Karacaoğlan’ın “Leylekler Destanı”na, Selim Somçağ’ın “Türkiye Kuşları” kitabında rastlamıştım.
Somçağ kitabının “Leylek (ciconia ciconia)”ya ayırdığı bölümüne şu iç ısıtan satırlarla başlar:
“Leylek Türk halkının en iyi tanıdığı ve en çok sevdiği kuşlardan biridir. Köy evinin damına, köy meydanındaki, cami avlusundaki ulu çınara yuva yapan leyleği Türk halkı sevecenlikle benimsemiş, yaz sonunda güneye doğru göç etmesinden yola çıkarak ona ‘hacı’ sıfatını yakıştırmıştır. Bu sevgi lafta da kalmamıştır.
Asırlar boyunca kanadı kırılıp soydaşlarıyla sıcak iklimlere göç edemeyen veya maişetini teminden aciz kalan leyleklere İstanbul’daki Eyüp Sultan Camii’nin avlusunda bakılmıştır...”
Yaşadığımız coğrafyada köklü, derin izleri var leyleklerin; efsanelerle gerçeklerin masallarla rüyaların birbirine karıştığı bu güzel kültürel bağla ilgili pek çok şahane örnek var...
Yaren Leylek ile Adem Amca’nın sıcacık dostluk hikâyeleri malum; yakın geçmişte bolca okuduk, izledik haberlerini.
Geçen hafta DHA, Sakarcalık Köyü’nün 1986’dan beri simgesi haline gelen leyleğin köy camisinin minaresine yıllar içinde kurduğu yuvasına dönüşünü müjdeledi.
Sakarcalık yerlisi köyü tarif için
“Rüyama girdi” desem yalan söylemiş olmam, çünkü geçen bir yıl içinde rüyama fon olmuşluğu da var...
İlk gençlik yıllarımda gittiğim bir Egzotik Band performansıyla başlayan “konserli hayat” hep ilgimin odak noktasında oldu, canlı ve “o anda” yapılan müziğin bir parçası hissetmek tutkusu ruhumu hiç terk etmedi.
Tatil planlarımı konserlere göre yaptım, bütçemi yılda en az bir festivale gidecek şekilde denkleştirmeye dikkat ettim, kendimi ses, ışık ve kitlenin heyecanıyla besledim.
Geçen hafta, çarşamba gecesi, İstiklal Caddesi’nde cebimdeki izin kâğıdı ve üç katlı maskeme dayanarak Suriye Pasajı’na doğru ilerlerken de kendimi bir tür hayalin içinde hissediyordum...
Galatasaray tarafından Tünel’e doğru ilerlerken sağda beliren Suriye Pasajı’nın veya daha doğru ifadeyle Suriye Pasajı’ndan geriye kalanın önünde durdum.
Hasan Halbuni Paşa ile Mehmet Abbud Paşa’nın mimar Demetre Th. Bassiladis’e yaptırdıkları, 1908’de kapılarını açan bu neoklasik şaheser, koruma altında olmasına rağmen yediği darbelerle kimliğini büyük ölçüde yitirdi ancak ayakta kalmayı sürdürüyor.
Suriye Pasajı’nın üst katlarında, yıpranmış olsa da karakterini ve güzelliğini koruyan bir eski Beyoğlu apartman dairesinin holüne vardığımda kapının arasından görüyorum grubu...
Yapay zekâ ve sanatın kesiştikleri, hem gerçek hem zahiri bir coğrafyanın uçbeyi olarak tanınan Refik Anadol’un “Makine Hatıraları: Uzay” sergisini erken gezme şansını yakalayan küçük bir grubuz.
HES kodu sorgulamasının ardından, maskeli, mesafeli vaziyette ve ne şanslıyız ki Refik Anadol rehberliğinde sergiyi gezeceğiz.
“Makine Hatıraları: Uzay”, Refik Anadol’un 2014’te Los Angeles’ta kurduğu, bugün 10 ülkeden gelen ve 14 dilin konuşulduğu RAS (Refik Anadol Stüdyo) tarafından tasarlanan klasik tanımla bir “yapay zekâ ve yaratıcılık zirvesi”...
Dünyanın dört bir yanında popüler olan, olağandışı işleriyle alanında bir nevi “rock yıldızı”na dönüşen Refik Anadol bizi önce Pilevneli’nin zemin katındaki “Veri Tüneli”ne indiriyor.
Burada NASA’nın 60 yıllık, “halka açık” arşivleri, mesela ISS ve Hubble’ın görüntüleri, dev muazzam bir verinin piksel piksel önünüzden aktığını görüyorsunuz.
2018’de NASA ile başlayan çalışmanın ete kemiğe, düşe bürünme yolculuğunu anlamak, kullanılan devasa hafızayı, ses, görüntü ve hatta ısı verilerinin dönüşümünü izlerken teknoloji karşısında benim gibi kendinizi biraz küçük hissetmeniz herhalde normal karşılanmalıdır...
Bir süredir çıkardığım notlar, rastladıkça kendime “postaladığım” bazı haberler, makaleler ve biraz da kaset konusunda attığım şahsi adımlar bu “büyük ölçüde kaybolduğu zannedilen” formata bir iade-i itibar yazısı için gerekli zemini oluşturmuştu.
Toprağı bol olsun, 1963’te dünyaya “kompakt kaseti” sunan (CD’nin doğuşunda da büyük emeği vardır) Ottens’in vedası, müzik sektörünün akışını değiştiren, hatta kimi zaman rejimleri deviren bu “küçük kutu”ya çevirdi gözleri.
Önce şu, “rejim devirme” meselesini açıklayayım...
Maliyeti öncülü plaklara göre düşük olan, ses kaydını daha ucuza, daha fazla miktarda arz etmeyi sağlayan ve elbette isteyenin istediği gibi kayıt yapıp çoğaltmasına da imkân sağlaması kaseti çıkar çıkmaz popüler kılmıştı.
Ölümünden 18 yıl sonra açılan sergi “laf olsun diye değil, hakiki manada ziyaretçi rekoru kırdı”, süresi uzatıldı, İstanbul’un ardından Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Bodrum’da, Eskişehir’de kapılarını açtı, yine olağanüstü ilgi gösterildi.
Toplumun kuşakları bağlayarak devam eden kesintisiz bir sevgiyle kuşattığı isimlerin sayısı bellidir, Zeki Müren bu isimlerden biridir, sergiye gösterilen ilgi de bunun küçük bir örneklemesidir.
81 yaşında, üst düzeyde müzik yeteneğine sahip bir kişi olan Özdemir Erdoğan’ın Zeki Müren’le ilgili periyodik olarak ileri geri konuşması bu kadar kabak tadı vermeyeydi “Bu vesileyle Paşa’yı anmış olalım” demeyecektim.
Erdoğan’ın durumunu hazin bulduğumu, Celal Bayar’ın “Bu kış komünizm gelebilir” diye söylenip durması gibi Zeki Müren’e saydırmasını acıklı bir manzara olarak değerlendirdiğimi, şahsiyet erozyonunun endişe verici boyutlara ulaşabileceğini anladığımı söylemekle yetineyim.
23’üncü İstanbul Caz Festivali’nde (2016) müziğinin hakkı olarak Yaşam Boyu Başarı ödülü kazandığında, İKSV’nin hazırladığı tanıtım metnindeki biyografisi şöyle başlıyordu Erdoğan’ın:
“18 Haziran 1940’ta İstanbul’da dünyaya gelen sanatçının annesi klasik piyanistti. Dayısı da keman ve piyano çalıyordu. 9-10 yaşlarındayken aile içinde Frank Sinatra ve Zeki Müren’in taklitlerini yapıyordu...”
Hayat şartları gerçekten zor, herkes kendi çektiğini bilir elbette içinde debelenip durduğumuz bu mağduriyetlerden örülü ağın içinde...
Bir de eğitimde geri bırakılmış, buna rağmen şartları zorlayıp negatif ayrımcılık duvarlarını aşıp iş bulmayı başarmış, çalışmak isteyen, çalışmak zorunda olan bir kadın olduğunuzu düşünün...
Şiddet sarmalına, tacize ve bu tarz saldırıların tümüne karşı kendinizi savunmasız hissettiğiniz, saldırganların neredeyse cezasız kaldığını görüp durduğunuz bir dünyada ayakta kalmaya çalıştığınızı...
Evi geçindirmeye katkının yanı sıra evde de çalışmak zorunda olduğunuzu, bir de başlı başına bir mucize olan iyi bir annelik yapmaya uğraştığınızı...
Ankara’daki soğuk duşun ardından yola kaldığı yerden galibiyetle devam etmek niyetiyle Sıvaspor’u ağırladı Galatasaray.
Rakip, direnci yüksek, 5 haftadır yenilmeyen, cıva gibi Max Gradel tarzı oyuncularıyla rakip defansı sersemletme özelliği bulunan bir takım.
Bu kez ‘yenilen takımı değiştirerek’ ve Gedson Fernandes’i filan saymazsak “2019-2020 model” bir kadroyla sahaya çıktı Fatih Terim.
“O model” Galatasaray’ın defoları malumunuz; zaten dün de kendisini hatırlattı sağ olsun... Formasına tekrar kavuşanların listesi kabarıktı fakat çoğunun bıraktığı yerden devam ettiğini söylemek veya “Dönüşü muhteşem oldu” diyecek birini bulmak güçtü.
FALCAO’DAN MUHAMED’E MESAJ
Linnes’in son derece bireysel hatasını Max Gradel’in tüm özelliklerini sergileyerek cezalandırması için sadece 9 dakika yetti.
Formasına kavuşanlar arasında en faydalı olan şüphesiz Radamel Falcao idi. Topu alışı, dönüşü, rakibini oyundan düşürmesi ve şahane gol vuruşuyla hem “Döndüm ve buradayım” dedi hem de sanki biraz Mustafa Muhammed’e “Bende de bu numaralar var” mesajı göndermiş oldu.
1-1’in ardından Onyekuru’nun 17’inci dakikada inanılması güç şekilde kaçırdığı pozisyon gibi anlarda öne geçme fırsatını yakaladıysa da hantal oyunuyla göz doldurmayı veya rakibi sıkıştırmayı başaramadı Galatasaray takımı.
Zorluğu basitliğinde gizli bir maça çıkıyordu Galatasaray. “Basit” derken yanlış anlaşılmak istemem; elbette kâğıt üzerinde, puan cetvelindeki vaziyetten bahsediyorum.
Rakip Ankaragücü puan cetvelinin son sırasında, bir mağlubiyet sarmalında çırpınan, acilen puan bulması gereken bir durumda.
Galatasaray’ın hedefi, pozisyonu belli; uzun koşuda sıkışık ön tarafta hızını kesmeden yola devam etmesi gerekiyor.
Hal böyleyken, kazanan kadroda yapılan Donk-Luyindama değişikliğiyle sahaya çıkan Galatasaray son derece düşük bir tempoyla başladı ve devam etti maça.
AMANVERMEZ SAVUNMA
Ankaragücü’nün sıkışık, dinamik, amanvermez savunmasını aşmak için rölantiye alınmış bir oyundan ötesini üretemedi. Buna rağmen biri Onyekuru’yla, diğeri Emre Kılınç’la iki net fırsat yakaladı fakat gol üretemedi.
Galatasaray’ın gelemediğini fark eden, üstün körü baskıyı savuşturan Ankaragücü rakip alanı da yoklamaya başlayınca bir kötü savunma kazasından penaltı kazanmayı bildi ve perde kapanırken öne geçti.
İkinci devreye seri oyuncu değişiklikleriyle başlamayı ve takımını silkelemeye karar veren Fatih Terim, mesela Falcao uygun pozisonda golü atabilseydi planını tutturabilirdi. Ancak maç hızla felakete dönüştü Galatasaray için.