Şimdi size on beş yaşımdayken filan İstanbul’a geleceklerini duyduğum anda heyecan ve sevinçten o dönemdeki en büyük derdim olan siyah noktalarımı tamamen iyileştirebilecek bir rock grubu mönüsü sunuyorum...
Şöyle bir şey listemiz: Yes, Uriah Heep, Jethro Tull.
Biraz daha ilerleyen yaşlarımda, bu kez heyecan ve sevinçten kendimi -atıyorum- Cindy Crawford’la ıssız bir adada başbaşaymışım gibi hissettirebilecek (Abarttığımı fark ettim ama devam ediyorum) bir başka liste: Einstürzende Neubauten, Violent Femmes ve Therapy...
Bu saydığım grupların tamamı (Ve belki daha fazlası) birkaç aylık bir zaman dilimi içinde memleket sınırları dahilinde konser verecek.
Ayrıca Reamonn var ama, bu toplulukla ilgili bir anım bulunmadığı için benim açımdan çok bir şey ifade etmiyor. Edenler muhakkak vardır...
Bir de tabii 19-21 Mart tarihleri arasında Ankara’da Rock Station Festivali var ki; oradaki ekipler beni aşar...
Ekonomik kriz, Irak’ın işgali, terör saldırıları derken patır patır iptal olan konserler yeniden başlamış vaziyette yani.
Sevindirici bir gelişme olduğu aşikar.
Yakın bir arkadaşıma bu hislerimden bahsettiğimde ‘Şu anda Jethro Tull konserine gidersen, bu kez sıkıntıdan yüzünü siyah nokta basar mı acaba? Hiç böyle düşündün mü?’ dedi.
Sanmıyorum.
1990’ların başında geldiklerinde gayet güzel dinlemiştik işte.
Uriah Heep’i hiç seyretmedim mesela. Topluluğun hayranları ‘Heepster’ olarak anılır. O seviyede nüfuz etmişliğimiz yok bu hard rock ekibine. Ama yıllarca severek dinledik, o ayrı.
Einstürzende Neubauten, adını telaffuz edemediğimiz ama kimi zaman bayılmak, kimi zaman tekrar bayılmak üzere ayılmak suretiyle ilaç niyetine dinlediğimiz bir topluluktu.
Az sonra tarihleriyle vereceğim konserler arasında benim için en kıymetli olanı Violent Femmes! Benim durduğum yerden bakıldığında, en azından Açıkhava’da çalmaları gerekirdi. Fakat Manhattan da iyi olur. Biraz sıkışacağız belki ama iyi eğleneceğiz ve iyi bir konser dinlemiş olacağız.
O zaman 27 Nisan’da Violent Femmes’da görüşmek üzere.
Diğerlerine gider miyim, çok emin değilim şu anda...
İsa’nın Çilesi bizde tartışılır mı?
Vay nereden seyrettin seni korsancı diye höykürmeden durumu açıklayayım. Korsana karşıyım. Korsana karşı olan bir başka arkadaşım, korsana karşı olmayan bir arkadaşının ele geçirdiği filmi ortaya atınca (Daha doğrusu DVD Player’a taktı, atmadı yani) seyrettim ben de.
Gözümü kapatsam saçma olurdu, kabul edin. Ama bakın bayağı bir vicdan azabı çekmişim...
Neyse, ‘İsa’nın Çilesi’yle ilgili söyleyeceklerim çok fazla değil aslında. Madde madde ilerleyelim.
Filmin ‘geriye dönüş’ sahneleri hariç (ki herhalde 10-15 dakika bile tutmuyor) tamamı Hz. İsa’ya uygulanan şiddet üzerine.
Evet şiddet dozu çok fazla; evet bakmaya dayanamayacağınız yerler var; evet insanın içi kötü oluyor.
İsa’nın Çilesi’nin Türkiye’de ilk gösterildiğinde büyük ilgi göreceğine eminim ama bir tartışma yaratacağı konusunda aynı derecede emin olduğumu söyleyemem.
Herhangi bir İncil’i okumamış olanlar, Maria Magdalena’nın kim olduğunu, valinin karısının Hz. İsa’yı niye kurtarmaya çalıştığını filan bilemeyecek doğal olarak.
Böyle temel bilgilerin eksikliği filmi çözmek konusunda engel teşkil etmeyecektir belki. Ama seyirci okuyamadığı filmi tartışır mı? Veya büyük olasılıkla medyada kopacak tartışmayı ilginç bulur mu bilemem. Kendi adıma kimlerin tartıştığına bağlı olarak tavır alacağımı düşünüyorum.
Favori tartışmacılarımı da yazardım ama öyle kavga kızıştırır gibi bir hareket yanlış olur di mi?
Taşıdığı iddia yüzünden (Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri açısından bakın), film yönü geride kalmış durumda İsa’nın Çilesi’nin. Yanlış anlaşılmak istemem ama sıradan bir sinema meraklısı olarak iyi bir film seyrettiğimi söyleyemeyeceğim.
İncil’de uzun uzun anlatılan işkence dolu süreç, fazlasıyla ‘başarılı’ bir şekilde aktarılmış. Çok kan var, çok şiddet var.
İnancı kuvvetli Hıristiyanların (Tabii Yahudilerin de) filmi seyrederken ne kadar sarsılabileceklerini anlamak zor değil.
Türkiye’de gösterime girdiğinde, bu ‘korsan macerasının’ vicdan azabıyla gidip seyrederim bir kere daha.
Ama kaytarma ihtimalimi saklı tutuyorum.
Hafta içi yarışma maratonu
Hafta içi eğer akşamüstü erkenden evde olabilmişsem/kalabilmişsem klasik programım şöyle oluyor: Star’da Passaparola’nın eski bölümlerini seyretmek. Finale doğru Passaparola’yı kesip BBC Prime’a dönmek ve ‘The Weakest Link’e takılmak. ‘The Weakest Link’in tamamlanmasının ardından Show’a ışınlanıp ‘Passaparola’nın yeni bölümlerini seyretmek.
Şimdi, The Weakest Link’e dönmek için Passaparola’nın finali kaçırılır mı diyeceksiniz. Kaçırılır, çünkü sonunu biliyorum, hepsini daha önce seyretmiştim.
Passaparola konusunda uzun uzun anlatabileceğim hikayeler var. En sevdiğim İsmet Badem’in ‘Tarantula’ diyecekken ‘Tırakula’ dediği bölüm mesela. Yok, yok buna girersem hikaye çok.
Bir grup arkadaş evlerde oturup seyrediyor ve telefon trafiğiyle Passaparola’yı enteresan bir şekilde takip ediyoruz. Bunun ne kadar önemli olduğunu anlatabilmek için söylüyorum; aynı hareketi bir de Maraton için yaparız bu alemde.
Geçenlerde Topesto biraderim ‘Usta Metin Uca’yla Passaparola’ diye kutu oyunu çıkmış hadisenin, alalım mı?’ dedi.