Filmde ‘duygusal işlevsizlik’ varsa gitmem

Yıllar önce, Dünya Sineması’nda Rosa Luxemburg’un hayatı üzerine yapılmış bir film sırasında kıymetli bir arkadaşımla horlaya horlaya uyuduğumuz gün, film seçme kriterlerimde dönüm noktası olarak kabul edilebilir.

‘Seyretmezsen, entelektüel ortamlarda kavruk kalırsın’ türü filmlere ‘Tamam abi, ben öyle kalayım’ dediğimiz ve sıkılma ihtimalimizin bulunduğu filmlere gitmemeye başladığımız döneme böyle geçmiştik.

Bir ara Topesto biraderimle iyice radikal bir tavır içine girip ‘Hong Kong veya Hollywood yapımı değilse işim olmaz usta’ çizgisine kaymıştık.

Ama sonra yumuşadık tabii. ‘İyi ki yumuşamışız’ dedirtecek güzellikte Avrupa filmleri seyrettik.

Topesto hálá İran, Özbekistan, Afganistan sinemalarına karşı. Ben hiç seyretmediğim için zaten bir fikrim yok...

Neyse uzatmayalım; bu sene 23 yaşına basan Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin programı çıkmış. Topesto, kapıp geldi bi tane, bende karıştırıyoruz.

Bu karıştırma sırasındaki diyalogları tamamen aktarmayı isterdim ama böyle bir alana sığamayız. Bir de bazen konuşurken yılların verdiği bir alışkanlıkla birbirimize karşı salaklaşabiliyoruz. İki arkadaş laflarken olur da, sizle paylaşsam bir daha ciddiye almazsınız.

‘Ciddiyetmiş, peh! Sanki bilim aleminin sırlarını anlatıyor her hafta!’ diyen arkadaş, sizi fark etmedim sanmayın bu arada!..

*

Beraber gideceğimiz, beraber gitmeyeceğimiz (Yani isteyen kendi başına gidebilir) ve asla gitmeyeceğimiz filmleri belirledik önce.

Asla gidilmeyecek filmleri belirlemek için festival kitapçığında kullanılan bazı kelimelerden faydalanıyoruz.

‘Tam da...’ diye başlayan bir cümle varsa;

‘Trajik boyutu olay örgüsünün altında gizli, yavaş başlamasına karşın...’ gibi bir cümle görürsek;

‘...Duygusal işlevsizlik... Konuşan imgeler... Modern yalnızlığın özel bir türüne, yargılamayan, mahrem bir bakış...’ gibi hakikaten gittiğimizde hiçbir şey anlamayacağımız belli olan filmlerden uzak duruyoruz mesela.

Bunun dışında, bana biraz ırkçı bir tutum gibi gelse ve vicdanımı rahatsız etse de bazı ülkelerin filmlerinden uzak duruyoruz.

Bütün bu uyuzluğumuza rağmen 30’dan fazla film seçtik.

Bir kere, geçenlerde bahsetmiştim; Martin Scorsese’nin ABD’de televizyonda yayınlanan muhteşem bir Blues projesi vardı. Yedi filmlik serinin yapımcılığını yapıyordu Scorsese ve bir tanesini de bizzat yönetiyordu.

Dizinin diğer filmlerinin yönetmenleri arasında Wim Wenders, Marc Levin, Mike Figgis ve Clint Eastwood gibi isimler vardı.

‘Bir televizyon verse de seyretsek’ gibi gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz bir dileğimiz vardı.

Kalbimiz temizmiş, Festival getirtmiş yedi filmi.

Kaçırmayın.

Sonra Werner Herzog ve Klaus Kinski hadisesi var. Yönetmen Herzog ve Klaus Kinski’nin ‘Yeşil Kobra’, ‘Fitzcarraldo’, ‘Aguirre’ gibi filmleri hakikaten kaçmaz.

John Cassavetes (Baba!), Ken Russell, Marco Ferreri’den filmler seçildi.

Bir de Cemal Reşit Rey’de sinema tarihinin en önemli filmlerinden ‘Nosferatu’nun özel gösterimine gitmek için resmen yemin ettik.

Piyanist Eunice Martins canlı olarak çalacak ve biz de ‘Nosferatu’yu seyredeceğiz.

Başta festival sponsoru olan Turkcell olmak üzere, festival olmasa asla seyredemeyeceğimiz filmleri İstanbul’a ayağımıza kadar getirmek yolunda destek olan sponsorlara da teşekkürlerimi ve saygılarımı sarkıtırım...

Serüven başladı hayırlı olsun

Maceraperest Çizgiler’in bir süredir Levent Cantek yönetiminde bir çizgi roman araştırmaları dergisi hazırladığını biliyordum.

‘Serüven’ adı altında çıkmaya başladı dergi. Fiyatı 6 milyon TL ve üç ayda bir yayımlanacak.

Çizgi Roman üzerine yazılmış pek çok tatmin edici yazı var. Ekip zaten sağlamdı ve bakıldığında ‘Kötü bir şey çıkmaz’ dedirtiyordu.

Hayırlı olacağına eminim ama yine de söyleyeyim: Hayırlı olsun.

Dergiyi çok beğendim ama gördüğüm küçük bir eksikliği söylemeden geçersem, her şeyden önce hazırlayanlara haksızlık etmiş olurum...

Dergide kullanılan çizgi roman karelerinin nereden, hangi çizerden, hangi maceradan alındığına dair en ufak bir not yok.

Haydi ben Spiegelman’ın Maus’unu biliyorum ama bilmediğim pek çok kare de var.

Küçük birer resimaltı, okuyucunun işini büyük ölçüde kolaylaştırır.

Dostça bir uyarı, bir katkı girişimi filan...

Caz Festivali’nin programı şöyledir!

Daha Caz Festivali’ne çoooook var! Temmuz ayında, hatta tam olarak 7 Temmuz Çarşamba gecesi Esma Sultan Yalısı’nda başlayacak, 17 Temmuz Cumartesi sona erecek.

‘Bu kadar çok vakit varken niye programı açıklıyorsun?’ diyenlere ‘Bu bir tür saplantı’ diye cevap vereceğim ve sonra bu saplantıyı açıklayacağım.

Hey Dergisi’nde tıfıl muhabir olarak çalışmaya başladığım dönemde, ‘Bu yaz kimler gelecek festivale?’ sorusunu bir gazeteci olarak sorabileceğimi fark etmiştim.

O dönem İstanbul Festivali’nin basın ve halkla ilişkiler sorumlusu olan Arzu’cuğumu bayağı bir çürütmüştüm.

Kapıdan kovuyordu ‘Haydi git, ben bu listeyi Yavuz Baydar’a vermiyorum, sana mı vereceğim?’ diye, pencereyi zorluyordum.

Zamanla bana alıştılar, daha doğrusu, ‘Kurtulamıyoruz, kontrol altında tutup, birlikte yaşamaya çalışalım’ noktasına geldiler.

Şimdi mesela İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na girdiğimde yanağımdan makas alıp ‘Ayol ben bunun şu kadarcıklığını bilirim’ filan diyorlar, utanıyorum ama hoşuma da gidiyor tabii.

Neyse işte, festival programını benim o yaşlarda merak ettiğim gibi merak eden birileri vardır mutlaka aranızda.

Onlar için ama en çok kendim için ‘en önce’ açıklıyorum...

Hoşuma gidiyor kardeşim işte, zorla mı?..

*

Bu yaz gitar manyağı olacağımızı söyleyerek başlayayım.

8 Temmuz’da Paco De Lucia (Burhan Öçal da sahneye çıkacak), 10 Temmuz’da Pat Metheny (Trio formatında geliyor), yine 10 Temmuz’da Marc Ribot (O da trio takılacak), 15 Temmuz’da Jeff Beck ve 17 Temmuz’da John Scofield var.

Jeff Beck için bir ihtimal gelemeyebilir demek gerekiyor. Ama olmazsa yedeği mevcut!..

Bu yıl Esma Sultan’da hakikaten sesi çok güzel iki kadın dinleyeceğiz ki; bunlardan biri ayrıca güzel...

Mariza 14 Temmuz’da çıkacak. 13’ünde ise geçen sene dinlediğim ve çok beğendiğim Cibelle var. Brezilyalı Cibelle’e ‘ayrıca güzel’ dememin sebebini görünce anlayacaksınız. Aynı zamanda manken olan Cibelle, festival sanatçıları arasında medyada kendine en fazla yer bulan isim olmazsa ne olayım! (Ne olayım hakikaten ya?!)

14 Temmuz’da YES var, onu biliyorduk zaten. 12 Temmuz’da Bobby McFerrin, 9 Temmuz’da Bebel Gilberto ve 17 Temmuz’da Chaka Khan ayrıca güzelleştirecek yaz mevsimini.

Fakat Chaka Khan’da da bir problem olabilir. Hemen söyleyeyim, onun da yedeği mevcut!

Bu saydıklarımın hepsini tavsiye ederim. Ama özellikle dikkat çekeceğim bir konser var 9 Temmuz’da Cemal Reşit Rey’de.

Christopher O’Riley klasik müzikle iştigal eden bir piyanist. Christopher Abi (Türklerin önlenemez samimiyet atağına naçizane bir örnek!), kafayı Radiohead’e takmış.

Oturup ulaşabildiği bütün Radiohead kayıtlarını dinlemiş. Sonra parçaları yorumlama kararı almış. 16 Radiohead parçasından oluşan bir albümü var. Yahoo’da arama kutucuğuna abinin adını yazarsanız buluyorsunuz...

Ben girip oradan küçük küçük pasajlar dinledim. Bayağı enteresan. Konserde insanın kendisini jiletlemesine yol açar mı şimdiden kestiremem. Ama enteresan ve kesinlikle dinlenmesi gereken bir iş yaptığı kesin...

Big Band, DJ arkadaşlar, caz vapuru filan aynen devam.

Yaz gelse de Açıkhava’ya gitsek ya; çok özlemişim, şimdi fark ettim...
Yazarın Tüm Yazıları