Galatasaray’ın Alanyaspor karşısında uğradığı hezimet için her biri kendi içinde tutarlı pek çok senaryo, analiz, eleştiri, tespit üretmek mümkün. Kadıköy’de Fenerbahçe’yi yenerek liderlik koltuğuna yerleştiği maçın öncesinde, esnasında ve sonrasında biriken stres ve/veya rahatlama hissine bakarak psikolojik bir dalgalanmaya kurban gittiğini söyleyebiliriz. Yoğun ve zorlu bir fikstürde yakaladığı müthiş serinin fiziksel ve mental yükünü taşımakta güçlük çekip yıkılmıştır da diyebiliriz. “Rotasyon yapılsaydı böyle olmazdı, ikinci devreye başladığı kadro gibi bir kadroyla çıkmalı, en azından bazı oyuncuları dinlendirmeliydi” fikrine alkış tutanlar çıkabilir.
ATAN DERSiNi ÇALIŞILMIŞ
Bu tarz başka ‘haklı çıkılacak’ başka argümanlar da sıralayabiliriz... Ama böyle yaparsak, Alanyaspor’un harikulade oyununa biraz ayıp etmiş oluruz. Çağdaş Atan hem kendisi çalışmış dersine, hem de oyuncularını çok iyi çalıştırmış. Galatasaray’ı oyunun başlarında biraz tarttıktan sonra zayıf bütün noktalarını felç edecek akınlar düzenlemeye başladı Alanya ekibi. Bir yüklendi, iki yüklendi; 30 dakika dayanabildi Galatasaray… Babel ve Yedlin’e emanet olan tarafın boşluğundan ve yumuşaklığından bol bol faydalandılar, hızlı oyuncularıyla sarı kırmızılı defansı hallaç pamuğu gibi attılar.
İlk yarıda rakibi okumakta güçlük çeken, hamle yapacak hali olmayan Galatasaray faturayı ‘2 golde kalan’ bir mağlubiyetle ödedi. İkinci yarıda perde penaltıyla açılıp skor 0-3’e gelince maç da büyük ölçüde bitmiş oldu. Galatasaray elbette bu tarz skorları çevirebilecek güçte bir takımdır, böyle mucizeler genlerinde vardır ancak dün akşamki oyunla bu pek mümkün değildi.
YENİLER ATIYOR!
Mustafa Mohamed’in ve Gedson Fernandes’in farkı eriten golleri netice itibariyle teselli ikramiyesi olmaktan öteye gidemedi. Alanyaspor’u kutlamak ve kupa macerasının kalan kısmında başarı dilemek, Galatasaray’a da “Bu mağlubiyet nazar boncuğu sayılır” deme hakkını bu maçta kullanabilirsin. “Bak hem yeni transferler attıkça atıyor” diye teselli etmek gerekir...
Pandemi sürecinde tanıdığıma en memnun olduğum kişiye, Georg Christoph Lichtenberg’e (1742-1799) ait bu sözler...
Lichtenberg’in “Kendine hep saldır, insan” başlığı ile yayınlanan “Karalama Defterleri”nden seçmeler daha önce de Tevfik Turan’ın çevirisiyle yayınlanmış fakat atlamışım...
Eve kapandığımız dönemde karıştırmaya başladığım ve ergen irisi olduğum yıllardan beri sevdiğim türden “aforizmalar” ile dolu bu küçük kitap günlerimi, gecelerimi aydınlattı...
“Aforizma”
Faulü bol, futbolu az, gol pozisyonu nadir, orta sahaya sıkışmış bir itiş kakıştan ibaretti derbinin ilk yarısı. Galatasaray kimi zaman yüzde 70’i aşan bir oranda topa sahip oldu fakat bu üstünlüğü pozisyon zenginliğine çeviremedi.
Rakip Fenerbahçe ise özellikle ilk 20-25 dakikayı büyük ölçüde kendi sahasında geçirmesine rağmen en azından kaleyi bulan şut üreten taraf oldu. Faul sayısı dikkat çekici düzeyde fazlaydı ve Cüneyt Çakır’ın kararlarındaki tutarlılığı yine bir muammadan öteye gidemedi.
Özellikle son yıllarda bir derbi karakteristiği olarak beliren ‘aman yenilmeyelim de’ zihniyetine kurban mı veriyoruz yine dedirten, vasatlık sınırını bile zorlayamayan bir 45 dakika izledik özetle. İkinci yarı ise başka bir hikâye...
MAÇI SiLKELEYEN GOL
İkinci devrenin hemen başlarında maçı silkeleyecek gelişme yaşandı, Galatasaray golü buldu.
Önce Onyekuru ile Altay’ı zorlayan sarı kırmızılılar, çok geçmeden, 54’üncü dakikada Mostafa Mohammed’in ‘sıkı golcü’ kumaşına sahip olduğunu gösterdiği pozisyonda öne geçti. Topu alışı, vuruş için hazırlanması, önünü açışı, bakarak yaptığı vuruşla köşeyi görüşü mükemmeldi.
Geriye düşen Fenerbahçe dönem dönem sarı kırmızılı defansı zorlamaya başladı. Duran top organizasyonu üzerinden gelen, ofsayt gerekçesiyle iptal edilen gol ve Muslera’nın kurtardığı iki şut çıktı bu baskıdan.
Kazandığını korumak refleksiyle büyük ölçüde sahasına çekilen Galatasaray, kimi zaman sallanır gibi olsa da ayakta kalmayı başardı.
Böyle romantik bir üslupla başlayan “Bir Eylül Efsanesi” başlıklı röportaj Ocak 1966’da, aylık müzik ve kültür dergisi “Modern Çağ”ın 4’üncü sayısında yayınlanmış.
55 sene önceden gelen röportajı yapan kişi 2014’te kaybettiğimiz kıymetli ağabeyimiz Arda Uskan...
Arda Abi’nin romantik bir girizgâh ile tanıttığı genç yıldız adayı da Barış Manço...
İki sayfalık röportajda kısa saçlı, bıyıksız, o yıllarda yurtdışında müzik yapan, 20’lerinin henüz başında, pırıl pırıl bir delikanlı görüyoruz.
Kalabalığın içinde müzik dinlemek, bir şarkıya eşlik etmek, sevdiğin grupla/müzisyenle ve hiç tanımasan da “kafadar” olduğunu düşündüğün bir kitleyle birkaç saat takılmak...
Konser sadece “canlı müzik”ten ibaret değil; arkadaşlarla buluşmak, hayatın dertlerine bir süre dur demek, derde ve kedere küçük bir çalım atmak...
Normalde yılın bu zamanları arkadaşlarımla yaz için bir, imkânlar el verirse daha fazla konsere gitmek için planları detaylandırmaya başlamış olurduk. Tatil anlayışımız bu, yapacak bir şey yok...
Bugün veya çok yakın gelecekte “eski usul” konser yapmaya imkân yok. “Online” konserleri takip ediyorum, bu tarz girişimleri seviyor ve destekliyorum...
Ama aklımda, üstümde AC/DC tişörtü, yanımda sevdiklerim, elimde içkimle “sahneyi gören sakince bir yerde takılmak” var...
Ne zaman gelecek o eski güzel günler?
Kış ve bahar konserleri ertelendi doğal olarak; yaz konserleri ve festivalleri birer birer sonbahar/kış aylarında yeni tarihler açıklıyor ancak onu da iptaller izleyecek gibi duruyor.
Hani kadılık günlerinde bir adam gelip hasmını şikâyet etmiş ve sormuş: “Söyle Allah aşkına, haksız mıyım hoca?”
Hoca “Haklısın” demiş.
Az sonra adamın hasmı gelmiş o da diğeri hakkında ağzına geleni söyleyip “Haksız mıyım?” diye sormuş, Hoca ona da “Haklısın” demiş...
Bu kez karısı Nasreddin Hoca’ya “Kadılığın da pek tuhaf, iki adama da haklısın dedin, hiç öyle şey olur mu?” diye sormuş.
Hoca “Hatun, sen de haklısın” demiş...
Koronavirüs salgınıyla ilgili haberleri, yorumları, demeçleri izlerken kendimi Nasreddin Hoca gibi hissediyorum...
Restoran işletmecileri “Bittik, tükendik, imdat! Açın bizi” diyor, “Haklısınız” diyorum...
Son iki deplasman seferinden puansız dönen Galatasaray, zirve yarışında pozisyonuna tutunmak ve fırsat kollamak için acilen bir galibiyet serisi yakalamak durumunda... Hal böyleyken, kupa maçında 12 gün önce 120 dakika boyunca yenişemediği Yeni Malatyaspor’a konuk oldu. İlk yarı kupa maçının üstüne bir 45 dakika daha eklenmiş gibi, o derece sıkıcı geçti. Pozisyon zenginliği olmayan, heyecan seviyesi ve futbol kalitesi düşük bir maç seyrettik.
Fakat betonarmeden hallice bu zeminde daha fazlasını beklemek de gerçekçi bir yaklaşım olmaz... Maçı sağlam tamamlamak bile kendince büyük başarıdır bu sahada. Topa zemin müsait ettiği ölçüde hâkim olan, baskıyla rakibi sahasında tutmak niyetinde olan taraf Galatasaray gibi duruyordu.
DURAN TOPLAR BERBAT!
Galatasaray bu ‘niyet’ boyutundan öteye geçemeyen baskıdan, Malatya ise rakibin kritik bölgelerde kırılan pas zincirinden medet umdu fakat iş pek ‘ciddiye varmadı...’ İkinci yarıda Terim’in öğrencileri topa biraz daha fazla sahip oldu, baskıyı biraz daha artırdı ancak Malatya savunmasında gedik açabilecek hamleyi uzun süre yapamadı.
Bu süreçte kazanılan duran topların, özellikle köşe vuruşlarının ‘berbat’ denecek seviyede kullanılmasının Galatasaray açısından düşünülmesi ve çözüm bulunması gereken bir problem olduğunu da ekleyeyim. Galatasaray’ın oyuncu değişiklikleriyle tazelenen ve baskısını artıran oyunu, ödülünü ısrarla yinelenen kanat organizasyonuyla değil, uzaklardan gelen bir şutla geldi.
BÜYÜK iKRAMiYE
Babel’in düzgün ve sert şutu maçın son dakikalarında Galatasaray’a büyük ikramiyeyi de getirmiş oldu. İşler giderek zorlaşmak üzereyken böylesi zorlu bir deplasmandan cebini 3 puanla doldurup dönmek hak edilmiş bir büyük ikramiyedir. İlk yarı 39 puanla sona erdi, bakalım oyunun ikinci perdesinde işler nasıl gelişecek Galatasaray için?
Başarının formülü ceplerinde; ilk satırda birlik olmak ve konsantrasyon yazıyor...
Soru bekleneceği üzere halkı ikiye böldü, Milor Gain’de bir pizza ve pide ustasını tatlı tatlı atıştırdı, iştah açıcı bu ankete belirlenen süre içinde 215 bin kişi katıldı ve pide oyların yüzde 60.5’ini alarak birinciliğini ilan etti.
Vedat Milor pidenin gelişime açık olduğunu ancak malzeme kalitesi ve standart konusunda sorunlar yaşadığını ve tercihinin pizza olacağını belirtti.
Kıymetli Vedat Milor gibi bir uzman, yemek kültürü konusunda o boyutta donanıma sahip biri değilim; zaten konuyla direkt bağlantısı olmasa da benim tercihim her zaman lahmacun olur.
Pidenin de pizzanın da iyisine çoğunluk gibi bayılırım, tercihe zorlansam herhalde ben de Milor gibi tercihimi pizzadan yana kullanırım.
Şimdi gelelim cep karşılaştırmasına.
Bu tartışmaya bir katkı sağlar mı bilemem fakat pide ile pizza arasında tercihi belirleyen ölçülerden birinin