesi olan İsviçre’nin hali neydi öyle? 1984 model bir Michael Jackson taklidi eleman ve İsviçre’den charter seferiyle gelmiş gibi duran dört dansçı... Şarkı berbat, onu geçtim; çok kavruk gözüküyorlardı yahu...
Bazı yarışmacılar, bazı ünlü şarkıcıları taklit etti. Ya ben hastayım ya da hakikaten böyle bir durum vardı. Bir George Michael, bir Craig David, bir Prince, bir de ekip olarak Backstreet Boys tespit ettim kendi adıma. Sertab taklitlerini saymıyorum...
***
Eurovision’daki şarkıları dinledikten sonra, Büyük Britanya dışında diğer Avrupa ülkelerinde popüler müzik üretiminin yasaklanması gerektiği yolundaki fikrim yeniden alevlendi. Biraz faşizan bir düşünce olduğunun farkındayım. Ama mecbur muyum ben bu kadar kötü şarkı dinlemeye kardeşim?.. Bak yine İsviçre geldi aklıma, sinir uçlarım düğümlendi...
Değinmeden geçemeyeceğim, Andorra sayesinde ilk kez Katalanca şarkı dinledim. Kız biraz nefes nefese kaldı ve ben Katalanca kulağa nasıl geliyor anlayamadım. Kazanamadılar ama enteresandı.
Direkt olarak finale katılacakları bilemem ama Yunanistan, bahis şirketlerinin de öngördüğü gibi favori gözüküyor. Athena da kesin derece alır. Athena’dan daha iyisini beklediğim gerçeği değişmeyecek ama bu şarkılar arasında şansı yüksek.
***
Kıbrıs Rum Kesimi’nin söylediği şarkıyı Arif Mardin alıp, atıyorum Bette Midler’a söyletse ve bir filmde kullanılsa hit olur. Benim dinleyebileceğim bir şey değil ama işlenirse tipik bir soundtrack hit’i olur. Bir de böyle dinleyin, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız.
Meltem Cumbul’la Korhan Abay’ın ‘esprili sunum’ları sırasında kendimi kanepeden yere bıraktım birkaç kez. Gülmekten değil tabii; çektiğim acının sona ermesi için yaptım bu manasız hareketi fakat fayda etmedi. Esprisiz denesek?..
TRT; sahne, dekor, ışık ve çekim hadisesinde üstün performans göstermiş. Haklarını yemek istemem. Bunu da böyle yazarım...
Sonucu binlerce kilometre öteden teknolojinin imkanlarını seferber ederek öğreneceğim. Belki iyi bir internet bağlantısıyla canlı olarak da seyrederim. Ama sorsanız ‘Çok mu merak ediyorsun?’ diye, ‘Dönene kadar sabredebilirim’ derim herhalde...
Ya, neydi o İsviçre’nin durumu öyle hakikaten. Kavruk gibi bir şey... Neyse, görüşmek üzere.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2004
Geçen hafta elime geçen ve süratle okuduğum bir kitap Cüneyt Arkın’ın sabrının taşarak karşısındaki kitleye kafa göz patlatmak üzere daldığı anlardaki meşhur repliği tekrarlattı bana: ‘Bozdum ulen yeminimi, nihaaaaa!’ Seri cinayet işleyen katiller konusunda uzun süredir yazı bekleyenler var. Son olarak Jeffrey Dahmer’le yapılmış geniş bir röportaj okumuş ve söz konusu röportajın etkisiyle bu konuda bir süre başka bir şey okumama kararı almıştım.
Okumayınca yazı da çıkmıyor haliyle, di mi?
Geçen hafta elime geçen ve süratle okuduğum bir kitap Cüneyt Arkın’ın sabrının taşarak karşısındaki kitleye kafa göz patlatmak üzere daldığı anlardaki meşhur repliği tekrarlattı bana: ‘Bozdum ulen yeminimi, nihaaaaa!’
Kitabın adı ‘Ölüler de Konuşur’ Saga Yayınları adında, açıkçası tanımadığım bir yayınevi çıkarmış.
Yazan kişi Adli Tıp Antropolojisi’nin öncü isimlerinden Dr. William Maples. Daha doğrusu Maples’ın anıları, Michael Browning tarafından kitaplaştırılmış.
Patricia Cornwell ablamız, kitap için ‘Bir başyapıt!..’ diyor.
Ben size kitabı okurken altını çizdiğim birtakım bölümleri aktaracağım. Midesi hassas olanlar, bu noktadan itibaren daha ferahlatıcı mevzularla ilgilenmek üzere ayrılabilirler. Hak veririm, saygı duyarım...
Hakiki manada enteresan ve hafiften hasta ruhlara yönelik ayrıntılara takılmak isteyenler beni, daha doğrusu Dr. Maples’ı takip etsin lütfen...
Eğer taze bir şeyler üzerinde çalışıyorsak, odaya girer girmez bunu anlamanız mümkündür. Koku bazen çok iğrençtir, bazen de ister inanın ister inanmayın, iştah açarlar. Florida Doğa Tarihi Müzesi’ndeki laboratuvarımda çalışırken gelip ‘mmm, ne pişiyor?’ ya da ‘Gerçekten çok güzel kokuyor’ diyenler çok olurdu; pişen şeyin yeni yanmış bir insan olduğunu duyunca da betleri benizleri atar ve koşarak kaçarlardı.
(İnsan vücudunun) çürümesini etkileyen pek çok faktör vardır. Buza gömülen bir beden neredeyse sonsuza kadar korunabilir. Çürümüş bitkiler ve nem de çürümeyi geciktirir. Kuru kumda, vücut parşömen gibi mumyalanır. Fakat toprağın üstünde, özellikle sıcak havada iskeletleşme süreci insanı hayrete düşürecek kadar kısadır. Dokuz gün, ya da ona yakın bir süre yeter.
Hiçbir zaman Kuzuların Sessizliği filmideki FBI ajanları gibi otopsi sırasında üst dudağıma mentol sürmem. Zaten tanıdığım kimse bunu yapmaz. Zaten bir süre sonra kokuyu düşünmemeye başlarsınız.
Saçların ve tırnakların öldükten sonra da uzamaya devam ettikleri bir hurafedir. Gerçekte etraflarındaki deri geri çekilince saç ve tırnak daha göze çarpar hale gelir.
(Ölümden sonra) çürümeye vücuttaki bakteriler neden olur. Kan, bakterilerin yayılıp çoğalmasına uygun bir deniz gibidir. Damarlar ve dokulara gaz yayılmaya başlar. Vücut bu metan gazından dolayı şişer ve 12 ila 18 saat içinde normal halinin iki üç katına ulaşır.
Adını vermeyeceğim bir çalışma arkadaşım, ziyaretçilerine bazen bu olayı şu şekilde gösterir: ‘Laboratuvarın ışıklarını kapatır, bir kibrit yakar ve şişmiş vücuda bir iğne saplar. Oradakilerin şaşkın bakışları arasında cesetten mavi alevler yükselir.
(Ölümden sonra) derimiz bağlı olduğu yerlerden ayrılır; öyle ki eldeki deriler neredeyse bir eldiven gibi çıkartılabilir fakat, tırnaklar düşer. Çıkartılan bu ‘eldivenler’den hálá parmak izi alınabilir. Bunu yapmak için görevli kişinin ölü deriyi kendi eldivenli eline geçirip, ölünün parmak izlerini mürekkebe batırdıktan sonra beyaz kağıdın üzerinde dikkatlice yuvarlaması gerekir.
(İskelet bulmanın zorluğu üzerine) Eskiden iskelet ihraç eden Hindistan ve Bangladeş, ulusal haysiyetlerini korumak amacıyla artık bu ihracatı durdurdular. Benim öğrencilik yıllarımda birinci sınıf bir iskelet 600 dolar ederdi. Bugün eğer bulabilirseniz, 3 ila 5 bin dolar arasında. Şimdiki öğrencilerin kullandıkları plastik iskeletler ise 659 dolar... Bizim meslekte kendinize güveninizin sarsıldığı zamanlarda, birkaç bin dolar değerinde kemiğe sahip olduğunuzu ve her geçen gün değerlerinin arttığını düşünerek avunabilirsiniz.
Gömülmüş bir bedenin dört bir yanını sarmış kurtçuklar hikayesi gerçek değildir. Aslında kurtçuklar toprak altında yaşamaz. Peki oraya nasıl gelmişlerdir? Sinekler ölümden önce bile vücudun üstüne yumurtalarını bırakırlar ve onların solucan gibi kıvrılan, kurtçuk olarak bilinen larvaları, 24 saatten az bir süre içinde yumurtalarından çıkarlar.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2004
UEFA’nın, 2005’teki Şampiyonlar Ligi final maçı için Atatürk Olimpiyat Stadı’nı seçmesi üzerine tamamen uydurma bir felaket senaryosu yazmıştım. Ama gerçekler zaman zaman en abartılı kurgudan bile acayip olabiliyor.
Nasıl mı?
Şöyle: Önceki akşam bu yılın Türkiye Kupası şampiyonunu belirlemek için Olimpiyat Stadı’nda Trabzonspor-Gençlerbirliği arasında final maçı oynanacak...
Maçın bu statta oynanmasına bayağı bir zaman önce karar verilmiş.
UEFA yetkilileri de stadı incelemek için ‘Fırsat bu fırsat’ demiş ve kendileri yollara vurup stada bir şekilde ulaşmış.
Statta hiper modern localar, süper şahane tuvaletler, ultra modern basın merkezi filan düşünülmüş, fakat bir detay atlanmış: Skorboard yok.
Yani hemen her türlü spor yapılabiliyor bu statta fakat skor bilinemiyor.
Galatasaray, bütün sezon bu işi, maç günleri açık tribünün arkasına park edilen bir TIR’ın üzerine oturtulan skorboard’la halletmişti.
Türkiye Kupası finali için skorboard ayarlamak kimsenin aklına gelmemiş.
Şimdi gelin bunu UEFA temsilcisine anlatın.
Adam rapor yazacak: ‘Eğer yolunu bulabilirseniz, tozdan dumandan bitap düşmeden stada ulaşabilirseniz tesis güzel... Eeee, bir de skorboard unutulmuş...’
Aferin!
* * *
Bir ihtimal UEFA temsilcilerinin skorboard’u olmayan modern stat hadisesini çözmeye çalıştıkları sırada, Eurovision’da Ukrayna’yı temsil etmek üzere İstanbul’a gelen müzisyenler de bir başka problemle karşı karşıyaydı.
Prova için sahneye çıkan müzisyenler, üzerinde çaldıkları platformun çökmesi sonucu, vatan toprağını öpmüş oldular.
Neyse ki önemli bir yaralanma yok. Ufak tefek sıyrıklarla atlatmışlar olayı.
Esas enteresan gelişme, olay üzerine yapılan açıklama.
Ukraynalı müzisyenler başlarına ne geldiğini çözmeye çalışırken, yetkililer ‘Ukraynalı grubun şarkısı çok şiddetli. Bu yüzden kolonlara dayanamayan birkaç cam kırıldı. Platform çökmesi gibi bir durum yok’ açıklamasını yaptılar.
Nasıl yani?
Şiddetli şarkı ne demek?..
İlla yavaş yavaş mı çalacaklar?
Bu açıklamanın üstüne benim bir şey söylememe gerek yok zaten di mi? Ne diye uğraşıyorsam artık...
* * *
Bu haberleri okuyup, sinir uçları düğümlenmesi sebebiyle gülmekle ağlamak arasında bir yerde kalmışken birbiri ardına 104 yaşındaki İstiklal Harbi gazisinin maaşının kesilmesi, işyerinde cinsel tacize verilecek son derece ağır (!) ceza, YÖK yasa tasarısı, tecavüz ve töre cinayeti haberleri geldi.
AB’ye uyum mu dediniz?
Pardon, ben lahana turşusu duymuşum...
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2004
Bir sebze gibi kanapeye yayılmış uzaktan kumandayla 0’dan 50’nci kanala ulaşma hızı alanında rekor denemesi yaparken telefon çaldı. Tam 37’nci kanaldaydım ve gayet iyi gidiyordum oysa... Telefona uzandım ‘Pronto!’ diyerek açtım.
‘Birader n’aber, Topesto arıyor’ dedi karşıdaki ses. ‘Sen aradığında zaten cihazın ekranında nal gibi yazıyor, yorma kendini. Nedir hadise afacan?’ dedim.
Topesto, ‘Program öneriyorum: Üç film birden. Kızılmaske, Maskeli Şeytan, Dünyayı Kurtaran Adam. Yeri ve zamanı sen belirle...’ diyerek topu şişirdi.
Topu sektirmeden ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ı daha geçen hafta tekrar seyrettim. Onun yerine Badi olursa eyvallah. Evden çıkmam, bana gel. Bende Badi yok, sendekini getir’ şeklinde karşılık verdim.
‘Badi’nin daha önce çeşitli vesilelerle bahsi geçmişti. Malum, Türk yapımı ‘E.T.’ Hani finalinde E.T. (Yani, Badi oluyor bu durumda) uzaya giderken, Türk çocukları elini öpüp başlarına koyuyorlar filan...
*
Bizim ‘Sevdiğimiz Filmler’ dediğimiz, kitleler tarafından ‘Fantastik Türk Filmleri’ olarak tanınan, hepsi birbirinden kıymetli eserler konusunda Topesto, hepimizden daha öndedir.
Hepimiz derken, yakın 3-5 arkadaşımızdan bahsediyoruz. Bir şekilde bu filmleri kovalar, bulur, televizyonda gösterilecekse bekler, kaydeder filan.
Eskiden daha sık yapardık bu ‘Üç film birden’i. Ama artık ayda yılda bir oluyor.
Neyse, ben Kızılmaske ve Badi’yi seyretmiştim. Fakat Maskeli Şeytan’ın sadece namını duymuşluğum var. İrfan Atasoy, Feri Cansel ve Sami Hazinses oynuyor onu biliyorum, bir de yönetmen Yılmaz Atadeniz.
Kısa keselim, Topesto filmlerle geldi. ‘Önce hangisi?’ tartışması yapmadık. Böyle durumlarda, birinin seyretmediği film varsa ona öncelik tanınıyor. Yekten Maskeli Şeytan’a yazıldık.
Film VCD olarak bulunabildiği için gönül rahatlığıyla yazıyorum. Kendinizi parçalamayın, ‘Nasıl buluruz?’ diye.
Bütün sevdiğimiz filmler gibi aslında bir amacı olmayan ama seyrederken çok eğlendiğiniz bir eser. Red Kit rolündeki Sami Hazinses, kısaca Feri olarak oynayan Feri Cansel, kostümüyle Maskeli Şeytan’dan çok, kavruk kalmış bir Batman görüntüsü çizen İrfan Atasoy, gayet başarılılar.
Zaten film, bir altın mumyanın peşinde, birtakım insanların dayak yemesi şeklinde gelişiyor. Çoğu 1960’ların ikinci yarısı ve 1970’lerde çekilmiş bu filmlere aşina olanlar zaten tahmin edecektir...
*
Ve tabii, bu filmlere özgü süper diyaloglar var.
Örneğin, Sami Hazinses (Hippi kılığı süper bu arada) ve Feri Cansel’in ‘Fırtınalar Düosu’ adıyla sahne aldıkları sahnede şahane iki diyalog var.
Birincisi o esnada gazeteci ayağına yatan Maskeli Şeytan’ın, altın mumya hakkında bilgi sahibi olan profesörün sekreterini kafalamaya çalıştığı sahne.
Sekreter: Sesiniz yabancı gelmiyor.
Maskeli Şeytan: Plak gibiyimdir, her dükkanda çalarım.
Sekreter: Aha-ha! Çok şakacısınız doğrusu.
İkincisi de, profesörün (Muzaffer Tema), ‘I Feel Good’ eşliğinde dans ederken görüp hasta olduğu Feri Cansel’in, bu esnada patlak veren kavgadaki üstün yeteneği üzerine...
Profesör: Sizde yalnız şarkıcılığınız değil, kavgacılığınız da varmış hanımefendi.
- Öyle atlet kompleyimdir.
- Çok şakacısınız. Tekrar görüşelim.
*
Bu esnada Topesto ‘Kibar adammış, ‘Atlet kompleyim’ diyen kadına normalde ‘Oldu güzelim, görüşmeyelim’ dersin, bu ‘Tekrar görüşelim’ diyor..’ şeklinde bir çıkış yaptı.
Konu açılmışken sordum tabii: ‘Atlet komple ne yahu?’
Topesto cevapladı: ‘Komple sporcu...’
Haa, tamam o zaman!.
Bilgi tuhaf bir şey mesela İzlanda’da eşek demeyeceksin
İnsanın neyi nereden öğreneceği hakikaten belli olmuyor. Michel Gondry adında, her çektiği klibi ‘Vay be kardeşim!’ diyerek seyrettiğimiz bir yönetmen var.
Bu mümtaz şahsiyet, çalışmalarını bir DVD’de toplamış. Kıydık paraya aldık.
Gondry’nin klip çektiği isimler arasında Björk, Daft Punk, The White Stripes, The Chemical Brothers gibi isimler var dersem, konuyla biraz ilgilenenler nasıl bir insan olduğunu daha rahat anlayacaktır.
Neyse, DVD’nin içinde 52 sayfalık ‘Hayatı, Eserleri, Olur Olmaz Düşünceleri’ türünden bir kitapçık da var.
Bir yandan Cibo Matto’nun ‘Sugar Water’ı için çektiği klibe saygımızı sunmak amacıyla giydiğimiz ceketin önünü ilikliyoruz, bir yandan kitapçığı karıştırıyoruz.
Michel Gondry abinin, Björk’le ilgili anılarını anlattığı bölüme geliyoruz bu arada.
Michel abi anlatsın: ‘Bir gün İzlanda’da otelde Björk’le laflarken, içeri İzlandalı bir grup sarhoş girdi ve içlerinden biri bana İzlandaca ‘@!$*!@!’ dedi. Björk ayar oldu, acayip kızardı ve defolup gitmelerini yoksa elemanı tepeleyeceğini söyledi. Hareketlerinden anladığım kadarıyla hakikaten tepeleyecekti. Meğer eleman bana ‘Eşek!’ demiş ve bu İzlanda’da çok ama çok ağır bir hakaretmiş. Björk’ün benim için kavga etmeyi göze almasından gurur duymuştum...’
Bilgi böyle tuhaf bir şey. Sevdiğiniz bir yönetmenin kliplerini izlemek için aldığınız DVD’den, İzlanda’da asla kimseye ‘Eşek!’ dememeniz (veya kızdırmak için aynen bunu söylemeniz) gerektiğini öğreniyorsunuz.
Şimdi siz de öğrenmiş oldunuz. Artık bir İzlanda vatandaşıyla aranızda arıza çıkma ihtimali nedir, onu siz hesaplayacaksınız...
Sizin kötü şarkı listeniz de şöyle
Geçen hafta, ABD’de yayınlanan Blender adlı derginin seçtiği En kötü 50 şarkılık listeden bahsedip ilk 10 şarkıyı vermiş, sonra kendi ilk 10’umu sıralamış, size de ‘Öksürün bakalım, sizin listeniz nasıl bir şey?’ diye çağrıda bulunmuştum.
Listelerinizi birer kahır mektubu gibi; kah kendimi yüksek bir yerlerden aşağı fırlatmak hissiyle dolup taşarak, kah ‘Ben bu dünyaya acı çekmeye mi geldim!’ diye höykürerek okudum.
Elinize sağlık!
En çok istek alan (istenmeyen demek daha mı doğru olur acaba bu durumda) şarkılardan itinayla seçtiğim liste şöyle. Bu arada ‘Bilmem kimin tüm şarkıları’ türü önerileri dikkate almadım.
Bir de ‘Sen Celine Dion’a nasıl laf edersin arkadaş! Mariah Carey seni tasma takıp parkta gezdirsin’ türü tepkilerle müzik zevklerimizin pek uyuşmadığı ayan beyan ortada olan arkadaşlara da teşekkürler.
Almayayım, alana hiç engel olmayayım, ceketini tutayım, kapıya kadar eşlik edeyim, hürmetlerimi sunayım filan falan.
NOT: Listenin sekizinci sırasındaki Shivava’nın nasıl yazıldığını ve kimin söylediğini bilmiyorum. Passaparola’daki şarkı diyeyim, siz anlayın. Liste yollayanların da nasıl yazıldığı konusunda kafası karışıktı belli ki. Böyle yazdım, kusura bakmayın.)
SİZİN LİSTENİZ
1- My Heart Will Go On - CELINE DION
2- I Will Always Love You - WHITNEY HOUSTON
3- Wannabe - SPICE GIRLS
4- Hello - LIONEL RICHIE
5- All That She Wants - ACE OF BASE
6- Congo - MIAMI SOUND MACHINE
7- Papi Chulo - LORNA
8- Shivava
9- Senorita - JUSTIN TIMBERLAKE
10- Boys Boys Boys - SABRINA
Yazının Devamını Oku